16-26 Ekim 2014
Uzun zamandır merak ettiğim meşhur Romantik Yol (Romantische Strasse) gezisi nedeniyle yine, yeni, yeniden Almanya’dayım. Tabi ikinci memlekete gelmişken kadim dostum Volkan ve sevgili ailesini de ziyaret edeceğim. Romantik Yola, Almanya’nın güneyindeki Münih’ten başlayacaktık. Volkan ise kuzeyde Bremen’de yaşıyor. Uçak biletlerini ve otomobil kiralama işlerini hep bu uzun rotayı dikkate alarak planladım. THY, Lufthansa’nın iki katı fiyat çekince dönüşümüzde aktarma olmasına rağmen Lufthansa’yı tercih ettik.
Romantik Yol rotası, kuzeyde Würzburg ile güneyde Füssen arasında yer alan, yirminin üzerinde irili ufaklı kasabayı kapsıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da kurulan üslerde yaşayan Amerikan askerleri ve onların aileleri bu kasabaları ziyaret etmeye başlamasıyla yol ünlü olmaya başlamış, ilerleyen senelerde Avrupa’dan da turistleri kendine çekmiş. Günümüzde ise Almanya’nın en bilindik turizm rotasıdır. Öyle ki 90’larda yapılan bir ankete göre gezgin Japonların yüzde doksan üçü bu rotayı duymuş.
Rotaya kuzeyden ya da güneyden başlayabilirsiniz. Biz güneyden başlayıp kuzeye çıktık. Kasabaların çoğu birbirine benziyor. O yüzden hepsinde durmadık. Bazen de rota dışına çıkıp otobanları tercih ettik. Zira hedefinize ne kadar çabuk ulaşırsanız orada o kadar çok vakit geçirebiliyorsunuz. Tavsiyem gezmek istediğiniz kasabaları önceden belirleyip rotanızı ona göre oluşturun. Akıllı telefonlar için bir uygulama da var. Ben telefonuma kurdum, oldukça işime yaradı. Uygulamanın adı Romantic Road. Ayrıca www.romantischestrasse.de sitesinden kasabalarla ilgili bilgi alabilirsiniz. Tavsiyem bu turu siz de benim gibi araba ile yapıyorsanız, gitmek istediğiniz kasabanın turizm merkezinin adresini not almanız ve navigasyonunuza girmeniz. Oraya ulaştığınızda arabanızı uygun bir yere park edip turizm merkezinden bilgi ve şehir haritası alabilirsiniz.
16 Ekim Perşembe
Uçağımız yerel saat ile sekizde Münih’e indi. Bu bizim Münih’e ikinci gelişimizdi. O yüzden şehri gezmeden hemen Oberammergau yoluna koyulacaktık. Araba kiralarken ben yolumuz uzun olduğundan rahatlık adına Passat ve benzeri diye orta sınıf seçimi yapmıştım. Aracı kiraladığım şirket olan Sixt, sigorta konusunda beni korkutup ekstra sigorta yaptırttı. Neymiş benim satın aldığım fiyata sigorta dahil değilmiş. Eğer kaza yapar ve ben suçlu bulunursam araca gelen zararın tamamını ben karşılayacakmışım. Acaba beni mi kandırıyor diye düşünmeden kendimi alamadım. Ama uzun yol yapacağımdan riske de girmedim. 10 gün için 350 Euro olan fiyat sigorta da eklenince 600 Euro oldu. Ama ilk defa istediğim arabadan daha güzel bir araba verdiler. Gezimizi 4000km’de içi yeni kokan BMW 3 serisi ile yapacaktık. Hem de siyah renkli olanından. Görevli kadın aynen böyle dedi: “Hem de rengi siyah”. Almanya’da en popüler araba rengi siyah olsa gerek diye düşündüm.
Sabah trafiğine kaldığımızdan Münih’ten yarım saatte ancak çıkabildik. Hava kapalıydı, ara ara yağmur geçişleri oluyordu. Rahat bir yolculuktan sonra Oberammergau’ya ulaştık. Arabayı ücretsiz otopark alanına bırakıp Alp Dağları’nın eteklerindeki bu kasabayı gezmeye başladık. Ammer Nehri’nin üzerine kurulmuş bu kasabada ilk dikkatimizi çeken şey, dış yüzeyleri resim ve ahşap heykellerle süslü olan evler oldu. Kasabadaki hemen her ev bu boyama tekniğinden (Lüftlmalerei) nasibini almış. Desen olarak Hz İsa ve havarileri oldukça sık kullanılmış. Bunda Passionsspiele denilen gösterinin de payı büyük. Oberammergau her on senede bir yapılan bu gösteride Hıristiyanlık ile ilgili çeşitli olaylar canlandırılıyormuş. Yaklaşık 2000 kişi dönemin kostümlerini giyiyormuş. Kökeni 17.yy’a dayanan bu gösteri en son 2010 yılında yapılmış. Yani diğer gösteriyi görmek isterseniz 2020 yılına kadar beklemeniz gerekiyor. Gösteri zamanı civardaki esnaf bayram ediyordur.
