18-20 Temmuz 2014
Sıcak bir yaz gecesi WhatsApp’a gelen mesajla rahat koltuğumdan doğruldum. Çantasını kapatmaya çalışan sevgili eşime “Haydi bakalım, Kemaller geldi” diye seslenerek aşağı indim. Yeni bir yol hikayesi başlıyor. İstikamet Gökçeada ya da Antik Yunan’dan beri bilinen ismiyle İmroz. Ne yazık ki binlerce yıllık isimleri değiştirmekte üzerimize yok. Umarım bir gün bu güzel ada da gerçek ismine geri kavuşur.
Saat ikide başlayan otomobil yolculuğumuz ihtiyaç ve sürücü değişimi molası dahil dört saat sürdü. Saat altıda Kabatepe Feribot İskelesine varmıştık. Tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birine ev sahipliği yapan bu topraklara geldiğimde içimi hep bir hüzün kaplar. Feribotun kalkmasına daha iki saat vardı. Abide’yi ziyaret edip fotoğraf çekmeye karar verdik. Yirmi dakika sonra Abide tüm görkemiyle karşımızdaydı.
Güneşin ışıkları Abideye henüz ulaşmıştı. Arkasına dolanıp güneşi abidenin bacaklarının arasından fotoğrafladım. Merak edenler için söyleyeyim. Geziye Fuji X20 fotoğraf makinemle çıktım. Kemal, Nikon D90, Zeynep ise Canon 5D M3 ile geziye gelmişlerdi. Didem mi, onun iPhone’u var güzel mi güzel :). Fotoğraf çekerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Feribota geç kalıyorduk. Tekrar yola koyulup iskeleye vardığımızda saat sekize yirmi vardı ama feribot dolmuştu. Mecburen saat ondaki feribotu bekleyecektik. Bu yirmi dakikalık yolda hemen uykuya dalan Didem, biraz daha geç uyansa feribotu kaçırdığımızdan haberi bile olmayacaktı.
Kafası açılan ve otomobilleri karnına alan feribotumuz oldukça rahattı. İç taraftaki klimaları sonuna kadar açmışlar. Bildiğiniz buzhane modeli. Biz hem manzara hem de soğuktan kaçmak için dış güverteyi tercih ettik. Burada da oldukça kuvvetli bir rüzgar size eşlik ediyor. Serin serin esen rüzgarla beraber yol almak küçüklüğümden beri beni mutlu eder. Gökçeada’ya yaklaştıkça adanın ne kadar kıraç olduğunu görüyorsunuz. Ama bu sizi yanıltmasın zira oldukça yeşil yerleri de var. Modern feribotumuz sayesinde adaya 75 dakikada ulaştık. Eskiden hem feribot seferi azmış hem de yolculuk 2 saat sürermiş. Buna bir de feribot kuyruğunu eklerseniz adaya günübirlik tur hayal olurmuş. Otomobili karşı kıyıda bırakayım deseniz o da olmaz çünkü vasıta olmadan Gökçeada’nın keyfi çıkmaz. Zira toplu taşıma bir kaç minibüsten ibaret. Onlara da pek binmek istemezsiniz, adamlar kelle koltukta gidiyor. Bir kaç kere kafa kafaya gelip bu durumu tecrübe ettik.
Kuzu Limanı’nda feribottan inip adanın merkezine doğru yol almaya başladık. Yol kalitesi yer yer bozulmuş olsa da idare eder cinsten stabilize. Adanın denizden uzak olan merkezine doğru ilerledikçe doğa yeşilleniyor. Merkezin pek bir albenisi yok. Sıradan bir Anadolu kasabası görünümünde. Pastane, postane, banka, bakkal, market gibi bilindik öğeler ana caddede sağlı sollu yer alıyor.
Zeynep’in bizim için ayarladığı Zeytindalı Otel, adada koruma altına alınmış olan 4 Rum Köyünden biri olan Zeytinli ya da eski adıyla Aya Teodoroi’de yer alıyor. Merkeze oldukça yakın olan Zeytinli aynı zamanda Fener-Rum Patriği Bartholomeos’un doğduğu köy. Sekiz feribotunu kaçırdığımız için otelin kahvaltısını da kaçırmış olduk. O yüzden köyün girişindeki Madam’ın Evstratia Cicirya Evi isimli mekanda kahvaltı yapmaya karar verdik. Manzara şahane olmakla beraber kahvaltı vasatın altında kaldı. 10 TL’ye verilen kahvaltı tabağı hiçbirimizi memnun etmedi. Belki de pide-pizza benzeri peynirli bir hamur işi olan ve mekana adını veren ciciryayı denemeliydik.
