26 – 29 Temmuz 2010
Her şey Hillside’da basketbol oynarken Selçuk Ağabey’in motorlu Karadeniz gezisine beni davet etmesiyle başladı. Ne zamandır hayalimdi. Buke’nin üstüne atlayacağım o yayla senin bu yayla benim dolaşacağım. Geçen sene GSA olarak kısa ama dolu dolu bir Trabzon-Rize turuna imza atmıştık. Artık Rize’nin de doğusunu görmek istiyordum.
Karar vermiştim Selçuk Ağabey’in grubuna dahil olacaktım. Hoş önce iptal tehlikesi yaşadım. Didem ile yapacağım Çeşme tatili bu turla çakışıyordu. Sonra Karadeniz Turu bir hafta rötar yaptı. Benim de işime geldi ama bu sefer de hem omuz sakatlığım nüksetmiş hem de Buke’ye bir haller olmuştu. Kontağı döndürüyorum ama koca aygır çalışmıyor. Neden sonra ışıklar kendine geliyordu. Ben de geziye Buke’siz katılmaya karar verdim. Şimdi yaylanın tepesinde çalışmaz, uğraş dur…
Araba ve uçak işlerini Çeşme’den gelir gelmez hallettim. Konaklama işini ise grup halledecekti. Grup demişken biraz binici ve binekleri tanıyalım. Grubun üç üyesi KBB doktoru. Ersan ise işitme cihazları satan bir şirketin (www.idis.com.tr) ortağı. Hatta diğer ortak Nurkan da gruba Fatsa’da dahil olacak ama ben ne yazık ki bu gezide onunla tanışamayacağım. Zira Perşembe akşamı Trabzon’dan İstanbul’a geri dönecektim.
Prof. Dr. Selçuk İnanlı – BMW K1300GT
Prof. Dr. Fatih Öktem – BMW K1200GT
Doç. Dr. Ender İnci – BMW K1300GT
Ersan Duran – BMW R1200GS
Kayıhan Zeybek – Kiralık Hyundai Era 1.4 Otomatik :(.
26 Temmuz, Pazartesi
Sabah beşte Selçuk Ağabey’i evinden aldım İstikamet Atatürk Hava Limanı. Fatih ve Ender Ağabeyler bizi havalimanında bekliyordu. Ersan da uçağın kalkmasına az bir vakit kala gelip kafileye katıldı. Uçağımız yediyi beş geçe kalkacaktı ama hafta başı yoğunluğundan olsa gerek yarım saat geç havalandık.
Trabzon’a indiğimizde güzel bir güneş bizi karşıladı. Herkes çok mutluydu. Zira geçen hafta buraları sel götürmüştü. Ben kiralık arabamı teslim aldım. Jip beklerken sedan arabaya razı oldum.
Cirlop gibi motorlar kamyon ile Trabzon’a gelmiş, kapının önünde binicilerini bekliyordu. Elbiseler giyildi, kasklar takıldı. Yaklaşık yarım saat sonra dört motor, bir arabadan oluşan konvoyumuz yola çıkmaya hazırdı. Ah ah keşke her şey yolunda gitseydi de Buke de burada olsaydı diye düşündüm.
Karadeniz sahil yolunda mahşerin 4 atlısı önümde süzüle süzüle yol alıyordu. Manzara şahaneydi. Ben arabanın içinde onları fotoğraflıyordum. En azından rahat rahat fotoğraf çekebileceğim diye kendimi avuttum.
İlk durağımız Çaykur Rize tesisleri. Rize’ye hakim bir tepeden, çam ağaçlarının gölgesinde çaylarımızı yudumladık. Hava çok sıcak. Biniciler epey terlemiş ve susamışlar. Onların harareti dindikten sonra tekrar yola koyuluyoruz.
Geçen sene GSA olarak Ayder sapağına kadar gelmiştik. Şu an daha önce geçmediğim yollardaydım. Hoş Karadeniz Sahil Yolu hep aynı. Sonuçta Hopa’ya kadar solunuz Karadeniz sağınız yeşillik denizi :). Çayeli’ni de geçtikten sonra Şelale Tesislerinde öğle yemeği için mola verdik.
Karadeniz gezileri insanın hem gözüne hem de midesine hitap ediyor. Yörenin yemeklerini çok seviyorum. Balık çorbası ile açılışı yaptık ki herkes çok beğendi. Sonra mıhlama. Nefis mısır ekmeğini katık yapıp balıklama daldım sahana. Bu arada doktorlar kolesterol gibi laflar ediyordu ama bu konuşmalar bana Kaf Dağı’nın ardından geliyordu sanki. Bayılıyorum mıhlamaya. Sonrasında gelen mezgit tava ise bildiğiniz lokumdu. Finali laz böreği ile yaptık. Gezide en memnun kaldığım şeylerden biri de havuz sistemi oldu. Ortak toplanan paralar yemek ve konaklamaya harcanıyor. Eh onlar az yiyor, beni bilenler anladı ne dediğimi. Yol boyunca bu sistemden faydalanacaktım. Ender Ağabey bir ara “Ben az yiyorum aynı parayı ödüyorum” diye söylendiyse de sonraki günlerde motor kullanmanın verdiği yorgunluktan olsa gerek aklına bir daha böyle tehlikeli düşünceler gelmedi :).
Bu arada biz yemek yerken içeri tonton bir motorcu girdi: Ümmet Perkitan. Scooteri ile Türkiye turu yapıyormuş. Şimdi de 29 Temmuz’daki Batum Motosiklet Festivali’ne gidiyormuş. Bizimle fotoğraf çekildi.
Tekrar yola koyulduk. Bu sefer tempomuz biraz daha hızlı. Hopa’yı geçip Sarp Sınır Kapısı’na ulaşıyoruz. Burada hatıra fotoğrafı çekiliyoruz. Bu kadar cancanlı motor bir arada olunca çok ilgi çekiyor. Halk hemen çevrelerini kuşatıyor. Klasik sorular başlıyor: Kaç para, kaç yapıyor, nereden geliyorsunuz…. GT’ler varken pek GS ile ilgilenmiyorlar. O yüzden Ersan sorulardan yana rahat.