Oberammergau’da biraz vakit geçirdikten sonra tekrar yola koyulduk. Hedefimiz Avusturya sınırına oldukça yakın olan Linderhof Sarayı. Burası Bavyera’nın romantik kralı II. Ludwig’in yaptırdığı saraylardan biri. Dilerseniz öncelikle tarihin bu sıra dışı karakterini biraz daha yakından tanıyalım.
II. Ludwig 1845 yılında doğmuş, babası II. Maximillian’ın ölümünden sonra henüz 18 yaşında Bavyera tahtına geçmiştir. 1886 yılında ise ölmüştür. Ölümü oldukça trajik ve tartışmalıdır.
Çocukluğunda kıyafetler giymeyi, rol yapmayı, müziği, hediyeleri çok seven Ludwig adeta bir hayal aleminde yaşamış. Tahta geçtiğinde de bu durum çok değişmemiş. Kendi kabuğunda yaşayan kral, politikayı hiç sevmemiş, savaşlardan kaçınmış. İnşa ettirdiği masalsı şatolarda kendi dünyasında yaşamıştır. Hiç evlenmemiş bir kez nişanlanmıştır. Onun hayatındaki en önemli insan ünlü opera sanatçısı Richard Wagner’dir. Pahalı zevklerine hazine dayanmayınca Bavyera hükümeti tarafından krallıktan “akıl sağlığı krallık görevlerini yerine getirmeye el vermiyor” gerekçesi ile azledilmiştir. Starnberg Gölü’nün yanındaki şatosuna gönderildikten bir gün sonra kendisine deli raporu veren doktoru ile beraber cesedi bulunur. İkisinin de boğularak öldüğü söylenir. Tabi 190cm’lik kralın bir metre derinliğindeki suda nasıl boğulduğu muammadır. Kimine göre kral intihar etmiştir, kimine göre ise öldürülmüştür. Zira o gün çevreden silah sesi duyulmuştur. Olay gizemini hala korumaktadır. Bavyera halkı ise romantik krallarını bağırlarına basmıştır. Yaptırdığı şatoları günümüzde milyonlarca turist ziyaret etmektedir.
II. Ludwig kral olduktan sonra ilk önce Münih’te yaşadığı sarayı (Münchner Residenz) restore ettirmiş. 1868 yılında ise Linderhof Sarayının ilk planlarını yapmış. Bu planları yaparken de daha önce Fransa gezisinde ziyaret ettiği Versailles Sarayından etkilenmiş. Saray son şeklini 1886 yılında almış. Öyle ki yenilenen yatak odasını kral görememiş.
Arabayı otoparka bırakıp bilet gişesine gittik. Biletimize göre saraya girişimiz yaklaşık 40 dakika sonraydı. Zaman geçirmek için fotoğraf çekip oyalandık. Bilette yazılı olan zaman geldiğinde sarayın kapısı açıldı ve bizim grubumuz içeri alındı. Biz içeri girdikten sonra kapıyı arkamızdan kapattılar. Sarayı sadece küçük gruplarla rehber eşliğinde gezebiliyorsunuz. İngilizce ve Almanca turlar yapılıyor. Ayrıca bir çok dilde, yazılı bilgi alma imkanı var. Didem merak edip Türkçe var mı diye sorunca rehberimiz bir dakika deyip sarayı Türkçe anlatan bir dosyayı bize verdi.
Sarayın içinde fotoğraf ve video çekmek yasak. Hoş istesem cep telefonu ile çekebilirdim ama Almanya’ya gelince ben de ortama uyup kuralcı oluyorum sanırım. En azından Linderhof Sarayı’nda böyle. Rehberimiz ilk girdiğimiz odada bize sarayla ilgili bilgiler vermeye başladı. Kral II. Lüdwig, Yeni Barok ve Rokoko stilinde inşa edilen, Linderhof Sarayı’nda 8 sene ikamet etmiş.
Giriş odasında Fransa Kralı 14. Louis’in büyük bir resmi var. Ludwig’in kendine örnek aldığı Louis, aynı zamanda “Güneşin Kralı” olarak anılıyormuş. Resmin üzerindeki Güneş sembolü buna işaret ediyor.
Bir sonraki odada ise 3 tane kocaman hadi biraz edebi olayım, 3 tane görkemli porselen vazo var. Ortadaki Fransız diğerleri ise Çin porseleniymiş. Bir taraftan vazoya diğer taraftan Didem’e bakıyorum. Meşhur sakarlıklarından birini burada yaparsa kalan ömrümüzü müzenin çimlerini biçip, camlarını silmekle geçirebiliriz.
Merdivenlerden yukarı çıkınca, kendimizi müzik odasında bulduk. Odanın sol tarafında piyanoya benzeyen bir müzik aleti var. Onun sağında ise gerçek boyutlarına uygun porselenden bir tavus kuşu var. Odadaki süslemeler 22 – 24 ayar altın kaplamaymış.
Müzik odasından sonra daha küçük bir odaya geldik. Burası misafirlerin ve hizmetçilerin beklediği (bekleme odası) Sarı Odaymış. Bu odadaki kaplamalar ise gümüş.