Arnavut kaldırımlı sokaklardan geçerek otelimize ulaştık. Aslında turistlerin otomobillerini aşağıda Rum İlkokulunun bahçesine bırakmaları gerekiyor lakin biz bilemediğimizden otelin önüne kadar gittik. Otel karşılıklı iki Rum evinden oluşuyor. Biz lokantanın da bulunduğu ana binanın karşısındaki evde kalacaktık. Yan yana olan odalarımızın, ortak kullandığı bir de bahçe vardı. Otel binası oldukça güzel restore edilmiş ve şirin bir şekilde dekore edilmiş. Ana yaşam alanından ve bahçemizden çok memnun kaldık. Duş ve tuvalet kısmı da bu tarz bir otelden beklendiği gibi ortalamayı tutturmuştu. En önemlisi oda ve odadaki her şey mis gibi sabun kokuyordu. Çarşaflar, yastıklar, havlular hepsi tertemizdi. İki gece konakladığımız bu otelden oldukça memnun kaldık. Temmuz 2014 itibariyle gecelik fiyatı oda+kahvaltı 240TL idi.
Saat bir gibi mayolarımızı giyip otelimizden ayrıldık. İstikamet Aydıncık Plajı. Aydıncık’ın iki plajı var. Biz güneydekine gittik. Tuz Gölü arkamızda kalıyordu. Burada Gökçeada Surf Eğitim Merkezi var. Onlarca uçurtma sörfçüsü rüzgarla dans ediyordu ama neden bilinmez ben tek bir foto bile çekmemişim. Neyse ki Kemal imdadıma yetişti. Onun fotolardan birini koydum. Hoş o da 4 sene önceki gelişinden kalma ama bir fikir verir sanırım. Plajda tesisin kiralık şezlonglarına kurulduk. 1 şemsiye, 2 şezlong 10TL. Arka tarafta duş ve içecek alabileceğiniz bir yer var. Ben klasik olarak hemen gölgede yerimi aldım. Bu mevsim güneşe hiç çıkamıyorum. Su oldukça mavi ve ideal serinlikteydi. Tek sorun kulvarlarla yüzücülere ayrılmış olan alanın zaman zaman sörfçülerin tecavüzüne uğramasıydı. Bazı arkadaşlar kızlara hava atacağız diye yakınlarından oldukça hızlı geçiyorlardı. Bir de sahilde çamura bulanmış insanlara rastlarsanız korkmayın. Arkadaki Tuz Gölünün çamuru cilde ve romatizmaya iyi geliyormuş. Haliyle çoğunluğu kadın olmak üzere turistler suratlarını, ellerini, kollarını kapkara çamura bulayıp ortalıkta zombi misali geziniyorlar. Burada sizi en çok rahatsız eden şey sinekler. Hemen arkada bulunan gölün sazlıklarından size akın düzenliyorlar. Hele denizden yeni çıktıysanız oldukça rahatsız edici bir durum.
Klasik deniz, kum, güneş, kuruyemiş, soda faslından sonra saat altıya doğru toparlanmaya başladık. Türkiye’nin en batı noktası olan İnceburun’a gidip güneşin batışını fotoğraflamak istiyorduk. Zeytinli Köyü sapağından hemen sonra fotoğraf molası verdik. Burada bulunan baraj adanın en büyük su kaynağı. Zaten Gökçeada yüzölçümüne oranla oldukça sulak bir ada. Hatta Ege Adaları içinde bu konuda birinciymiş. Hazır coğrafyaya girmişken biraz daha fazla bilgi vereyim.
Gökçeada 285.5 km.² lik bir alan üzerindedir. Çevresi 46 deniz mili olup, boy ve en olarak 16 x 5 deniz mili boyutlarındadır. Gelibolu Yarımadası’na 11, Limni’ye 10, Semadirek Adası’na 12 mil uzaklıktadır. Ulaşım için en yakın yer olan, Kabatepe Limanı’na 14 mil uzaklıktadır.