Tekrar Hopa’ya geri dönüp Artvin yoluna giriyoruz. Bu arada ben ışığa takıldığım için gruptan kopuyorum ama sağ olsun Ersan beni bekliyormuş. Beraber Artvin’e doğru tırmanışa başladık. O da ne, bizim kiralık eşek yokuş çıkmamakta direniyor. Gaza sonuna kadar basıyorum ama 70 km/saati aşamıyorum. Biraz vitesle oynuyorum ama yok. Ersan bana yol boş geç işareti veriyor. Ben hızlanmaya çalışıyorum tam devrini buluyorum Ersan dur gelme diyor. Derken grubun diğer elemanlarını manzaralı bir yarda bizi beklerken buluyoruz. Hemen fotoğraf molası veriyoruz.
Tekrar yola koyulduk ama bu aygırları takip edebilmek ne mümkün. Esas motosiklet yolu başladığından beri manzaralı dağ yollarında viraj yapmaya başladılar. Benim eşek, karşısına çıkan ilk otomobilde pes ediyor. Ben onu sollayana kadar grup kopup gidiyor. Onları bir dahaki mola yerine kadar göremiyordum.
Yollar düzgün, manzara şahane… Çoruh, dağları yara yara akıyor. Artvin’i geçip Şavşat’a doğru dönünce tabiat birden değişti. Yemyeşil tepeler yerini çorak zirvelere bıraktı. Nem de azalmıştı. Sonra bir dağ daha döndük ve yine yeşilin koynunda bulduk kendimizi. Artık Şavşat’a yaklaşmıştık. Yükselmeye davam ediyorduk.
Sonunda Şavşat’a vardık. Fatih Ağabey zamanında burada görev yapmış. Hastahane müdürü Erkan Bey bize mihmandarlık yapacaktı. Seyir tepesine gidip Şavşat’a yukardan baktık. Doğa harika ama binalar o güzel doğanın içinde çıban başı gibi duruyor. Ne kadar çirkin bir yapılaşma. Bu konuya geçen sene yaptığım Trabzon-Rize gezisinde de değinmiştim. Ne yazık ki bizim milletin şehircilik anlayışı ve estetik zevki Avrupa’nın çok gerisinde. Ve emin olun bunu sadece gelir düzeyi ile açıklayamazsınız. Çünkü bazı zenginler de köylerine yazlık yaptırıyor ama o kadar paraya böyle çirkin yapılar nasıl inşa ediliyor inanamazsınız. Devletin bu çirkin yapılaşmaya dur demesi lazım.
Aslında Karagöl’e de bugün gidecektik ama artık güneş batıyordu. Seyir tepesinde çay içip yorgunluk attık. Daha sonra Erkan Bey’i de yanımıza alıp (benim arabaya tabi ki) gece kalacağımız Laşet Tesisleri’ne doğru yeniden yola koyulduk. Laşet Tesisleri Ardahan yolu üzerinde. Eskiden alabalık çiftliğiymiş. Şimdi hem lokanta hem de otel olarak hizmet veriyor. Üstelik rakı da var :).
Laşet’e bir kaç kilometre kala bir başka seyir tepesinin önünde duruyorum. Bu sefer önden ben gittiğim için motorlar da beni taklit edip duruyorlar. Fatih Ağabey ile biz seyir terasına çıkıyoruz. Diğerleri aşağıda beklemeyi tercih ediyor. Halbuki manzara nefes kesici. Hani Heidi’nin Türk versiyonu olsa ancak burada çekilir. Fotoğraf faslından sonra çeşmeden kana kana buz gibi su içtim. Tabi çeşme – Kayı kompozisyonlarıma bir yenisini ilave etmeyi de unutmadım. Fatih Ağabey sağ olsun bu anı ölümsüzleştirdi.
Tekrar yola koyulduk. On dakika sonra tesislere ulaşıp odalarımıza yerleştik. Yemeğe inerken şansımıza elektrikler kesildi. Herkes kurt gibi aç olduğunda kimse takmadı. Gürül gürül akan derenin yanına kurulduk. Az sonra Erkan Bey de gelip bize katıldı. Gelsin salatalar, alabalıklar, kaburgalar, kebaplar… Eh yanında da rakı tabi. Haliyle o gece Türkiye’yi 2-3 kere kurtardık. Ama yol yorgunluğu da yavaş yavaş üzerimize çöküyordu. Şavşat 92 yerine odalarımızın yolunu tuttuk :). Ha gideceğimizden değil klasik motorcu geyiği işte.
Yastığa başımı koyduğumda tatlı bir yorgunluk vardı. Kendimi hafiflemiş ve çok mutlu hissediyordum. Yeni arkadaşlarımla hemen kaynaşmıştım. Çok eğlenceli bir grup. İyi ki gelmişim. Yavaş yavaş kendimi uykunun kollarına bıraktım. Yarın uzun bir gün olacak hem de düşündüğümüzden de uzun ve zor bir gün. Ah bir de Bukem yanımda olaydı.
27 Temmuz, Salı
Sabah saat yediye doğru uyandım. Dışarıdan yağmura benzer sesler geliyordu. Kafamı camdan çıkarınca dağların arkasında yükselen güneş beni selamladı. Gelen sesler meğer derenin sesiymiş. Fatih ve Selçuk Ağabeyler de uyanmışlar, bahçede geziniyorlardı. Biraz çevrede dolanıp fotoğraf çektim. Çiftliğin sevimli Kangal yavrularıyla oynayacaktım ama yabancı olduğumdan bana çok iyi gözle bakmadılar. Çitin arkasından onları fotoğraflamakla yetindim.