Sarı Odadan sonra Taht Odasına girdik. Odanın ortasında bir taht duruyor. Tahtın hemen üzerinde ise yeşil kadifeden yapılmış olan Bavyera armasını görebilirsiniz. Bu arma, iğne ile tam iki senede işlenmiş. Tahminen santimetrekareye 100 iğne vuruşu yapılmış. Ama olay ilmek atmaksa Hereke Halısının üzerine başka bir şey tanımam. Yanlış hatırlamıyorsam rekor santimetrekareye 2500 ilmekti.
Taht odasından sonra Mor Odaya geçtik. Burası da Sarı Oda gibi bir bekleme odası. Sarayın en büyük odası ise sıradaki Yatak Odasıdır. 100 metrekare olan bu odada Kral sabah ve akşam kabullerini yaparmış. Oda kralın sevdiği renk olan mavi ağırlıklı. Tavanda yarım ton ağırlığında “görkemli” bir avize var. Avizede 108 adet mum varmış. Acaba 108 mumu kaç dakikada yakıyorlar? :).
Yatak Odasından sonraki odanın ismi Pembe Küçük Oda. Bu odayı kral giyinme odası olarak kullanıyormuş. Duvarlarında diğer odalarda olduğu gibi çeşitli resimler var.
Sırada Yemek Odası var. Odanın tam ortasında meşhur yemek masası bulunuyor. Bu masa bir çevirme kolu ile alt kattaki mutfağa iniyor. Adeta asansör masa. Aşağıda masa donatılıp tekrar üst kata gönderiliyormuş. İştahına oldukça düşkün bir kralla karşı karşıyayız.
Yemek Odasından sonra Mavi Küçük Oda var. Bekleme odalarının en sonuncusu bu odaymış. Kapının üstünde ünlü Kardinal “Herzog Richellieu”nun bir portresi var.
Bu odayı da arkamızda bırakıp Doğu Tarafındaki Goblen Odasına geçiyoruz. Müzik odasının tam aksi istikametindeki bu odada hakiki Goblenler, taklitler ve porselenden yapılmış ikinci bir Tavus Kuşu bulunmakta. Bilmeyenler için goblen, bir kumaş üzerine renkli iplerin iğne ile işlenmesi sonucu yapılan resimlere deniyor.
Ve gelelim gezimizin son ve aynı zamanda en ihtişamlı odası olan Aynalı Odaya. Bu oda o dönemde Kralın çalışma ve oturma odasıymış. Odanın duvarları adından da anlaşılacağı gibi dev aynalarla kaplı. Bu da odaya büyük bir derinlik hissi kazandırmakta. Aynaların etkisi akşamları mum ışığında artıyormuş. Odada bulunan nişin ortasında sarayın en değerli eşyalarından biri olan Hint Fildişinden yapılmış şamdanları görebilirsiniz.
Böylece saraydaki gezimizin sonuna geldik. Merdivenlerden inerek aşağıdaki küçük mermer kapıdan sarayın arkasına çıktık. Burası o dönemde hizmetçilerin kullandığı kapıymış.
Sarayı gezdikten sonra bahçesinde de biraz dolaştık. Aslında isteyen temiz havada doğa yürüyüşü de yapabilir. Biz yağmurun hızlanmasıyla arabamıza doğru yola koyulduk. İstikamet Avusturya. Avusturya otobanları paralı, arabanızın camına bizim HGS sistemi gibi özel bir barkod yapıştırmanız gerekiyor. Avusturya’da 25-30km yol alacağız ama otoban var mı yok mu bilmediğimden navigasyona otobanlardan uzak durmasını söyledim.
Linderhof Sarayı ile Avusturya sınırı yaklaşık 10km. Yol oldukça virajlı ve ormanın içinden gidiyor. Bukefalos’un kulakları çınlamıştır. Plansee’ye yaklaştığımızda trafik birden durdu. İleride ağaç kesim çalışması varmış. Yaklaşık 10 dakika yolun açılmasını bekledik. Ben hemen bir kaç kare fotoğraf çektim ama hava yağmurlu olduğunda fotolar oldukça renksiz ve boyutsuz çıktı. Trafik açıldıktan sonra bir süre gölün yanındaki manzaralı yolu takip ettik. Daha sonra tekrar Almanya sınırına yöneldik. Füssen’e ulaştığımızda saat beşe geliyordu. Otelimizi (Haus Gabriel) kolayca bulup odamıza yerleştik. Otelimiz merkeze çok yakın, otoparkı da var. Biz oradayken lobi ve kahvaltı kısmı tadilattaydı, bitince daha da rahat olacak. Ama otelden öyle çok bir şey beklemeyin. Odamıza yerleşip biraz dinlendikten sonra otelden ayrılıp şehri gezmeye koyulduk.
Ve Romantik Yol rotamız Alp Dağlarının eteklerindeki Füssen şehrine ulaşmamızla resmen başlamış oldu. Füssen 1000 metrelik rakımı ile Bavyera’nın en yüksek kasabası. Gezimize şehrin en yüksek noktası olan Hohes Schloss ile başladık. Tarihi 13.yy’a kadar uzanan bu gotik kale, uzun yıllar Ausburg piskoposunun yazlık konutu olarak hizmet vermiş.
