18-19 Mart 2006
Yaklaşık bir aydan beri planladığımız Çanakkale gezisini 18-19 Mart tarihlerinde gerçekleştirdik. Hava muhalefeti yüzünden başta 6 motor olan kadromuz 4 motora indi, artçlılar geride bırakıldı. Yaklaşık 15 gündür yerli yabancı bütün meteoroloji sitelerini ezberlemiştim. Cumartesi yağmur kaçınılmazdı.
Cuma akşamı beni tatlı bir heyecan sardı. Motorla şehir dışına çıkmayalı aylar olmuştu. O heyecanla akşamdan bütün malzemelerimi hazırladım. Kaskımın buğu panelini taktım, vizörünü güzelce temizledim. Hem deri hem de yazlık eldivenlerimi yanıma alacaktım. Eğer yağmur başlarsa yazlık eldivenlerimin üstüne bulaşık eldivenlerini geçirecektim. Fakat yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiniz gibi eldiven konusunda ben ve diğer arkadaşlarım hep sorun yaşayacaktık.
Sabah beş buçukta saat çalmadan kalktım. Kişisel temizlikten sonra kahvaltıya oturdum. Annem sağ olsun bana güzel bir omlet yaptı. Ben de sütüme kahve koyup kahvaltımı bitirdim. Anneme ve ananeme veda edip Kara Kızımın yanına indim. Geçen hafta 5000 km bakımını yaptırmıştım. Rutin sıvı ve lastik kontrollerini yaptıktan sonra çantamı bir torbaya koyup ahtapotla seleye sabitledim. Tam kaskı giymiştim ki kulak tıkacımı unuttuğumu anladım. Kulak tıkacımı aldıktan sonra Bostancı Bimex Car’a doğru yola koyuldum.
Yoldaşlar hazır kıta beni bekliyorlardı: Selçuk Bertan – Honda 1000RR, Erdem – Yamaha Fazer, Selçuk Akan – Honda Transalp. Yaklaşık 15 dakika gecikmeli olarak saat 07:15’te yola koyulduk.
Rotamız, TEM üzerinden Tekirdağ, Keşan, Gelibolu, Eceabat ve son durak Abide. Hava kapalı ama günlerdir beklediğimiz sağanak yağmur yok. İkinci Köprü yoluna sapıp gaz açıyoruz. O an ince giyindiğimi anlıyorum. Hava 5 derece civarı ama 140-160 km ile otobanda giderken kaç derece hissediliyor varın siz düşünün. Ellerim deri eldivenler yüzünden üşümeye başladı. Acaba diğer arkadaşların durumu ne diye düşünüyorum. Selçuk’un Transalp’inde elcik koruma var. Bu korumalar bir miktar rüzgarı kesiyordur diye tahmin ediyorum. Turnikeleri geçtikten sonra biraz daha hızlandık. Haliyle benim üşümem titreme boyutlarına geldi. Ben grubun artçısı olarak ilerliyordum. Biraz gaz kestim. Otobandan çıkana kadar üşümem durmadı. Arada ellerimi motora doğru uzatıp ısıtmaya çalışıyordum. TEM’den ayrıldıktan sonra gişelerde sağa çekip duruyoruz. Orada herkesin ellerinin donduğunu anlıyorum. Motorun arkasına geçip elleri egzoz gazıyla ısıtmaya çalışıyorduk. Eldivenleri egzoza tutup içlerini ısıtmaya çalıştık. Bir kaç foto çekip tekrar yola koyulduk.
Tekirdağ’a sorunsuz ulaştık. Bir benzinciye girip hem benzin hem de ihtiyaç molası verdik. Buraya kadar soğuk haricinde rahat bir yolculuk olmuştu. Ah bir polarım ve kışlık goretex eldivenim olsaydı ne güzel olurdu. Yazının ilerleyen kısımlarında bu listeye bir de goretex çizme eklenecekti. Motorlara atlayıp tekrar gaz açtık.
Tekirdağ çıkışında üzerlerinde sarı yelekleri olan kalabalık bir motor grubu gördük. Üzerlerindeki yeleklerden okuduğuma göre Ağır Abiler grubuymuş. Hemen hemen tamamı BMW GS kullanıyordu. Bir kaç tane de RT gördüm. Onları hızla geçip Gelibolu’ya doğru yol almaya başladık. Malkara civarında radara girdik. Ben çok hızlı gittiğimi düşünmüyordum. Ama en önde kıpkırmızı RR ben hızlıyım diye bas bas bağırıyordu. Polislerle biraz hoş beşten sonra ceza yemeden tekrar yola koyulduk. Zaten Selçuk’la ne zaman uzun yola çıksam radara giriyorum. Geçen sene de Susurluk’ta yakalandık. O zaman 180’er YTL ceza yemiştik.