Aşağı indiğimde kahvaltı saatini sordum. Amacım kahvaltıdan önce Ardahan Ovasına gidip gelmekti. Vakit müsait olunca, arabaya atladığım gibi yola koyuldum. Laşet Tesislerinden sonra yol hem bozuluyor hem de döne döne hızla yükselmeye başlıyordu. Hoş bizim eşek kendi bildiği hızda yokuşları tırmanabiliyor o ayrı.
Derken virajlar bitti ve ovanın üzerine çıktım. Artık yeşil çayırları ortan ikiye ayıran düz bir yolun üzerinde ilerliyordum. Uzaklarda sürüler otluyordu. Bir kaç tepe aştıktan sonra bir köyün yanından geçtim. Yolda beni görenler el edip durmamı istiyor. Muhtemelen Ardahan’a giden köylüler ama ben oraya kadar gitmeyeceğim zaten vaktim de kısıtlı. Hiç yavaşlamadan yanlarından geçip gidiyorum. Dün akşam yemekte Erkan Bey bu ova hakkında epey konuştu. Hatta paranız varsa buraya yatırım yapın, hayvancılık ve arıcılıkta Türkiye’nin müstakbel 1 numarası diye anlattı. Tabi motorcu kısmının yatırımı motorlara yaptığından haberi yok :).
Uzakta Ardahan’ı görünce, güneşin terste olmasına bakmaksızın, arabadan inip fotoğrafladım. Saatime baktığımda artık geri dönmem gerektiğini anladım. Grubu geciktirmek olmaz. Dönüş yolunda bir sürüyü fotoğraflamak için durdum. Çok uzaktan havlama sesleri geldi. 3 tane kangalın bana doğru koştuğunu ancak 70-200mm lensimden baktığımda gördüm. Üstelik arada bir de derenin açtığı yarık var. Hisli hayvanlar Kangallar, bayılıyorum onlara. Doğal ortamlarında onları gözlemek (uzaktan tabi) ayrı bir zevk.
Laşet Tesislerine geri döndüğümde saat sekizi çeyrek geçiyordu. Grup kahvaltısını yapmış, Erkan Beyi bekliyordu. Ben de hemen bir şeyler atıştırdım. Bu arada Selçuk Ağabey bana masadaki broşürü gösterdi. Oradan şu cümle bizi kopardı: “Çayırlar o kadar yeşil ki insanın inek olmadığına yanası geliyor”. Aslında haksız da değil :). Tesisin internet sitesini de bu vesileyle öğrenmiş oldum: www.laset.com.tr Yolu düşenlere öneririm.
Erkan Bey elinde kuymak malzemeleriyle geldi. Kuymak yapılırken bize tesisin alabalık havuzlarını gezdirdi. Kuymak çok güzel olmuştu. Doktorlar dedikleri gibi birer çatal alıp tadına baktılar. Bir tabağı Ersan ile ben yedik. Diğerini de Erkan Bey yedi :).
Artk Şavşat’tan ayrılma vakti gelmişti. Şavşat merkezde Ersan kısa hüzmeli farını yenilerken ben de benim eşeğin susuzluğunu dindirdim. Eşek hem gitmiyor hem de çok benzin harcıyor. 100 kilometrede 10 litre yakıyor. Erkan Bey ile de vedalaşıp Karagöl yolunu aramaya başladık. Yollarımızın sinyalizasyonu içler acısı. Burada böyle güzel bir gölün var ama yolunun tabelası yok. Garmin’in Türkiye navigasyonuna da kızıyorum. Neden çizilmez, ilgi noktası olarak haritada işaretlenmez, anlamak mümkün değil.
Karagöl yolunda bir de talihsizlik yaşadık. Dün Ender Ağabey benim görmediğim bir yerde durduğu yerde motoru yatırmış. Bugün de Selçuk Ağabey tam benim önümde durduğu yerde motoru yatırdı: Bir kamyon yolu kesince grup durdu. Selçuk Ağabey sağ ayağını yere basmaya çalıştı ama hendeğe denk geldi. Göz açıp kapayana kadar motor yattı kendi de hendekte kayboldu. Ben telaşla arabadan fırladım. Önde olan Fatih ile Ender Ağabeyler durumdan habersiz yola devam etti. Yardıma gelen köylüler ve Ersan ile motoru kaldırdık. Selçuk Ağabey ucuz atlatmıştı. Onda bir sorun yok. Motorda da önemsiz bir iki çizik var o kadar. Ama Selçuk Ağabey’in morali bozuldu.
Ve işte Şavşat Karagöl’deyiz. Son 600 metrelik bölümü GT’ler çıkmadılar. “Yol bozuk biz burada bırakalım motorları” diyip arabaya bindiler. Nerden bileceklerdi ki az sonra çok daha kötü ve çetin yollardan geçeceklerini… Neyse biz gölümüze geri dönelim. Burası, çevresi çam ve ladin ağaçları ile kuşatılmış şirin bir heyelan gölü. Biniciler gölün kenarındaki çirkin yapıda çay içerek yorgunluk atarken ben de elimde makinem gölün çevresini dolanıyorum. Güneş tepede, fotoğraf açısından parlak-patlak bir saat dilimindeyim. Yine de kendimce güzel kareler yakaladım.