11 Aralık 2015, Cuma
Bu tarih de nereden çıktı diyeceksiniz. En son siteyi güncellemek isterken Frontpage sorun çıkardı. Aslında hala sorunu çözebilmiş değilim. Sanırım İnternet sitemi yayınlamak için başka bir yol bulmam gerekiyor. Romantik Yol seyahatinin üzerinden bir seneyi aşkın süre geçti ve ben artık bir çok şeyi hatırlayamıyorum. Elimde notlarım var ama yeterli olacağını düşünmüyorum. Gezinin buradan sonrasını ne yazık ki hatırladığım kadarıyla yani kısa açıklamalarla yazacağım. Tuğrul biraderim bundan memnun kalacaktır zira yazılarımı okurken sıkılıyormuş :). İnsanın öz kardeşi de bunu diyorsa şevk neyin kalmıyor tabi. Neyse ben hikayeye devam edeyim, hoş şu anda siteye koyamadığımdan daha çok günlük tutuyormuşum gibi hissediyorum.
Eveeet, nerede kalmıştık? En son Füssen sokaklarında aç ve yorgun bir şeklide dolaşıyorduk. Didem’in karnının çok acıktığını hatırlıyorum. Onun keşfettiği şirin bir İtalyan lokantasında karnımızı doyurduk. Füssen’de, İtalya sınırına yakın olduğundan, bir çok İtalyan aile yaşıyor. Lokantayı da böyle bir İtalyan aile işletiyordu. Hatta bazıları bırakın İngilizce’yi Almanca bile konuşamıyordu. Yediğimiz pizza ve makarnalar İtalya’yı aratmadı. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen lezzetli bir yemek yediğimizi çok net hatırlıyorum :). Bir kaç fotoğraf daha çekip günü güzel bir kahve ile noktaladık. Yarın şatoları gezeceğimiz için erken yattık.
17 Ekim Cuma
Yağmurlu bir Füssen sabahına uyandık. Kahvaltıdan sonra saat 9’da yola koyulduk. Yaklaşık 10 dakikalık bir sürüşten sonra şatolara ulaştık. Arabayı 5 Euro karşılığı otoparka bıraktık. Fazla sıra beklemeden biletleri aldık. Bu arada dilerseniz internet üzerinden de bilet alabiliyorsunuz fakat bu biletler sınırlı sayıda oluyor. Ben bir hafta öncesinden bilet bulamamıştım. İki şato/sarayı da gezerseniz ücret 23,50 Euro. Hohenschwangau bilet ofisinden yürüyerek 10-15 dakika sürüyor. Neuschwanstein ise tepede olduğundan otobüs ile gitmenizi tavsiye ederim. Bize verilen broşürde yürüyerek 40 dakika yazıyordu. Otobüs çıkarken 2 Euro inerken 1 Euro. Daha romantik bir vasıta isteyenler faytonları deneyebilirler.
Biz önce Hohenschwangau Sarayını gezdik. Bu arada biletlerin üzerinde saat var. İçeri grup halinde giriyorsunuz. Önceki ya da sonraki gruba dahil olamıyorsunuz. Bu saray romantik kralımız II. Ludwig’in babası olan kral II. Maximilian tarafından yaptırılmış. Ludwig’in çocukluğu bu sarayda geçmiş. Foto çekmek yasak olduğundan sarayın içi ile ilgili siteye foto koyamıyorum. Bizim açımızdan en ilgi çekici oda Türk Odası oldu. Burada bir şark köşesi oluşturulmuş, Osmanlı’dan gelme çeşitli mobilyalar ve İstanbul konulu yağlı boya resimler vardı.
Neuschwanstein Şatosu biletlerimizin saatini beklerken göl kenarında bir kaç fotoğraf çektim. Daha sonra bizi yukarı götürecek otobüs için durağa yürüdük. Otobüs şoförleri her gün defalarca inip çıktıkları için yolu ezberlemişler, adeta gözü kapalı gidiyorlar. Oldukça dar ve virajlı yol tek yön olduğundan bir nevi otobüs rallisi yaptık. Çoğu noktada dallara çarpa çarpa ilerledik. Didem biraz korktu hatta. Yukarı çıkınca manzara şahane. Schwansee ayaklarımızın altındaydı. Fark ettiyseniz hemen her şeyde bir “schwan” kelimesi var. Bu Almanca “kuğu” demek. Buranın simgesi.
Schloss Neuschwanstein (bundan sonra yeni saray diyeceğim) daha önce de belirttiğim gibi kral II. Ludwig tarafından 1869-1886 yılları arasında yaptırılmış. Kral sarayın son halini göremeden ölmüş. Burası yapılırken peri masallarından ilham almış. Diğer saraydan yeni olmasına karşın tarzı onu orta çağ sarayları gibi görünmesini sağlıyor. Buna karşın yapıldığı zamana göre oldukça teknolojik bir yapı. Merkezi ısıtma, temiz ve atık su tesisatı hatta eski saray ile arasında telefon kablosu bile var. Manzara tek kelime ile nefes kesici. Sarayı rehber eşliğinde dolaşıyorsunuz. 15 dakikada bir yeni bir grup başında rehber eşliğinde saraya giriş yapıyor. Sarayın en önemli bölümlerinden biri Şarkıcılar Salonu. Burası Wagner’e ithaf edilmiş geniş bir dans salonu. Duvarları oldukça büyük freskler ve resimler süslüyor.