Gelibolu’ya kadar durmayacaktık aslında ama ellerimiz dayanamadı. Motorları kenar çekip arkalarına geçtik.
Gelibolu’ya yaklaştıkça bulutların rengi karardı. Hafif hafif vizörüme yağmur damlaları gelmeye başladı. Yoldaki bir benzinliğe girdik. Çok üşümüş ve acıkmıştık. Sıcak sıcak tavuk suyu çorbalarını yuvarladık. Arkasından da sulu köfte yedik. Çaylar geldiğinde benzinciye iki motor daha geldi. Biri Kawasaki KLE diğeri eski F650 GS. Arkadaşlar Edirne’den geliyorlarmış. İkiteker’den Edirne’de Akıncılar Grubu olduğunu duymuştum. Tam üstüne basmışım arkadaşlar Akıncı çıktı.
Güzel bir sohbetten sonra tekrar yola koyulmak için hazırlanmaya başladık. Hedefimiz Abide. Yağmur hızlanmıştı. Ben yağmurluğumun üstünü de giydim. Bertan da yağmurluğunu giydi. Selçuk ve Erdem ise geldikleri gibi yola devam etme kararı aldı. Yola çıktıktan 3 -5 km sonra yavaş yağan yağmur, sağanağa çevirdi. Göğün dibi delinmişti. Selçuk ve Erdem ilk benzinliğe girip yağmurluklarını giydiler. Selçuk askeri yağmurlukla motorun tepesine geçince beni bir gülme tuttu. Tekrar yola koyulduk. Az bir yolumuz kalmıştı ama yağmur süreyi uzatıyordu. Bu arada ellerim su içinde kaldı. Diğer eldivenleri giymeyi unutmuştum. Islak eller ve soğuk hava temas edince ellerimi bir müddet hissedemedim. Botlar da su geçirmişti. Çoraplarım sırılsıklam olmuştu. Neyse ki burada hava biraz daha kırıktı. Eceabat’a geldiğimizde yağmur iyice şiddetlenmişti. Saat bire geliyordu.
Abide yoluna saptık. Yol oldukça dardı. Bir sürü otobüs vardı. Yağmur nedeniyle yol kenarında yer yer çökmeler vardı. Yolun bazı bölümlerinde iki otobüs karşı karşıya geldiğinde geçemiyordu ve arkalarında uzun bir kuyruk oluyordu. Ah şimdi bir küçük hacimli KTM’im olacaktı, vuracaktım çayıra diye düşündüm. Soğanlıdere Şehitliğine geldiğimizde Bertan motorunu sağa çekti. Ne oldu diye biz de indik motorlarımızdan. Benzin rezerve girmiş. “Eğer devam edersem geri dönemem” dedi. Motoru oraya park edip Selçuk’un arkasına bindi. Üç motor olarak yola devam ettik.
Abide’ye tahminimce 4-5 km kala trafik tamamen durdu. Abide-Seddülbahir ayırımında biz de durduk. Yürürken botlardan vıcık vıcık su çıkıyordu. Ya yaya ilerleyecektik ya da geri dönecektik. Motorları oraya bırakmak içimizden gelmedi, geri dönmeye karar verdik. Fakat arkamızdan gelen bir sürü araç, dönüş yolunu da tıkamıştı. Aralardan derelerden gidiyorduk. Gelirken üzerinden geçtiğim, asfaltın kenarındaki doldurma alana vurdum Kara Kızımı.
Yolun bir yerinde, yağan yağmurdan gevşeme olmuş. Oradan geçerken motor gömülmeye başladı. Zamanında uyanıp gazı veremedim. Ben gaz verdiğimde iş işten geçmişti. Motor hızla çakıla gömülüp sağa doğru yatmaya başladı. Ayağımı koyup destek alacağım bir yer de yoktu. Baktım tutamıyorum motoru üzerinden yana doğru atladım. Motor çamurlu hendeğe yan yattı. Arkadan arkadaşlar göründü. Hep beraber zar zor çamurun içinden motoru kaldırdık. Sağ ayna kırılmıştı. Onun dışında çizik bile yoktu. Yumuşak çamur motorun zarar görmesini engellemişti. Kara Kız kulağı kesiklerden olmuştu.