Karagöl’den asfalta inip, Şavşat-Artvin-Yusufeli kavşağından Yusufeli’ne döndük. Yol bölgedeki baraj çalışmaları nedeniyle zaman zaman bozuluyordu. Baraj çalışmaları derken Artvin bölgesinde Deriner, Yusufeli, Borçka, Artvin barajları yapılıyor. Ayrıca yine bölgede Muratlı Barajı bitirilmiş. Türkiye’nin en hızlı akan ve bu nedenle de en çok erozyona sebep olan Çoruh Nehri bu barajlar bittiğinde süt dökmüş kedi kıvamında olacak. Ayrıca çok büyük enerji sağlayacak. Fakat bu getirilerin yanında götürüleri de olacak. Bir çok köy, doğal güzellik sular altında kalacak. Zaten bölgede çeşitli yerlerde HES’lere (Hidro elektrik santrali) Hayır! yazısını görebilirsiniz. Diğer yandan bu çalışmalar yüzünden oldukça kötü durumda olduğunu duyduğum Yusufeli-İspir yolunu GT’lerin nasıl geçeceğini düşünüyorum. Hatta bu geziye çıkmadan önce Selçuk Ağabey’e de yollardan bahsetmiştim ama o yol planlarını Fatih Ağabey’in yaptığını söyledi. Çok fazla yaylaya da çıkmayacaklarmış. Maksat viraj yapmak, yol yapmak. Bu gezinin İspanya gezisinin yerine yapıldığını anlatmıştı.
Yusufeli’ne doğru yol alırken baraj çalışmaları nedeniyle yol kapandı. Biz de mola verdiğimiz tesislere geri döndük. Madem burada bekleyecektik yemek işini halledelim dedik. Gelsin İspir kuruları. Fatih Ağabey lokantaya güvenip kuru yemedi ama yiyenlerde de bir sıkıntı olmadı. Bu arada sohbetlerimizin ana konusu elbette motorlardı. Selçuk ve Ender Ağabeyler 1300GT sahibi olduklarından Fatih Ağabeyin 1200GT’si ile ilgili çeşitli yorumlarda bulunup onu kızdırmaya çalışıyorlardı. Hatta Ender Ağabey şöyle diyordu: “Biz Fatih Ağabeyini 1200GT’ye biniyor diye uzun süredir gruptan atmayı düşünüyoruz ama başka pozitif özelliklerinden dolayı tutuyoruz” :).
Biz yemek yerken haber geldi. Yol açılmış. Hemen toplandık. Birer birer yola koyulduk. Turun başından beri dikkat ediyorum da yola en son hep Ender Ağabey çıkıyor. Burada da bu geleneği bozmadı. Ben de domestique aracı olarak onun arkasından yola koyuldum. Ama yol yine kesilmişti. Şaka gibi. Mecburen açılana kadar bekledik.
İspir’e kadar Çoruh yanı başımızda gürleyecekti. Onun açtığı vadilerde kah asfalt, kah toprak, kah mıcır üzerinde yol alıyorduk. Manzara olağanüstüydü. Bütün barajlar bitip, su tutmaya başladıklarında buralar hep su altında kalacaktı. Belki bir daha bu yollardan geçemeyecektik. Bunun bilinciyle çevremi seyrede seyrede yol alıyordum.
Yusufeli’nde mola verdik. Herkes çok yorulmuştu. Bu kadar bozuk bir yol beklemiyorlardı. Aslında benim için de zor olmuştu. Yol çoğu zaman tek şerit. Her virajın arkasında acaba araba geliyor mu endişesi var. Hoş iki kere de karşılaştık. Birinde ben geri aldım, birinde diğer sürücü. Çaydı, meyveydi derken yeniden yola koyulma vakti geldi. Önümüzde 30 km sandığımız 90 km’lik İspir yolu var. Ben buna benzer bir yolu Sinop gezimde gece geçtiğimi anlatınca Ender Ağabey ben böyle yolda karanlık olursa orada motoru bırakırım dedi. Çağırdık ya gelecek başımıza :). Zaten ne çağırdıysak başımıza geldi bu gezide.
Yusufeli’nden zar zor çıktım. Otelin birinin yanından sola dönmeniz gerekiyor. Dönünce de yolun darlığından şüphelenip acaba doğru yolda mıyım diye şüpheleniyorsunuz. Yolda gördüğüm birkaç çocuğa 4 motorun geçip geçmediğini sordum. Evet geçmişler, doğru yoldayım. Hoş buraya yol demek ne kadar doğru bilemiyorum. Şu an Yusufeli’nden de zorlu koşullarda yolculuk ediyorduk. Heryer şantiye olmuş. Büyük kamyonlar yolda büyük çukurlar açmışlar. Grubu yakalamak için biraz tempo yapıyorum. Seke seke giderken Ersan’ı beni beklerken buldum.
Bir müddet önlü arkalı gittiysek de ben yine bir kamyonun arkasında kaldım. Neden sonra bir köyün içine girdim. Virajı dönünde grubun ikiye bölündüğünü gördüm. Yolun ortasından dere akıyordu. GS karşı tarafa geçmişti ama GT ler diğer tarafta kalmışlardı. Geçerdi geçmezdi derken motorları kucaklayıp güven içinde karşıya geçirdik. Hoş Fatih Ağabeyin dediğine göre Ender Ağabey geçiş sırasında onu devirmek için çok uğraşmış. Ama o 1200GT’ye biniyor. Devrilen motorlar 1300GT modelleri :). Burada Selçuk Ağabey aynı tarafa yine yatırmış motoru ama ben geldiğimde kaldırmışlar. Zaten bir şey de olmamış. Daha sonra Selçuk Ağabey, “Yata yata yatır oldu bizim motor” diye anlatacaktı olayı bana.
Tekrar yola koyulduk. Köylülerin dediğinin aksine yol biraz daha rahatladı. Zaten bu köylü kısmının yol hakkında dediğine inanmayacaksın. “Güzel yol, kedi gözlü Mercedesler çıkıyor” derler kayaların arasından geçemezsin, “5 km sonra gelecen” derler 15 km gider anca gelirsin. Bir de yol genişledi, benim için iyi oldu. Ama bu sefer de hava kararmaya başladı. İspir’e yaklaşırken kocaman bir şantiyenin içinden geçtik. Öyle ki motorlar dev kamyonlara yol vermek yüzünde kaldı. Ben onları yeniden kaybettim. Ender Ağabey de çağırdı ya artık bu berbat yolu karanlıkta gidiyorduk.