Coğrafi yapısı çevre adalardan oldukça farklıdır. Tek bir dağdan oluşan Semadirek ile tek bir ovadan oluşan Limni’ye karşın, tepelerin ve ovaların birbiri ardınca sıralandığı ilginç bir yapısı vardır. Gökçeada genelde engebeli bir yapıya sahip ve volkanik kütlelerden oluşmuştur. Gökçeada’nın % 77’si dağlık, %12’si engebeli ve %11’i de ovalık alandan oluşmuştur.
Ada’nın en yüksek noktası Doruktepe 673 metredir. Volkanik bir yapı hakim olmasından dolayı Dev Kazanları, Sualtı Mağaraları, Lav kayaları ve ponza taşları Ada’da çokça bulunmaktadır.
İklim, Akdeniz ve Karasal İklim arasında sıkışmıştır. Kar ve don ender olarak görülür. Bahar ayları yağışın en çok olduğu aylardır. Gökçeada rüzgarlara açık bir konumdadır ve genellikle Poyraz ile Lodos rüzgarları etkindir.
Bitki örtüsü ise, çam ormanları, makilik, ve zeytinlikten oluşmaktadır. Rüzgara açık alanlarda da geven dikenleri mevcut olup, Ada’nın erozyon dengesini sağlamaktadır. Bitki örtüsü ise çok ilginçtir; Akdeniz, Karedeniz, Ege ve Karasal iklim bitki örtüsü bir arada görülür. Bu açıdan da bakıldığında her türlü ürünün alınabileceği bir yer olarak göze çarpar.
Kaynak: www.gokceada.gov.tr
Baraj molasından sonra Uğurlu Köyü’ne doğru yol alırken yolumuz beyaz keçiler tarafından kesildi. Meğer bir çok yerde reklam tabelalarını gördüğüm Mutlu Keçiler Çiftliği’nin önüne gelmişiz. Keçiler beslenmek için yolun karşısına geçip çitlerle çevrili özel beslenme alanına doğru salına salına yürüyorlardı. Adada keçi ve koyun oldukça bol. Her an önünüze bir tanesi çıkabilir. Ancak böyle bir geçit töreni ilk defa görüyorduk. 500 keçinin önümüzden geçip yemliklerine gitmeleri oldukça uzun sürdü. Mutlu Keçiler Çiftliği Gökçeada için çok önemli. Zira adada bulunan küçükbaş hayvanlar adanın hemen her tarafında başıboş olarak otlatılıyor. Bu da bitki örtüsünü oldukça tahrip ediyor. Bu açıdan ahır hayvancılığı modeline geçilmesi hem ada hem de turistler için hayırlı olacaktır. Bu tesis de bu anlamda adaya örnek oluyor.
Keçileri beslenmeye yolladıktan sonra Uğurlu’ya doğru yola devam ettik. Uğurlu büyük bir köy, ama Rum köylerinin o kendine has yapısından çok uzak. Çoğu yazımda da belirttiğim gibi ne yazık ki mimari zevkimiz hiç gelişmemiş. Belediyelerin de bu konuda bir çalışması yok. Oldukça üzücü bir durum.
Uğurlu’nun denizle kavuştuğu yerde bir balıkçı limanı var. Limanın açıklarında sahil güvenlik tekneleri devriye geziyor. Limandan sola dönüp daracık bir yoldan tepeyi tırmanmaya başladık. Didem’in midesi bulanınca onu ön koltuğa transfer ettik. Yaklaşık 2-3 km sonra İnceburun sahiline ulaşıyorsunuz. Burası oldukça uzun ve geniş bir plaj. Üç beş araba dışında in cin top atıyor. Plajın girişinde derme çatma bir kulübe var. Buradan kiralık şemsiye temin edebilirsiniz. Biz plajın sonuna kadar gidip arabayı park ettik. Güneş sağ taraftaki tepenin arkasına doğru iniyordu. Tepeye çıkan toprak bir yol vardı ama arabayı o yola sokmak istemedik. Yürüyerek çıksak bu sefer de gün batmış olacak ve manzarayı kaçıracaktık. Ben yakındaki kayaların üzerine tırmanıp ne var ne yok diye bakmak istedim. O da ne burada bir plaj daha var. Sonradan öğrendiğime göre adı Saklı Liman’mış. Tam da adına uygun bir koy. Sanırım toprak yoldan da buraya arkadan ulaşabiliyorsunuz. Biraz fotoğraf çektikten sonra gün batımını fotoğraflayamamanın üzüntüsüyle arabaya geri göndük. Herkesin karnı zil çalıyordu. Akşam yemeğine hazırlanmak için otele doğru yola koyulduk.