Sarayı gezdikten sonra vadiyi birleştiren Marienbrücke ( Marien Köprüsü) doğru gittik. Köprünün üstü ana baba günüydü. İğne atsanız yere düşmez. Vadinin sert rüzgarına rağmen herkes manzaraya karşı foto çekiliyordu. Selfie çubuklarına dikkat ederek köprüden karşı tarafa geçtik. Burası daha sakindi. Tepeye doğru tırmanan patika bir yolu takip ederseniz yeni sarayı çok daha güzel bir açıdan fotoğraflayabilirsiniz. Biz yarı yoldayken güneş bulutların arasından kendini gösterdi ve ışık yeni sarayın üstüne düştü. Ben makineyi çıkarana kadar tekrar bulutlara girdi. Kendimize güzel bir yer bulup güneşin tekrar kendini göstermesini bekledik. Bu arada Zumba videosu bile çektik. Yaklaşık 40 dakika sonra yeniden güneş göründü. 40 dakika beklemenin ödülünü yukarıda çektiğim fotoğrafla aldım.
Otobüsle aşağıya indikten sonra gölün çevresinde yürüyüş yaptık. Sonbaharın tüm renkleri adeta ayağımızın altına serilmişti. Bir süre yürüdükten sonra arkamı döndüğümde gördüğüm manzarayı aşağıda görebilirsiniz. Bir foto bin kelimeye bedeldir. Bir süre bu dingin manzarayı seyredip arabamıza doğru dönüşe geçtik.
18 Ekim Cumartesi
Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp yola koyulduk. İstikamet Nördlingen, ilk durağımız Weiskirshe. Steingaden kasabasında yer alan Wieskirche (Beyaz Kilise) Dünya’nın en ünlü Rococo kiliselerinden biri. 1983 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde. Biz içeri girdiğimizde sabah ayini vardı. Ayin sırasında fotoğraf çekmek yasak olduğundan ayinin bitmesini bekledik. Daha sonra rococo tarzı bu tarihi yapıyı fotoğrafladım.
Tekrar kuzeye doğru yol almaya başladık. Wildsteig, Rottenbuch, Peiting ve Schongau kasabalarının içinden durmadan geçerek Landsberg am Lech kasabasına ulaştık. Arabayı park edip çevreyi keşfe koyulduk. Şansımıza bugün hava çok güzel. Biraz Lech ırmağının kenarında gezindik. Burada nehir, kat kat merdivenlerden akıyor. Nehir kenarında taşmayı önleyici duvarlar var. Duvarların hemen bitişiklerinde ise cafe ve barlar yer alıyor. Kasabadaki meydan üçgen şekliyle diğer kasabalardan ayrılıyor. Hani İngilizce Main Square dersiniz ya, burası Main Triangle :). Meydanda klasik Rathaus ve kilise var. Ha bir de güzel bir saat kulesi. Aslında tam öğle yemeği zamanıydı ama kafamıza uyan bir lokanta bulamadık. Meydandaki cafe ve lokantalar çok turistik geldi. Yemek işini bir sonraki kasabada hallederiz deyip yola koyulduk.
Romantik yol üzerindeki bir sonraki durağımız Freidberg oldu. Burası oldukça küçük bir kasaba. Pas geçilebilir. Biz de karnımızı doyurup yeniden yola koyulduk. Sırada Harburg var. Buranın kalesi oldukça büyük. Merak edip içine kadar gittim. Kalenin bahçesinde bira bahçesi var. Şansımıza bir düğüne denk geldik. Yazları burası güzel oluyordur ama şu an düğüne gelenler haricinde in cin top atıyor.
Akşam üstü altı buçukta Nördlingen kasabasına ulaştık. Otelimiz surların biraz dışındaydı. Arabayı otelde bırakıp merkeze doğru yürümeye başladık. Nördlingen’in çevresi tamamen surlarla çevrili. Dilerseniz bu tarihi surlara çıkıp kasabanın çevresini dönebilirsiniz. Bu şekilde surları bozulmadan günümüze gelen kasaba, Almanya’da tek. 2.6km uzunluğundaki surlarda 5 kapı, 12 kule ve 1 güçlendirilmiş kale burcu var. Biz denemedik ama tırmanmayı seviyorsanız kasabanın önemli geç-gotik yapılarından biri olan St George’s Kilisesinin 90 metre yüksekliğindeki kulesine de çıkabilirsiniz. Kulenin bir de adı var: Daniel!
Bu kasabanın diğer bir özelliği de 15 milyon yıl önce çarpan bir meteor kraterinin üzerinde yer alması. Avrupa’nın en iyi korunmuş krateri sayılıyor. Hatta bu kraterle ilgili bir de müze var.