Neden sonra kalitesi manzarası ile ters orantılı yol bitti ve yeniden asfalt yüzü gördük. İspir’e gelmiştik. Grup planlanan konaklama yeri olan İkizdere’ye gidelim mi yoksa burada mı kalalım diye aralarında konuşuyordu. Ender Ağabey gitmemekte kararlıydı. Selçuk Ağabey gelen olursa ben giderim diyordu. Sonunda anca beraber kanca beraber hesabı İspir’de kalmaya karar verdik. Ersan kalacağımız oteli iki hoş beşten sonra buldu. Belediye Binasında kalacaktık. Binanın 3. ve 4. katı otel olarak hizmet veriyormuş. Üstelik tek odada 5 kişi kalacaktık. Herkes “Askerden beri ilk defa” dedi :). Duşları aldık. Uzun ve zorlu günün tüm yorgunluğu üzerimize çökmüştü. Karnımızı doyurmak için çarşıya indik.
Otel görevlisinin tavsiyesi ile Sultan Sofrası adlı lokantaya gittik. Herkes kurt gibi acıkmıştı. Yemekleri beklerken Selçuk Ağabey salataya daldı. Takdir ediyorum onun salata aşkını :). Bugünkü yoldan sonra herkesin gönlünü bir GS sevdası kaplamıştı. Eh tabi İskandinav yollarına ya da Makedon asfaltına benzemez bizim Anadolu’nun yolları. Benim bu gerçeği görmem altı ayımı almıştı. Kara Kızımı satıp, Deli Bekir’i almıştım. Arkasından da Bukefalosumu buldum. Ondan o kadar memnunum ki 4 sene oldu değiştirmeyi düşünmüyorum. Ancak yeni modeli çıkarsa o zaman değiştiririm. Ha Avrupa’da motor kiralayacak olursam bu sefer de tercihim RT olurdu. Yani ille de boxer makine olacak.
Selçuk Ağabeyin de neşesi geri gelmişti. Bana “Kayıcığım ilk motoru tutamadığımda çok üzülmüştüm ama aynı yere bir daha yatırınca amaaan dedim umrumda değil, istediği kadar yatsın” dedi :). Bu arada Fatih Ağabeye de yavaş gittiği ve dereyi görünce aniden durduğu için veryasın etmeyi ihmal etmedi. Zaten bu yolu seçtiği için 1300GT’ler Fatih Ağabeye yükleniyorlardı ama sonra kendileri de itiraf ettiler ki bu macerayı hiç unutmayacaklar ve ileride keyifle anacaklardı. GS mi, Ersan zaten kendi yolunu bulmuş, manzaranın tadını çıkara çıkara kah ayakta kah oturarak gelmişti. Benim de geçtiğim en manzaralı yollardan biriydi. Üstelik sular altında kalacak olması değerini daha da arttırıyordu.
İspire gelmişken fasulye yemeden olmaz ama sadece iki tabak fasulye çıktı. Ezogelin çorba harikaydı. O yolun üzerine ilaç gibi geldi. Pideleri ise yukarda görebilirsiniz. Burada et fiyatları ucuz herhalde diye garsona takıldık. Etten pidenin kendi görünmüyordu. Ve kadayıf dolmaları ile finali yaptık.
Otele geri dönünce herkes yarın için hazırlık yapmaya başladı. Ersan’ın çarşıdan aldığı fırça ile elbiseler ve botlar fırçalandı. Kaskların vizörleri çıkarılıp yıkandı. Grup neşesini bulmuştu. Aklıma Billy Crystal’ın oynadığı “City Slickers” filmi geldi. Uzun ve yorucu bir gün olmuştu.
Saat on ikiye doğru herkes yatmıştı. Bakalım yeni gün bize neler getirecekti. Macera devam ediyor.
28 Temmuz, Çarşamba
Sabah ezan sesine uyandım. Sonra bir tane daha, sonra bir tane daha :). Surround ezanı dinlerken Fatih Ağabey de hareketlendi. Saate baktım dört. Giyinip kapıdan çıkarken Selçuk Ağabey uyandı. Bu sefer de o kalkıp banyoya duşa gitti. O kapıyı çarparak kapatınca bu sefer Ender Ağabey de uyandı :). Benim de uykum kaçmıştı. Balkona hava almaya çıktım. İspir’de güneşi doğuruyorduk. Bir de ne göreyim Fatih Ağabey bir hortum ayarlamış motorunu yıkıyor. Bu sırada Selçuk ağabey duştan çıktı. Yine aynı kapı çarpışı. Daha sonra bu olayı Ender Ağabey şöyle anlatacaktı: “Selçuk kardeşimizi biz nazik, kibar bilirdik, o kapı çarpışı hiç yakışmadı ona” :). Bu GT’ciler böyle. Biri bir şey yapınca diğerleri onu takip ediyor. Fatih Ağabeyin arkasından Selçuk ve Ender Ağabeyler de motorlarının yanına indiler. İspir, İspir olalı böyle manzara gördü mü acaba?
Saat altıda tekerler dönmeye başladı. Dün kötü yol yüzünden yorulmuş, sabahın köründe uyanmıştık ama kimse kendini yorgun hissetmiyordu. İspir’i terkettikten az sonra sağdan İkizdere yoluna saptık. Güneş yeni yeni yükseliyordu. Yol oldukça düzgündü. Manzara mı, o hiç bozulmadı ki zaten. Bu keyifli atmosferde motorlar uzadı gitti. Bizim eşek yine çekmiyor. Kolay değil Ovit Dağı’na tırmanacağız. Rakım 2600 metre olacak. Yol boyunca arı kovanları dikkatimi çekiyor. Zaten balıyla meşhur Anzer Yaylası da yolumuz üzerindeydi.