Uğurlu ile Kaleköy (Kastro) arasındaki gölete geldiğimizde güneş tam tepelerin arkasına girmek üzereydi. Tabi otomobilde bu kadar fotoğraf meraklısı olunca bu manzaraya karşı mola vermemek olmaz. Bir kaç kare günbatımı fotoğrafı çekip otelimize ulaştık. Akşam yemeği için hazırlanıp, geceleri adanın kalbinin attığı, Kaleköy’e gittik. Son Vapur adlı balık ve et lokantasında güzel bir yemek yedik. Tatlı olarak sakızlı muhallebi sorduk ama yokmuş. Fiyatlar derseniz meze tabağı 7TL. Pirzola 25TL. Balığı sormadım zira ben balığı mevsiminde yemeği seviyorum. Çiftlik ya da dondurulmuş balığı tercih etmiyorum. Yarın buraya daha erken gelip gün batımını burada çekmeye karar veriyoruz.
Zeytinli’ye geri dönüp arabayı ilkokulun bahçesine park ettik. Taş kaldırımlardan otelimize doğru yürümeye başladık. Cafe Garaj’ı açık görünce hemen içeri girdik. Rum sahibi bizi kapıda karşıladı.
– Sakızlı muhallebi var mı?
– Var, var.
– Karadut dondurması var mı?
– Var, var hepisi de var.
Cafe Garaj’ın manzarası şahaneydi. Sakızlı muhallebisi ve dondurması ise vasattı. Ama sahibi oldukça eğlenceli bir tip.
19 Temmuz, Cumartesi
Gece oldukça iyi bir uyku çektim. Yatak rahatmış. Sabah saat sekize doğru kalktım. Kemal’e mesaj attım. Kahvaltıdan önce Zeytinli Köyü’nü dolaşıp fotoğraflamak istiyorduk. Didem uyuyordu ama ben tam çıkarken kapı sesine uyandı. Kemal ve Zeynep ile otelin lokantasının önünde buluştum. Hep beraber yokuştan yukarı doğru çıkmaya başladık. Gökçeada’da 1960’lara kadar Rum nüfusu oldukça kalabalıkken bu yıllarda başlayan devlet politikaları sonucu birçok Rum buradan ayrılmak zorunda kalmış. Özellikle 1970’lerde tam bir yıldırma politikası güdülmüş. 1960’larda 6000’nin üzerinde olan Rum nüfusu 1980’lerde 500 kişinin altına inmiş. O yüzden diğer Rum köylerinde olduğu gibi Zeytinli’de de bir çok terkedilmiş, harabe şeklinde ev var. Yaz kış oturulan ev oldukça az kalmış. Genelde evleri yazlık olarak kullanıyorlar. Son zamanlarda ise turizmin canlanması ile bir eve dönüş (en azından yazları) başlamış. Hatta meydandaki cafelerden birinin adı Nostos, Türkçesi “Eve Dönüş”. Buranın sahibi ortaokuldan sonra Gökçeada’dan ayrılmak zorunda kalmış. Yaklaşık 40 sene sonra ise doğduğu topraklara geri dönmüş. O da meydanda diğer cafeler gibi dibekte kahve ve sakızlı muhallebi satıyor. Gökçeada’nın yakın tarihini bir de oranın sakinlerinden Barba Yorgo’dan dinlemek isterseniz buyurun linki:
http://www.barbayorgo.com/tr/barba-yorgo/goceada.html
Otelin serpme kahvaltısından oldukça memnun kaldık. Özellikle domateslerin tadına doyamadım. Aklıma Alp geldi. Zeytinler, ev reçelleri, yumurta, menemen hepsi çok güzeldi. Bir de kaymak, domates reçeli ve peynir ezmesi olsaydı 10 numara 5 yıldız verecektim. Kahvaltıdan sonra Madam’ın meşhur dibek kahvesini içmeye gittik ama dışarıdaki iki masa da doluydu. Biz de hemen çaprazındaki Nostos Cafe’ye oturduk. Kemal cafenin sahibiyle hemen sohbete koyuldu. Kemal adaya daha önce geldiğinde, burayı bir Türk işletiyormuş. Bu sene yukarıda anlattığım gibi ev sahipleri geri dönmüşler.