Biraz daha aralardan derelerden gidince trafik açıldı. Bertan’ın motorunu bıraktığımız yerden alıp yola devam ettik. Bertan sağ olsun basıp gidince, Kilitbahir’den bineceğimiz feribota Eceabat’tan bindik. Feribot oldukça kalabalıktı. Bizim elemanlar gazilerle fotoğraf çekilirken ben de boğazın ve bizim motorların fotoğrafını çekenlerin fotoğrafını çektim. Daha sonra biraz ısınmak için bizimkilerin yanına gittim. Onları Çanakkaleli bir amca ile koyu bir sohbete dalmışken buldum.
Feribottan inince otelimiz 200 metre mesafedeydi. Motorları ön bahçeye çekip odalarımıza yerleştik. Ben Selçuk ile kalacaktım, Bertan ise Erdem ile kalacaktı. Otelimiz Anafartalar Oteli kordona ve limana çok hakim bir mevkide yer alıyordu. Çantaları boşaltırken kötü bir sürprizle karşılaştık. Çantalar su geçirmiş, içindeki çamaşırlar ıslanmıştı. Özellikle Selçuk’un giysileri. Ben hemen duşa girdim, Selçuk ise terliklerini unuttuğundan çarşıya terlik almaya gitti. Kalorifere serdiğim eşofmanlarımı aldım. Kısmen kurumuşlardı. Balkona çıkıp biraz manzarayı seyrettim ve fotoğraf çektim. Sonra saç kurutma makinesi ile botların içini kuruttuk.
Odada dinlenirken dışardan sesler yükseldi. Hemen balkona koştuk. Mehteran Bölüğü gelmişti. Hemen makinelere sarıldık. Selçuk video çekerken ben de fotoğraf çektim. Bertan ve Erdem ise bu sırada uyuyorlardı. Yani bu etkinlikleri seyretmeyeceksen niye 18 Mart’ta bu geziyi yaptık ki. Mayıs ayında üşümeden gelir rahat rahat gezerdik. Neyse biz Selçuk’la grubumuzu temsil ettik en azından.
Akşam üstü yemek için otelden ayrıldık. Acıkan Bertan da hareketlenmişti. Aşağı indiğimizde Mehteran geri dönüyordu. En azından geri dönüşü izledi bizim uykucular. Benim fener alayı ve havai fişek gösterisini izleme önerim ise kabul görmedi. Çarşıya gidip bir lokanta aramaya başladık. En kalabalık gördüğümüz yere daldık ama hem servis hem de yemekler kötüydü. Fiyatlar ucuzdu belki ama yemekten fazla bir tat alamadık. Allah’tan girdiğimiz tatlıcıdaki peynirli irmik tatlısı çok güzeldi.
Yemekten sonra biraz daha kordon da dolaştık. Truva atını fotoğrafladık. Hava oldukça soğumuştu. Yol yorgunu da olduğumuzdan kuruyemişlerimizi alıp otelin yolunu tuttuk.
Ben balkondan bir kaç fotoğraf daha çektim. Kilitbahir Kalesi gece çok güzel görünüyordu.
19 Mart: Abide ve Şehitlik Ziyaretleri
Sabah erkenden kalktım. Selçuk benden de önce kalkmış. Kahvaltı yedide başlıyordu ve daha bir saat süre vardı. TV’yi açıp, F1 Malezya sıralama turlarının tekrarını seyrettik. Bir ara balkondan Bertan’lara baktım. Adam mışıl mışıl uyuyordu. Botlarını kurusun diye kaloriferin üstüne koymuştu. Ama fotoğrafa ilk bakıldığında sanki onlarla beraber yatmış gibi görünüyor. Erdem ise uyanmıştı. Üçümüz kahvaltı salonuna indik. Bertan da sonradan bize katıldı. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp oteli terk ettik.
Benzin takviyesi yapıp Kilitbahir feribotuna bindik. Bunlar daha ufak feribotlar, otobüs binemiyor. Anladığım kadarıyla belli bir saatleri yok, dolunca kalkıyorlar.