Rize il sınırını geçince asfalt kalitesi hissedilir bir şekilde yükseldi. Ben motorları artık ancak İkizdere’de görürüm diye düşünürken bir tepenin ardında onları gördüm. Önce manzara molası verdiklerini düşündüm ama yanlarına gidip durumu öğrendiğimde işin rengi farklıydı. Ender Ağabeyin GT 80 km/saati geçmiyormuş. Kalkarken de silkeliyormuş. Baskı balata sorunu olduğunu düşündük. Telefon edecektik ama Turkcell’in çekim gücü bile burada zayıftı. İkizdere’ye devam kararı aldık.
Ovit Geçidi’nden benim eşeği aşağı saldım. Manzaralı dik bir iniş beni bekliyordu. Beni diyorum zira bizimkiler yine kopup gitmişlerdi. Bir virajı daha dönünce dağların öte tarafına geçtiğimi anladım. Yine yeşil denizindeydim. Yani 1 km mesafede doğa bu kadar mı değişir? İkizdere’ye gelmiştim. Ilıca Kaplıcaları sapağında Ersan’ı gördüm. Beraber beton yolu tırmanmaya başladık. GT tayfası yolun kenarında manzara molası vermişti. Bir kaç pozdan sonra hep beraber Ridos Kaplıca Oteli’ne doğru yola koyulduk. Beton yol otelin önüne kadar bozulmadan gidiyor.
Otelin bahçesinde açık büfe kahvaltıya oturduk. Çok güzel bir yoldan gelmiştik. İyi ki İspir’de gecelemişiz ve bu yolu gündüz gözüyle geçmişiz. Sadece Ender Ağabey’in motorunun durumu canımızı sıkıyordu. BMW Borusan’a ulaşıp durumumuzu anlattık. Sizi en yakın bayiye yönlendireceğiz demişler. Yahu Rize’de dağın başındayız diyoruz, telefondaki Ankara diyor. Sonunda kendi aptallığını anlayıp çekici göndermeye karar verdi. Biz akşam Trabzon’a ulaştığımızda çekiciyi isteyecektik. Tabi 1300GT bozulunca Fatih Ağabey’in diline düştü: Bu 1300GT modelleri de enteresan ya devriliyor ya da yolda kalıyor. Şaka bir yana GT modellerinden Selçuk Ağabey de çok çekmiş. Bir önceki motoru yolda kalmış. Komple motor bloğu değişmiş. Sonra tamir oldu diye geri vermişler. Bu sefer de yatak sarmış. Neyse lütfedip motosikleti komple değiştirmişler. Ender Ağabeyin motoru ise tura çıkmadan önce Borusan İstinye’de bakıma girmiş. Motosiklet daha 5000 km’de baskı balata sorunu oluyor. Haydi oldu diyelim oradaki teknisyenler nasıl farkına varmadılar da tura bu şekilde çıkmasına izin verdiler onu da biz anlayamadık. Böyle olunca grupta RT mi alsak GS’e geri mi dönsek tartışmaları başladı. Hatta Honda ve Yamaha’nın da bazı modelleri tartışmaya dahil oldu. Ama herkes alırsa. Grupta ben Honda alırsam siz BMW’lerinizle beni dışlarsınız görüşü hakimdi. Bu arada 1200GT hakkında da scooter yorumları ayyuka çıkmıştı. Dedim ya çok eğlenceli bir grubumuz vardı.
Kahvaltıdayken Bülent Saraloğlu ile tanıştık. Kendisi Bukla Tur’un ( www.bukla.com ) kurucularından. Bukla Tur, Doğu Karadeniz’de butik turlar düzenleyen bir şirket. Daha önce methini duymuştum. Bugün tanışmak kısmet oldu. Bülent de motorcu. BMW R1200GSA kullanıyor. Bize Moryayla’ya oradan da 7 Göller’e gitmemizi tavsiye etti.
Ender Ağabeyin motoru burada bıraktık. 3 motor 1 araba Moryayla, İspir’e doğru yola koyulduk. Bu arada Ender Ağabey arabada çektiğim azaba bizzat şahit oldu. Güneş artık yükselmişti. Fotoğraf için bir yerde durdum ve aşağıdaki kareleri çektim.
Moryayla yolunun girişinde GT’leri beklerken bulduk. GS keşif için önden gitmişti. Az sonra o da geldi. Onun tarifine göre GT’leri yolun kenarına park ettik. Artık 1 motor 1 araba tırmanışa geçmiştik.
GS kısa sürede gözden kayboldu. Biz güneşe doğru yaklaştıkça serinliyorduk. Rakım 2600 olmuştu ve tırmanmaya devam ediyorduk. Daha doğrusu çalışıyorduk diyelim. Bizim eşek 4 kişiyi yukarı çıkarmakta zorlanıyordu. Önce klimayı kapadık. Sonra yolcularım farları da kapatalım, radyoyu da kapatalım diye takıldılar. Hatta öyle bir an geldi ki yokuşta durdu. Mecburen sevgili doktorlarımı indirdim. Bu şekilde ine bine, arabanın altını sürte sürte dağı tırmandık. O da ne Ersan bizi bekliyordu.
Ersan tepede bizi beklemiş, biz gelmeyince inişe geçmiş ve tam o sırada uzaktan bizi görmüş. Ben yerimi Ersan’a verip son kısmı yürüyerek çıktım. Eh o kadar eziyete değdi doğrusu. Çok güzel bir manzara bizi bekliyordu. Dağların eteklerinde hala kar vardı. Göller ayaklarımızın altına serilmişti.
Aşağı gelen var mı dedim ses yok. Anlaşıldı tek başıma gideceğim. Beni burada unutmayın ha diyerek çantımı yüklendim. Sağdaki patikadan yoldan aşağı, inişe geçtim. İlkten dik olan iniş az sonra yumuşadı. Tıngır mıngır göllerin kenarına indim. Etrafta en ufak bir ses yok. Tek duyduğum yukardan gelen kahkalar. Bir de görmediğim ama sesini duyduğum karasinekler… Gözüme kestirdiğim orta büyüklükte bir göle girip çimdim. Su umduğumun aksine ılıktı, hiç üşümedim. Gölün suyundan da içtim :). Sonra bizimkileri bekletmemek için tekrar tırmanışa geçtim. Amma dikmiş bu indiğim yer. Yukarı çıktığımda nabzım 180 vuruyordu herhalde. Neyse ki sağım solum, önüm arkam doktor :).