Biz sohbete dalmışken ağzında bir şey taşıyan kara bir kedi karşı kaldırımdan geçmesin mi? Bir de baktım ki ağzında yavrusunu taşıyor. Daha makineme davranamadan geçti gitti. Benim de eskiden dişi kedim olduğu için yavrularının yerini değiştirdiğini hemen anladım. Eğer son yavru değilse, ki daha önce geçtiğini görmedik, diğer yavrularını da taşıyacaktı. Makinemi hazırlayıp beklemeye başladım. Ve yaklaşık 5 dakika sonra ağrında yeni bir yavruyla çıkageldi Karolin. Ben de bu anı kaçırmadım. İsmini nereden mi biliyorum, çünkü geri dönerken takip edip yavrularının yerini bulduk. Bir evin avlusuna doğum yapmış. Ev sahibesi de bize adını söyledi ve yavrularından birini gösterdi.
Kahve ve sohbet keyfinden sonra Lazkoyu’na gitmek üzere arabaya bindik. Koya hem dün gittiğimiz yoldan hem de sahil yolundan ulaşabilirsiniz. Sahil yolu biraz daha uzun ve oldukça virajlı ama manzara için değer doğrusu. Gökçeada ilginç bir ada. Her virajın ardında sizi bir sürpriz bekliyor. Bu kimi zaman (aslında çoğu zaman) bir keçi, kimi zaman muhteşem bir manzara, kimi zaman küçük bir manastır, kimi zaman da bir öküz (yolu ortalayıp son gaz giden minibüsçüler ya da pikaplar) oluyor. Ama en büyük sürprizini burayı Bozcaada sananlara yapıyor. Bodrum ve Çeşme’nin beachlerini, hizmetini, eğlencesini arayanlar ise Gölçeada’ya hiç gelmesin. Burada yaşam son derece yavaş ve dingin. Zaten Gökçeada, Türkiye’de sadece 9 beldeye verilen Cittaslow sıfatına da sahip. Temmuz 2014 tarihi ile diğer Cittaslow beldeleri ise şöyle: Muğla Akyaka, Halfeti, Ordu Perşembe, İzmir Seferihisar, Sakarya Taraklı, Edirne Vize, Isparta Yalvaç ve Aydın Yenipazar.
Lazkoyu tabelasını görünce ana yoldan ayrıldık. Bir kaç kilometre sonra koy tepeden görüldü. Oldukça bakir olan koy, rüzgarlara kapalı yapısı ve kum plajı ile ideal bir aile plajı görünümünde. Üstelik Aydıncık’ın aksine hiç karasinek yok. Burada ufak bir restoran-cafe var. 10TL karşılığında bir şemsiye iki ahşap şezlong kiralayabilirsiniz. Şezlongların bazıları sabit, dümdüz olmuyor. Tamamen uzanmak istiyorsanız uygun bir tanesini kiralamak isteyebilirsiniz. Bizim şansımıza sadece 2 şezlong vardı. Hafta sonları kalabalık olduğundan şezlong sıkıntısı olabiliyormuş. Aslında adaya yüksek ve bagajı büyük bir araçla gelmek lazım. Hem toprak yolları keşfedebilir hem de bagajına koyacağınız şemsiye ve plaj malzemeleri ile en bakir plajlarda kafa dinleyebilirsiniz.
Lazkoyu’nu hepimiz çok beğendik. Denizin serinliği de tam kıvamdaydı. Bozcaada ile kıyaslarsak burası imamın abdest suyu kıvamında. Zira Bozcaada’nın denizi insanı resmen ısırıyor. Saat altı civarı hazırlanıp otelimize doğru yola koyulduk. Otele dönerken herhangi bir mide bulantısına mahal vermemek adına sahil yolunu tercih etmedik.
Bu akşam dün İnceburun’da çekemediğimiz denize inen güneş fotoğrafı için Kaleköy’e gidiyoruz. Ama gökyüzündeki bulutlar bizi korkutuyor. Kaleköy’e vardığımızda güneş buluta bir giriyor bir çıkıyordu. Aslında bulutları çok severim. Özellikle gün batımında güneş onları alttan aydınlattığında fotoğrafa çok şey katıyorlar. Lakin bu sefer kalın bir tabaka tam ufuk çizgisinde kümelenmişti ve biz güneşi yine denize batıramayacaktık. Üzerine GorilloPodumu otelde unutmuştum. Mecburen kayaların üzerine tüneyip acayip şekillere girerek makineyi sabitlemeye çalıştım. Amacım ND ve CP filtrelerimle uzun pozlama yapmaktı ama bu güneşe benim ND az geldi. Belki uzun pozlama yapamadım ama elde çekimle oldukça güzel kareler yakaladım. Bunlardan bir tanesi de Didem’in Zumba ile ilgili Instagram hesabına gitti.