Hava, fotoğraflardan da görülebileceği gibi muhteşemdi. Dünkünün aksine hızlı bir tempo ile hafiften viraj yapa yapa (yola güvenemedim, bir çok yerde yağmurun arkasında bıraktığı birikintiler ve mıcır vardı) Abide’ye vardık. Motorları park edip şehitliği gezmeye başladık. İnsan duygulanıyor. Parkı çok güzel düzenlemişler. Her sene de üzerine bir şeyler koyuyorlar. Eminim Çanakkale Zaferi’nin yüzüncü yılında, mükemmel bir park halini almış olacak.
Abide’den sonra vaktimiz az olduğundan koyları ve siperleri gezemedik. Bir başka sefere diyerek yola koyulduk. Dönüş yolunda Soğanlık Şehitliği’nde durup şehitlerimizin ruhuna Fatihalar yolladık. Şehitlikten sonra ise tabyalarda durduk. Bunları yeni restore etmeye başlamışlar.
Tabyalardan sonra Kilitbahir Kalesini gezdik. Kilitbahir (Kilid-ül Bahr) kelime anlamıyla denizin kilidi demek. Kale Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazın en dar kısmına 120 günde yaptırılmış. Kaledeki görevlinin anlattığına göre yapım senesi üzerine iki görüş varmış. Bir görüşe göre İstanbul’u fethetmeden önce gelen yardımları kesmek için yaptırmış diğer görüşe göre ise İstanbul’u fethettikten sonra olası saldırıları engellemek için. Girişteki levhada yazılanlar ise şöyle:
Fatih Sultan Mehmet tarafından denizden gelecek tehditleri önlemek için Çanakkale Boğazı’nın ortasında ve en dar yerinde Anadolu yakasındaki Çimenlik Kalesi ile karşılıklı olarak 1462-1463 yılları arasında yaptırılmıştır.
Güney köşesindeki kapı üzerinde kitabe olan 14.5 m yüksekliğinde kesme taşla yapılmış olan yuvarlak kule ile ona birleşen surlar 1541-1542 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır.
Kuzeyde mendirek tarafında üstünde kitabesi olan kemerli dış kapı ile dış duvarlar II. Abdülhamit tarafından 1893-1894 yılları arasında yaptırılmıştır.
Dış kale duvarları 4 m yüksekliğindedir. 18 m yükseklikte olan yonca yaprağı şekilli üç avlulu iç kale ile ortada 30 m yüksekliğinde 7 katlı bir kulesi vardır. Kale etrafı sur hendeği ile çevrilmiştir.
Yukarıdaki fotoğrafta 7 katlı kulenin içi görülüyor. Katların arasında olan kütükler zamanında köylüler tarafından yağmalanınca ortaya bu manzara çıkmış. Önümüzdeki yıllarda buraları da restore edeceklermiş. O zaman vaktiyle katlara çıkan dönen merdivenin kapısını da açarlar herhalde. Biz kulenin tepesine çıkmadığımız için hayıflandık. Surlarla idare ettik. Surların tepesinden manzara mükemmeldi.
Kaleden sonra tekrar Kilitbahir’den feribota binip Anadolu yakasına geçtik. Erdem feribottaki adamla pazarlık yapıp 4 motor yerine 2 motor parası kestirdi. Hani 40 yıl düşünsem feribot ücreti üzerine pazarlık yapmak aklıma gelmezdi.
Yeni hedefimiz Truva idi. Yaklaşık 30 km sonra Truva’ya vardık. Erdem bizimle açık hava müzesine girmedi. Ben Selçuklarla beraber müzeyi gezdim. Bir sürü fotoğraf çektim. Burada sadece bir tanesini yayınlıyorum. Truva’yı ayrı bir gezi olarak yayınlamak niyetindeyim.
Truva’dan sonra dönüş yolu başlıyordu. Benim önerim Çanakkale’ye geçip (yol üzerinde Adana Sofrasına uğrayacaktık) Lapseki, Biga yolu üzerinden Bandırmaya varmaktı. Ama Erdem yolu biliyorum deyince, ben de hiç destek görmeyince Ezine yoluna devam ettik. Üstelik Ezine’den sonra da Çan yoluna girmeyip Edremit üzerinden gittik. Amaç her ne kadar yol yapmak olsa da hava koşulları bir yerden sonra motor kullanmayı eziyet haline getiriyordu. Ben yine üşümeye hatta titremeye başlamıştım. Yol ise oldukça manzaralıydı. Süper virajlar vardı. Hava biraz sıcak olsa yolu daha da uzatmak isteyebilirdim. Ama hissiz ellerle viraj yapmak zevkli olmuyor.