Hava yavaş yavaş kararırken bizim karınlar da zil çalıyordu. Merkeze yakın şirin bir İtalyan lokantasında akşam yemeğimizi yedikten sonra otele döndük.
19 Ekim Pazar
Klasik hale gelen, sabah erkenden otelde kahvaltı faslından sonra yola koyulduk. Şansımıza bugün de hava şahane. Wallerstein kasabasının içinden durmadan geçip ilk durağımız olan Dinkelsbühl’e yaklaşık 1 saat sonra ulaştık. Burası 400 küsur sene önce Wörnitz ırmağının yanına kurulmuş şirin bir kasaba. Tıpkı Nördlingen’de olduğu gibi burada da kasabayı çevreleyen surlar son derece iyi korunmuş. Arabayı surların dışına park edip surları çevreleyen nehri bir köprü ile geçip kasabaya girdik. Masallardakini andıran bir giriş oldu bizimkisi.
Bu şirin kasabayı gezdikten sonra bir de güzel kahve keyfi yaptık. Güneş o kadar güzel ısıtıyordu ki dışarıda oturmamıza rağmen sıcakladım. Üstümdekileri birer birer çıkarıp tişörte kadar düştüm. Ekim ayının ortasında Almanya’da tişörtle gezmek büyük lüks. En azından biz Türkler için, zira Almanların üşümediğini düşünüyorum.
Ve sırada Romantik Yol’un en önemli kasabalarından biri olan Rothenburg var. Tam adı ile Rothenburg ob der Tauber. Türkçesi Tauber ırmağı yanındaki kırmızı kale. 1698 model otelimiz Altes Brauhaus’u kolayca bulduk. Adından da anlayacağınız üzere bina 1984 yılına kadar bira fabrikası olarak kullanılmış. Biraz pahalı olmakla beraber biz otelden çok memnun kaldık. Arabayı otoparka, bavulları da odaya bırakıp kendimizi bu orta çağ kasabasının taş sokaklarına attık.
Daha önce gezdiğimiz Nördlingen ve Dinkelsbühl kasabalarında olduğu gibi Rothenburg surları da günümüze kadar ulaşmış. Bu 1000 yıllık surlara 42 kule eşlik ediyor. Rothenburg kuzey-güney istikametli Romantik Yol ile doğu-batı istikametli Kaleler Yolu’nun (Castle Road) kesişme noktasında yer alıyor. İçinde kuleler, şarap evleri ve çeşmeler olan şirin meydanlar; ahşap ve taş karışımı evler oldukça romantik bir atmosfer yaratıyor. Burada zaman 500 sene önce durmuş.
Surların üzerinde, yanında dolaştıktan sonra, sur dışına çıkıp Tauber vadisini de gezdik. Vadide şarap bağlarını da görebilirsiniz. Kasabanın bir çok noktasında şarap evleri mevcut. Otelden aldığım broşüre göre her sene Ağustos sonu şarap festivali düzenleniyormuş. Eylül ayı başında ise Rothenburg orta çağ zamanına geri dönüyor, sokaklarında kostümlü şövalyeler, askerler ve köylüler dolaşıyormuş. Ayrıca bu festivalde bir de tiyatro yapılıyormuş. Oyunun adı Der Meistertrunk. Rivayete göre 1631 yılında işgalci bir general belediye başkanına bir seçenek sunmuş. Eğer 3.3lt şarabı bir kerede içebilirse kasaba halkının yaşamasına izin verecek aksi taktirde hepsini kılıçtan geçirecekmiş. Belediye başkanı şarabı bir kerede içer ve kasabayı kurtarır.
Kasabanın meydanı ayrı bir güzel. Burada Almanlar’ın meşhur noel marketi mağazası Kathe Wohlfahrt da var. Didem’i mağazayı gezmeye yollayıp ben fotoğraf çekmeye koyuldum. Çektiğim bazı fotoğrafları web siteme bazılarını da Instagram hesabıma yüklüyorum. @kayihanzeybek kullanıcı adım ile aratırsanız, burada olmayan fotoları da görebilirsiniz. Reklamlardan sonra gezimize kaldığımız yerden devam edelim :).
2022 Kayı’nın Notu: Artık sosyal medya kullanmıyorum. Olur da bir hesap açarsam buraya yeni bir not düşerim.
Akşam olup meydan ışıkları yanınca ortam daha da romantikleşti. Kim bilir burası Noel’de ne kadar şenleniyordur? Bilmeyenler için anlatayım, Avrupa’nın bir çok kentinde 24 Kasım ile 24 Aralık arasında meydanlara Noel Pazarları kurulur. Almanya’da buna “Weihnechten” deniyor. Bu satırları yazmadan iki hafta önce Bremen’deydik. Sosisler, etler, biralar, Glühwein (sıcak şarap), atlı karınca, dönme dolap derken Didem bayıldı. Böyle kendi küçük tarihi büyük yerlerde Noel pazarları daha da romantik oluyordur. Ama aç karnına romantizm de bir yere kadar. Romantik Yol geleneğimizi sürdürüp akşam yemeğini yine şirin bir İtalyan lokantasında yedik. Didem, “Bak seni yine güzel bir lokantaya götürdüm” diyerek böbürlendi. Karım diye söylemiyorum çok iyi lokanta, iyi yol bulur. Yol konusunda arada yanıldığı için bu kısımdan puan kırıyorum.