İniş yolunda ne güzel bir memleketimizin olduğu ama potansiyelimizi nedense kullanamadığımızı düşünüyordum. Yani imkan olsa şu manzaraya karşı bir çay içseydik. Hoş bizim hükümet buranın yolunu yapsa bir de tesis izni verse çirkin yapıdan geçilmez o da ayrı. Neden doğayı bozmadan buraları turizme kazandıramıyoruz?
İniş de çıkış gibi uzun sürdü ama en azından arabadan inmek zorunda kalmadık. Bu sefer de balatalardan sesler gelmeye başladı ama olur o kadar. GT’lerin yanında binicilerini indirdikten sonra Ender Ağabey ile Ilıca Tesislerine gittik. Onun motoru alırken hava kapamış hatta yağmur çiselemeye başlamıştı. İşte gerçek Doğu Karadeniz havası deyip asıldım denklanşöre.
Grup ile İkizdere’yi çıktıktan 10 km kadar sonra buluştuk. Tekrar Voltranı oluşturup sahil yoluna doğru gaz açtık. Yolun bu kısmı yine baraj çalışmaları nedeniyle kötüydü ama Yusufeli – İspir yolunun yanında duble yol gibi kalırdı. Gerçek duble yola çıkıp istikametimizi Trabzon’a çevirdik. İki gün sonunda böyle bir yola çıkınca ben kendi adıma yadırgadım. Zaten herkesin yolda uykusu gelmiş.
Sonunda Trabzon’a ve biraz döndükten sonra da otelimize ulaştık. Odama yerleşip kendimi duşun altına attım. Hava çok nemli. Hemen klimayı açtım. Umarım çarpmaz. Ekip otelin ön bahçesinde yavaş yavaş toplandı. Ender Ağabeyin motoru için çekiciyi beklemeye başladık. 30 dakika önce çekici aramış ve 20 dakikaya oradayım demiş. Ama bekle bekle gelen yok. Borusan’ı arıyoruz, çekicinin telefonunu istiyoruz. Onlar bize veremiyorlarmış. Açlık ve yorgunluk sinirleri germişti. Derken bizim çekici geliverdi. Meğer gelirken berberin önünden geçiyormuş iki dakikada traş olmuş. Hey Allahım. Neyse motoru bir güzel yükleyip, sabitledik. İstikameti Ankara verip yolladık.
Motoru da halletmiştik. Acımızı dindirmek için Akçaabat’a doğru yola koyulduk. Hedef Nihat Usta. Gelen 2 kg köftenin yarısını ben yedim herhalde. Neşemiz yerine gelmişti. Yine 1200 – 1300 atışmaları yaşandı. Ama turun şu ana kadar galibi açık ara GS. Bundan sonra yollar daha düzgün. Belki yine fikir değiştirirler.
Macera dolu bir gün daha bitmişti. Yarın grupla son günüm. O yüzden biraz buruk bir şekilde uykuya daldım.
29 Temmuz, Perşembe
Sabah kan ter içinde uyandım. Amma nemli memleketmiş bu Trabzon. Duş, bavul hazırlama işlerini halledip lobiye indim. Selçuk ve Fatih Ağabeyler çaylarını içiyordu. Bugün veda günü. Ender Ağabey sabahtan İstanbul’a uçuyor. Ben de akşam evime dönüyorum. Ama gruba bir süre daha eşlik edeceğim.
Ender Ağabeyi havalimanına bıraktıktan sonra Gümüşhane yoluna girdim. Kahvaltımızı grubun kalan üyeleri ile Zigana’da yapacaktık. Onlara yetişmek için zaman kaybı olmasın diye benzin de almamıştım. Selçuk Ağabey Zigana çıkışında aradı. “Kayıcığım bu yollar çok güzel biz Torul’a kadar gidip kahvaltı molasını orada vereceğiz”. Bu arada Torul’a kadar benzinci olmadığını öğrenince Maçka’ya geri döndüm. Bu yüzden 20 km fazladan yol yapacaktım.
Benzin aldıktan sonra tempolu bir şekilde (Meali: eşeği anırta anırta) Zigana’ya çıktım. Yollar mis, manzara şahane… Kapalı olan hava, tüneli geçince açıverdi. Bir kez daha mevsim ve tabiat dönmüştü. Yolun Gümüşhane tarafı daha yeni yapılmış. Asfalt o kadar güzel ki insanın lastik olmadığına yanası geliyor :). Motorların kahvaltı molası vermek istememesine hak verdim. Grubu geciktirmemek için fotoğraf molası vermeden dağdan indim. Önce Harşit Çayı sonra da Torul uzakta belirdi.
Ekibi bir çay bahçesinde kahvaltı ederken buldum. Yakındaki bir fırından taze köy ekmeği alınmış. Yanında peynir, domates, salatalık, üzüm… Ben de bir çay söyledim kendime. Kurt gibi de acıkmışım. Nasıl güzel geldi kahvaltı. Biraz burada Ender Ağabeyi çekiştirdikten sonra tekrar yola koyulduk. Kürtün’e doğru gaz açtık.
Torul – Tirebolu yolu tahmin edersiniz ki oldukça manzaralı bir yol. Asfalt kalitesi de fena değil ama yol kenarlarında mıcır var. Kurtulamadık şu mıcırlı yollardan. Neyse ki artık duble yollar otoban kıvamında yapılıyor. Böyle güzel bir motor yolunda olduğumuzdan onlar uzadı gitti. Ben de fotoğraf çeke çeke bu yolun keyfini çıkarmaya çalıştım. Zira benim eşek bu yollarda tat vermiyor. Hoş hangi yolda tat verir o da ayrı konu.