Güneş battıktan sonra akşam yemeği için Kaleköy çıkışında solda yer alan Yörük Çadırına gittik. Madem burası keçi memleketi gelmişken oğlak çevrime yemeden gitmek olmaz. Öncelikle garsona sorduk ne yiyelim. “Oğlak çevirme, kuzu çevirme, sac kavurma var” dedi. “Oğlak Mayıs ayında güzel olur şimdi kuzular daha yağlı ve lezzetli. Ama siz oğlak çevirme yiyin çünkü kuzu çevirmem bitti” dedi. 1kg oğlak çevirme (kemikli haliyle) 64TL imiş. Fakat biraz pahalı geldi. Malum burada keçiden bol bir şey yok. Bu arada Kemal ve ben sivrisineklerin saldırısına uğradık. Beş dakikada bacaklarımdan beş kez ısırılmıştım. Uzun pantolon giymediği için kendime kızdım.
Mezeler dün yediğimiz yerle aynı fiyat: 7TL. Lakin lezzet olarak Son Vapur’un yanına bile yaklaşamaz. Bence buraya Mayıs ayında geldiyseniz sadece oğlak çevirme yiyin yanına da çoban salata. Başka bir şeye gerek yok. Zira oğlak çevirmeden sonra yediğimiz sac kavurma da çok başarılı değildi. Benim Orhangazi’de Orhan’ın yerinde yediğim sac kavurmanın yanına bile yaklaşamadı. Ama en efsane sac kavurmayı Kale’de Muğla’ya inerken bir tepede yemiştim. Tadı hala damağımdadır. Merak edenler şu yazıyı okusun.
Kaleköy’den Zeytinli’ye dönünce kendimi eve gelmiş gibi hissettim. Madam’ın yeri yine doluydu. Bu kez de Nostos Cafenin karşısındaki Panayot Usta Halis Dibek Kahvesine oturduk. Buranın sahibi aynı zamanda bizim otelin çaprazındaki Sıcak Kahve’nin de sahibiymiş. Çay, sakızlı muhallebi, tiramisu, karadut dondurması, dibekte kahve… Hepsi çok güzeldi. Didem sakızlı muhallebiyi o kadar çok beğendi ki yarın tekrar gelmek istediğini söyledi.
20 Temmuz, Pazar
Yine erkenden güzel bir Gökçeada sabahına uyandım. Herkes uyanınca saat ona doğru kahvaltıya geçtik. Dünkü gibi mükellef bir kahvaltı yaptıktan sonra soluğu Panayot Ustada aldık. Gelsin sakızlı muhallebiler. Didem eve de sakız aldı. Dediğine göre İstanbul ile fiyatlar yarı yarıyaymış. Ayrıca domates reçelini de unutmadık. Sağ olsunlar bize bir de tadımlık zeytin reçeli hediye ettiler. Peynirle güzel oluyormuş.
Otele veda edip Tepeköy’e (eski adıyla Agridya) doğru yola koyulduk. Burası adanın kuzeyinde kalıyor. Otelden yaklaşık 15 dakikada köye ulaşıyoruz. Yol çalışmalarının arasından geçip bir çatala geliyoruz. Burada yol toprak oluyor. Biz sağa dönüp anıt çınarı görmeye gidiyoruz. Çınar da çınar hani. Adada bunun gibi başka çınarlar da varmış ama içlerinde en yaşlısı buymuş. Çevresi tellerle çevrilerek (muhtemelen keçilerden ötürü) koruma altına alınmış. Sırtınızı çınara verip denize doğru yürüseniz sizi fonunda Semadirek adasının olduğu muhteşem bir manzara karşılıyor. Kim bilir, belki Gökçeada’dan bir gün oraya da bir feribot gider. Hoş daha Bozcaada’ya bile buradan sefer yok ama umut fakirin ekmeği.