Lokantadan çıktıktan sonra meydanda bir kalabalık gördük. Kalabalığın içinde de siyahlara bürünmüş bir ortaçağ kolcusu. Meşhur “Nightwatchman” karşımızdaydı. Bu arkadaş her gece kolcu kostümünü giyip turistlere kasaba turu attırıyor. Yarı tiyatro tadında geçen bu tur sonunda da bahşişini alıyor. Biz de bir müddet peşine takıldık. Didem üşümeye başlayınca bir kahve içip otelin yolunu tuttuk.
20 Ekim Pazartesi
Sabah otelde kahvaltı yaptıktan sonra Rothenburg sokaklarını bu sefer alışveriş aşkına arşınlamaya başladık. 3 gündür güneşli olan hava bugün yerini yağmura bırakmıştı. Yağmurlu haliyle de beğendik Rothenburg’u. Ama yolcu yolunda gerek. İlk defa Romantik Yoldan çıkıp Kaleler Yoluna girdik. İlk hedefimiz Nürnberg. Kaleler Yolu dedim ama vakit kaybetmemek adına otobanı tercih ettik. Öğleden önce şehre giriş yaptık.
Arabayı kat otoparkına bırakıp şehri gezmeye başladık. Nürnberg, Bavyera eyaletinin ikinci büyük şehri. Eyaletin en önemli sanayi merkezi. II. Dünya Savaşı öncesi büyük Nazi mitinglerinin yapıldığı bir şehir. Yine savaş sırasında uçak, denizaltı ve tank motorları burada üretilirmiş. O yüzden de müttefik uçaklar tarafından ağır bir bombardımana maruz kalmış ve şehrin çoğu harabeye dönmüş. Ama savaştan sonra çok iyi bir şekilde restorasyon görmüş. Savaş sonrası savaş suçlularının yargılandığı ünlü Nürnberg Mahkemelerine ev sahipliği yapmıştır.
Yağmur aralıklarla yağmaya devam ediyordu ama çok rahatsız etmiyordu. İlk olarak tarihi şehrin merkezi olan Hauptmarkt’a gittik. Noel zamanı buraya çok büyük bir Noel Pazarı kuruluyormuş. Merak edenler internetten fotoları aratabilirler. Meydanda ilk dikkatinizi çeken yapı kilise oluyor. Kilisenin hemen yanında çok sevdiğimiz Alman steak house zinciri olan Block House’yi görünce Didem çok sevindi. Evet öğle yemeğimizi nerede yiyeceğimiz belli olmuştu. Meydanda Güzellik Çeşmesi tüm ihtişamı ile yer alıyor. Şehrin veba salgınından kurtulmasının anısına yapılmış olan bu altın kaplama çeşme 4 kattan oluşuyor. Biraz güneş olsaydı rengini daha güzel belli ederdi.
Parke taşlı dar sokaklardan yukarı doğru çıkarak şehrin kalesi olan Kaiserburg’a ulaştık. Burası oldukça iyi korunmuş (iyi restore edilmiş) bir kale. Kendinizi orta çağda hissediyorsunuz. Sokağı döndüğümde bir şövalye ile karşılaşsam hiç şaşırmayacağım. Kaleyi dolaşıp, şehrin tepeden fotoğraflarını çektikten sonra tekrar merkeze doğru inmeye başladık. Ünlü Alman Rönesans artisti Albrecht Dürer’in evini de fotoğraflamayı ihmal etmedim. Günümüzde bu ev müze olarak kullanılıyor. Bizim şansımıza kapalı olduğunda evi gezemedik.
Surları takip ederek şehrin Handerwerkof bölgesine geldik. Merkez tren istasyonunun karşısında kalan bu bölgeyi de dolaşarak Trödelmarkt adacığına geldik. Şehrin içinden geçen Pegnitz nehri kimi yerde iki kola ayrılıp yeniden birleşiyor. Burası şehrin domuz pazarıymış. Özellikle ahşap köprüyü çok beğendik. Didem’in köprü ile bir sürü fotoğrafını çektikten sonra yeniden yola koyulduk. Nehre paralel ilerlerken Kutsal Ruh Hastanesini de fotoğrafladım. 14.yy’da inşa edildiğinde, hastane ve bakım evi olarak hizmet veriyormuş. Şu an ise lokanta olarak hizmet veriyor. Fotoğraftan da göreceğiniz üzere oldukça güzel bir yapı.
Nehrin karşı kıyısına geçip alışveriş caddesini geze geze Weiser Turm’un yanına gittik. Hava da yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Dilerseniz bu kulenin tepesine çıkıp şehre tepeden bakabilirsiniz. Biz bu gözlem işini bir dahaki sefere bıraktık. Şehrin yeni sayılabilecek (1984 model) simgelerinden biri olan Ehekarussell Çeşmesini de fotoğraflayıp yavaş yavaş otoparka doğru yollandık. Arabayı alıp Würzburg’a doğru yola koyulduk. Konaklamayı Würzburg’un 5,5km dışında, İbis Otel’de gerçekleştirecektik.