Kirazlı ve Kürtün Baraj Göllerinin yanından geçtim. Sonra tabiat bir kere daha döndü. Yine dağların öte yanına, yeşil denizine geçtim. Az sonra da grubu yol kenarında beni beklerken buldum. Tirebolu’ya az bir mesafe kalmıştı. Biraz laflayıp Tirebolu’da vedalaşmak üzere tekrar yola koyulduk.
Hafiften yağmur çiseliyordu. Zaten iki gündür Karadeniz tarafı bulutlu. Ara ara yağıyor ama önemli değil. Anadolu tarafı ise günlük güneşlik. 4 günlük seyahatim boyunca hesapladım da 11 kere mevsim ve tabiat değiştirmişiz. İşte Tirebolu’ya da geldim. Grup beni bir çaycının önünde bekliyor. Çayları içerken gruba katılacak olan Nurkan’a Fatsa için mesaj atıyoruz. Ve ayrılık vakti; vedalaşıp onlar Fatsa’ya ben Trabzon’a doğru yola koyuluyoruz. İçimde bir burukluk var.
Sahil yolundan Trabzon’a doğru yol alıyorum. Hava biraz daha bulutlandı buralarda. Hiç sıkılmayacağım bir yol bu sahil yolu. Hatta bu eşekle bile… Trabzon’da döner yemeyi düşünüyorum. Geçen sene GSA ekibi olarak Trabzon’a geldiğimizde Akçay Lokantası, ki İsocana’a göre en güzel döner orada, kapalıydı. Ben de Google’dan lokantanın adresini bulup Garmin’e girdim. Arabayı yakındaki bir otoparka çekip lokantaya girdim. Tipik bir esnaf lokantası. Hani üst katında aile salonu olanlardan. Çek bakalım usta bana 250gr döner. Et gerçekten güzeldi. Biraz sulu getiriyorlar. Aslında benim için daha iyi. Bizim buralarda çok kurutuyorlar eti. Karnım tok mutlu bir şekilde kendimi Trabzon sokaklarına attım. Ama o da ne, nem ve sıcaklık beni bir anda boğdu. Yaylam gelmişti. Arabayı alıp Akçaabat yönüne doğru yola koyuldum. Tirebolu’dan gelirken sapağını gördüğüm Sera Gölü’ne gidecektim.
Trabzon’da dağlar denize oldukça yakın. Sapaktan sapar sapmaz bir kaç kilometre içinde yayla yoluna girmiştim bile. Az sonra da Sera Gölü göründü. Hmm çok yakınmış. Üstelik fazla bir özelliği de yok. Anladığım kadarıyla yöre insanın piknik yaptığı yerlerden biri. Bir kaç fotoğraf çekip tekrar yükselmeye başladım.
Navigasyonda arka bir yoldan Maçka’ya gidebildiğimi gördüm. Orman yollarında kayboldum. Bir köyün kıraathanesine yol sordum. “Delikanlı hele gel bir çayımızı iç sonra tarif ederiz, nerden geliyorsun, nerelisin?”. Yörenin misafirperverliği işte. Daha önce de bunu yaşamıştım: “Önce bir çayımızı iç”. Nazik bir şekilde acelem olduğunu söyledim. “Şu karşı dağdaki yol var ya ha ona gidecen, o seni Maçka’ya çıkarır. Ama Trabzon’dan gitsen daha kolay olur” diye yol tarifimi aldım. Onlara gezdiğimi ve fotoğraf çekmek istediğimi anlatıp eyvallah dedim.
Karşı dağa bir şekilde geçtim ama toprak orman yollarına girmiştim. Sürekli sapaklar önüme çıkıyordu. Kah sora sora, kah navigasyon haritasından Maçka yolunun konumuna baka baka yolumu buldum. En sonunda asfalta inmiştim. Hedef sabah çekemediğim fotoğraflar için Zigana.
Şansıma koyu bir sis çöküyordu. Zigana’ya gitsem de fotoğraf çekemeyecektim. Ben de geri döndüm. Hamsiköy civarında sütlaç molası verdim. Buraya sis henüz ulaşmamıştı. İki tane sütlacı bir güzel hüplettim. Gerçekten yerinde yemenin keyfi bir başka oluyor. Bu arada GSA elemanlarının kulaklarını çınlatmayı da unutmadım. Uşak Amerika’da olduğundan ona fotoğraf yollamadım. Şimdi canı falan çeker gurbet ellerde :).
Hamsiköy’den Trabzon Havalimanı’na yarım saatte ulaştım. Arabayı kiralama şirketine teslim edip, Exit biletimi aldım. Uçağın kalkmasını beklerken çektiğim fotoğraflara daldım. 4 günde 1600km yol yapmıştım. Geziyi o kadar dolu dolu geçirmişiz ki, 10 gün gibi geliyordu. Hoş, sevgili yoldaşlarım yola devam ediyorlardı. Bu satırları yazdığım sırada geziyi Fatsa-Sinop-Safranbolu-İstanbul ayaklarıyla tamamladılar. Üstelik Ender Ağabey tamir edilen motorunu Ankara’dan almış ve Safranbolu’da grubu yakalamış. 5 motor İstanbul’a dönmüşler. Ve yine aldığım duyumlara göre otoban yolculuğundan sonra GT’lere devam kararı almışlar. Tabi Fatih Ağabey 1300GT’ye geçer mi yoksa 1600GT’yi bekler, onu mu alır bilemem :).
Macera dolu güzel bir geziyi daha arkamda bıraktım. Yeni dostlar edinip (beni davet ettikleri için tekrar teşekkür ediyorum) onlarla yeni yerler gördüm. Bol kepçe yöresel yemekler yedim, bir günde 4 kere iklim ve tabiat değiştirdim, 3200 metrede kar kümelerine bakarak göle girdim, bir birinden güzel fotoğraflar çektim… Evet bir sonraki gezi nereye? Ama bu sefer Bukefalos ile…