Tepeköy de diğer Rum köyleri gibi nüfusunun büyük bir bölümünü göçle kaybetmiş. Terkedilmiş harap evlerin yanında insanların yaşadığı mavi kapılı, bakımlı, güzel taş evler. Bu tezatlık insanda farklı duygular uyandırıyor. Keşke duvarların bir dili olsa da bize anlatsalar yaşadıklarını.
Köyü şöyle bir turlayıp Barba Yorgo’nun Rum Tavernasına geliyoruz. Kapısındaki yazı dikkatimi çekiyor.
“İki yabancı gibi, karşılıklı iki yakada, uzo ve rakı ile dumanlı kafaları dillerinde aynı şarkı,
Dudaklarında aynı tebessüm kim inanır düşman olduklarına?”
Burada isteyenler şarap tadımı yapabilirler. Ayrıca konaklama imkanı da sunuluyor. Biz üzüm bağlarını fotoğraflamakla yetiniyoruz.
Tepeköy’den ayrılıp Kuzu Limanına doğru yola koyuluyoruz. Ama feribota binmeden önce son bir işimiz var. Merkezde bulunan Meydani Pastanesi’nin (Efibademi ile ünlü olan mekan) yanındaki şarküteriden alışveriş yapıyoruz. Sele zeytini, sepet peyniri, lor peyniri aldık. Dükkanın sahibi sattıkları ada balını çok övdü ama bildiğiniz şekerli, akışkan bir bal. Biraz adaya özgü rahiyası var o kadar. Benim Akçay’dan aldığım organik bal çok daha güzel. Belki de ada balını başka yerde denemek lazım.
Feribota geldiğimizde saat üçe geliyordu. Hareket saat dörtte olacaktı. Şimdilik çok fazla bir kuyruk yok. Arabayı kuyruğa bırakıp yakındaki Muhtar’ın yerine gittik. Çaydı, sodaydı, telefondan sosyal medyaydı derken 1 saati tüketip feribota bindik. Feribottayken Çağrı biraderim aradı. O ve Bozcaada doğumlu olan eşi Gülsen Çanakkale’deydi. Yaz tatili nedeniyle sevgili yeğenlerim Alp Eren ve Teoman Emre anneanneleriyle kalıyordu. Çağrılar da Teoman’ın doğum günü nedeniyle bizden bir gün önce 17 Temmuz’da Çanakkale’ye gelmişlerdi. Bizim feribotun çıkışına geldiler. İstanbul’a önlü arkalı gidecektik.
Sakin tempo ile radarlara dikkat ederek yol alıyorduk. Yoldaki tek olayımız Didem’in gözlüklerini benzincide unuttuğunu sanmasıydı. Neyse ki hemen aklına geldi de fazla uzaklaşmadan geri döndük. Ama gözlüklerini bulamayınca benzinciden ıslak, aç ve üşümüş kedi yavrusu pozunda geri döndü. Bu gözlükleri kaç kere kaybetti sonra geri buldu sayamadım. Daha sabah kendi de bundan bahsediyordu ama bu sefer gözlükleri kaybettiğine iyice ikna olmuştu. Gözlükler yolculuğun ilerleyen safhasında kapının yan gözünden ortaya çıkacaktı. Allah sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş ya Didem’in de olayı bu. Çağrılarla aramız açılmıştı. Sen git bizi bekleme diye mesaj attım.
Yemek için Erciyes lokantasında durduk. Normalde Özcanlara giderdik ama Gülsen bahçesi güzel deyince burayı tercih ettik. Yolda yenen yemekler bana her zaman daha lezzetli gelmiştir. Hele ki motor kullanıyorsam. Burada da adet bozulmadı. Nefis Tekirdağ köftelerini mideye indirdik. Tatlıyı beklerken lokantanın bahçesinden gelen yavru köpek seslerini merak eden Zeynep sofradan ayrıldı. Döndüğünde ise kucağında tatlı bir enik vardı. Bize eğlence çıkmıştı. Kucaktan kucağa gezen keratanın keyfi yerindeydi. Ama yolcu yolunda gerek diyerek tekrar yola koyulduk.
Tekirdağ’dan sonra trafik yoğunlaşmaya başladı. Hafta sonu tatilcileri İstanbul’a dönüyordu. Yine de ortalama bir hızla İstanbul’a ulaştık. Eve girdiğimizde saat on bire geliyordu. Güzel bir gezinin sonuna daha gelmiştik. Bu geziye gitmemize ön ayak olan Kemal ve Zeynep çiftine buradan teşekkür ediyorum. Sağ olun var olun…