21 Ekim Pazartesi
Sabah erkenden güneşli, güzel bir güne uyandık. Kahvaltıyı otelde hallettikten sonra Würzburg’un tarihi bölgesine doğru yola koyulduk. Würzburg, Main nehri şehirlerinden biri. Münih ve Nürnberg’ten sonra Bavyera eyaletinin 3. büyük şehri. Tarihi MS 7.yy’a kadar uzanıyor. Şehrin önemli yapılarından olan Residans Würzburg 18.yy’da Barok tarzda inşa edilmiş. Ne yazık ki II. Dünya Savaşı yıkımından bu şehir de nasibini almış, yoğun bombardımanlara maruz kalmıştır. Şehrin tamamına yakını yakılmış, yıkılmıştır. 1970’lere kadar restorasyon çalışmaları devam etmiştir. Residans Würzburg 1981 yılında UNESCO Dünya Mirasına dahil edilmiştir.
Würzburg aynı zamanda bir üniversite şehri. Julius-Maximilians-University 15. yy başında kurulmuş. Şehrin önemli ekonomi kaynaklarından biri. Ziyaret etmeden önce Würzburg’un benim için manası gelmiş geçmiş en önemli uzun forvetlerden biri olan, benim de çok sevdiğim Dirk Nowitzki’nin memleketi olmasıydı. 2011 yılında Lebron’a karşı kazandığı NBA Finalleri hala aklımdadır. O zamanlar Lebron’a biraz gıcıktım :). Dirk şampiyon olunca epey keyiflenmiştim.
Arabayı Alte Mainbrücke yakınlarına park ettikten sonra Main Nehri boyunca yürüyüş yapıp biraz da güneşlendik. Marienberg kalesi hemen arkamızdaydı. Kalenin eteklerindeki bağlardan anladığımız kadarıyla burada şarapçılık yapılıyor. Kale 13.yy’dan kalma. 1719 yılına kadar başpiskoposlar bu kalede yaşarmış. Residans Würzburg bitince başpiskopos da yeni sarayına taşınmış.
Köprüden karşıya geçince, hemen solunuzda Town Hall, yani şehrin resmi binası (valiliğe denk geliyor sanırım), yer alıyor. Burada bir meydan var: Market Square. Meydanın sol kolunda Falkenhaus ve Marienkapelle yer alıyor. Falkenhaus turizm bürosu olarak hizmet veriyor. Didem buradan şehir haritasını alıp incelemeye başladı.
Meydanın sonunda şehrin önemli yapılarından biri olan Dom St. Kilian var. Almanya’nın en büyük katedrallerinden biri olan St. Kilian’in yapımına 1040 yılında başlanmış. Doğu kulesi 1237 yılında yapılmış. Burayı da gezerek Residence Würzburg’a geldik. Burası oldukça büyük bir meydanda yer alıyor. Bilet alıp (7,50 Euro) saraya girdik.
Saraya girince oldukça büyük bir hol karşınıza çıkıyor. Merdivenler de oldukça görkemli. Tavanda ise meşhur 4 Kıtayı tasvir eden fresk var. Venedikli ressam Giovanni Battista Tiepolo tarafından yapılan bu fresk Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika’yı içeriyor. Her kıta önemli bir yeryüzü şekli ve hayvan ile temsil edilmiş. Burada fotoğraf çekmek yasak ama ben ilk defa kuralları çiğneyip cep telefonumla fotoğraf çektim. Ne de olsa kendisi Dünya’nın en büyük freski.
Sarayın arka tarafındaki bahçesi de görülmeye değer. Sonbaharın renklerine bürünmüş bu güzel bahçede bir süre güneş banyosu yapıp dinlendik. Güneş o kadar güzel ısıtıyordu ki… Kuş sesinden başka bir şey duymadığınız bu dingin yeri bırakıp gitmek ikimiz için de güç oldu. Romantik Yolun bizim için son durağı olan Würzburg’tan ayrılma vakti artık gelmişti. Önümüzde Bremen’e kadar yaklaşık 500km yolumuz vardı. Neyse ki arabamız rahat 🙂
22 – 26 Ekim Bremen Freimarkt
Arkamızda çok güzel anılar bırakarak Romantik Yol seyahatimizi tamamladık. Artık ikinci evimiz olan Bremen’deyiz. Kadim dostum Volkan ve ailesi ile hasret giderdik.
Yılın bu zamanı Bremen’e, Kuzey Almanya’nın Oktoberfest’i diyebileceğimiz, panayır kuruluyor. Merkez istasyonunun arkası adeta bir lunapark haline geliyor. Bira bahçeleri, sosisli, şekerleme dükkanları sizi kendine çekiyor. İki hafta süren bu etkinlikte insanlar aileleri ile yiyip, içip eğleniyorlar. Eğer Bremen’i ziyaret etmek istiyorsanız tarihlerinizi bu festivale denk getirmeye çalışın, kesinlikle pişman olmayacaksınız.
Böylece bir gezinin daha sonuna geldik. Nicelerinde buluşmak dileğiyle…