Ezine’den sonra virajlar iyice keskinleşti. Erdem en önde gidiyordu. Ben üşüdüğüm için en arkadan tıngır mıngır geliyordum. Bir viraj çıkışında Erdem’i ve motorunu yerde görünce aklım gitti. Selçuklar motorlarından yeni iniyorlardı. Hemen durup Erdem’in yanına gittim. Yüzünü çevirip vizörünü açtık. Bir müddet hareket ettirmedik. Bacağını, kolunu kontrol ettik. Kırık çıkık yoktu. Onun iyi olduğunu anlayınca bu sefer motorun yanına gittik. Erdem’i bir yere oturtup motoru kaldırdık. Sol grenaj gitmiş, kafa demiri yamulmuştu. En kötüsü ise sol ayak pegi kırılmıştı. Motoru çalıştırdık. Orasını burasını sarıp sarmaladık. Bertan test sürüşüne çıktı. Bu arada Erdem’e motoru kullanıp kullanamayacağını sorduk. Kullanırım dedi. Kaza bütün moralleri bozmuştu. Tekrar yola koyulduk. Sonradan öğrendiğime göre otobüsün biri virajı geniş almış Erdem de korkup motoru düzeltmiş, dümdüz mıcıra girmiş ve motoru bırakmış. Allah’tan orada o cep varmış.
Dağdan inişte bir motosiklet tamircisi bulduk. Kırık pegi söküp arkadaki yolcu pegini taktık. Yola böyle devam ettik.
Edremit girişinde bir kere daha radara girdik. Bertan’a sen önden gitme dedim. Hayatımda beşinci kez radara yakalanıyordum. Ne hikmetse son üç seferde de Bertan ile motor sürüyordum. Bunu da bir şekilde ceza yemeden atlattık. Ama bu sefer limitleri aşmamaya kararlıydım. Selçuk ile arkadan 90 km sabit hızla yol almaya başladık. Saatler ilerledikçe soğuk da artıyordu. Bana yine titreme krizleri geliyordu. Ellerim hissizleşmişti. Bir yerde yeniden mola verip ellerimizi ısıttık. Selçukların tırnak araları kanamıştı. Bertan’a benim deri eldivenleri verdim. Yola devam ettik. Susurluk’a ulaşınca kendimizi Yörsan tesislerine zor attık. Hemen sıcak bir çorba ve susurluk tostu ile ayranı sipariş ettik. Biraz ısındıktan sonra tekrar yola koyulduk. Zaten Bandırma’ya bir saatlik yolumuz kalmıştı. Gerçi dışarı çıkınca beni yine bir titreme aldı. Hani durduğum yerde titriyorsam yolda ne hale gelecektim.
Bandırma yolunda yol yapım çalışmaları vardı. Çoğu yerde toprakta ya da mıcırda gidiyorduk. Bertan önümde gidiyordu. Eğer o RR la bu hızla gidebiliyorsa benim motor haydi haydi gider diye düşünüyordum. Son ayrımda motorları kenara çekip Erdem ile Selçuk’u beklemeye başladık. Yaklaşık 7-8 dakika sonra bize yetiştiler. Bandırmaya 4 motor yan yana girdik. Bertan ile, Aslı’nın bizim için internetten aldığı, feribot biletlerini almaya gittik. Selçuk ve Erdem’i ise iskenderciye yolladık. Biletleri hemen alıp biz de iskenderciye gittik. Bir saat önce tost yemiş olmamıza rağmen 1.5 iskenderi mideme indirdim. Hatta Erdem’in yiyemediği iskenderi de yedim. Oradan ver elini feribot.
Feribotta motorları dizip yukarı kata çıktık. Yaşasın sıcacık bir ortam. Hemen mayıştık. Gezinin analizini yapa yapa 2 saati geçirdik.
Yenikapı’da inince medeniyete geldiğimiz iyice belli oldu. Işıl ışıl sahilden Beşiktaş’a doğru yola koyulduk. Artık üşümüyordum. Sahilden İstanbul’un gece siluetini seyrederek köprüye çıktım. Yaklaşık 10 dakika sonra otoparktaydım. Evim evim, güzel evim. Hemen sıcak bir duş aldım. Çektiğim fotoğraflara baktıktan sonra vurup kafayı yattım. Macera dolu bir yol hikayesi daha burada bitmişti, sıcak yatağımda uykuya dalıyordum.