22 Ekim 2011
Sonbaharı doya doya yaşadığımız bu günlerde, Bukefalos ile dolaşmanın keyfi ayrı bir güzel oluyor. Hava sıcaklığı motora binmek için çok uygun. Fotoğraf için de bu mevsim, doğanın renk zenginliğini yakalamak adına, çok güzel. Tek handikabınız ise erken batan güneş. Bu hafta yol bizi Sonbahar manzarasını en güzel yaşayabileceğiniz yerlerden birine, İğneada’ya, götürüyor. Bu şirin Karadeniz beldesine daha önce 2006 İlkbahar’ında, Kara Kızım ile gitmiştim. Merak edenler o geziyi buradan okuyabilirler.
İstanbul ve Trakya’da hava, son on gündür mevsim normallerinin oldukça altında seyrediyordu. Hatta ben İğneada planları yaparken o taraflara kar yağıyordu. Ama hafta sonu yaklaştıkça hava düzeldi. Ilık ve güneşli bir İstanbul Cumartesi sabahında yola koyuldum. İlk hedef Hillside. Orada Ali Ağabey ve onun çetesi ile buluşacaktık. Batu ile buluşma noktamızı TEM Mahmutbey gişeler olarak sözleştik. Tam katılımcı listemiz şöyleydi:
Kayıhan Zeybek
Batuhan Alioğlu
Mehmet Lengerli
Ali İsmet Ural
Orhan Demirel
Özgür Bula
BMW R1200 GS
BMW R1200 GS
HONDA CBF 1000
KAWASAKI Z1000
KAWASAKI ZZR 1400
KAWASAKI ZZR 1400
Hillside’a beş dakikalık bir gecikmeyle ulaştım. İki Kawasaki gelmiş beni bekliyordu. Sonuncusu da az sonra gelince 3 Japon, 1 Alman olarak yola koyulduk. Sadece Orhan ve Özgür’ün kıyafetlerine kafam takılmıştı. Bugün 500km yol yapacaktık ama arkadaşlar Ortaköy’e kahve içmeye gider gibi giyinmişlerdi. Cumartesi olmasına rağmen TEM oldukça kalabalıktı ama trafik akıyordu. Yarım saat içinde gişelere ulaştık. Benim arkamda gitmekten sıkılmış olacaklar ki iki ZZR gişelerde önüme geçip uzadılar. Eee hani Batu’yu alacaktık? Ali Ağabey ile emniyet şeridine girip telefonlara sarıldık. Ben Batu’yu, Ali Ağabey de iki ZZR’yi arıyordu.
Batu ve Mehmet gişelere gelmişler ama Mehmet’in motorunda sorun varmış. Aküden dolayı motor çalışmıyordu, takviye kablosu bulmaları gerekiyordu. Ben Ali Ağabey’i önden saldım. Zaten benzini de azmış. Orhan ve Özgür’ü alıp yolda gördüğü ilk benzinciye girmesini ve bizi orada beklemesini söyledim.
Yaklaşık 40 dakika sonra Batular yanıma geldi. Tekrar yola koyulup gaz açtık.
Kumburgaz civarında Ali Ağabey aradı. Benzin için Selimpaşa’dan içeri girmişler. Geri dönmeyip ara yoldan Çerkezköy’e gideceklermiş. Tekrar gaz açtık. Onların nereden geleceğini bilmediğim için Çerkezköy’de durmayıp Saray’a devam ettik.. Saray’a bir kaç kilometre kala bir benzinciye girip hem depoları doldurduk hem de grubun kalanını bekledik. Az sonra onlar da yanımıza geldiler.
Grupta, ben ve Mehmet hariç herkes havanın soğukluğundan şikayetçiydi. Kuzeybatıya doğru yol aldıkça hava daha da soğuyordu. Ben buraya kadar üşümeden gelmiştim ama gideceğimiz yörede iki üç gün öncesine kadar kar olduğunu düşününce, depo üstü çantamda bulunan polarımı da üzerime giydim. Hani montun içliğini taksam olurmuş. Batu ise yazlık mont seçiminden ötürü kendi kendine söyleniyordu. Umarım bir sonraki gezide mont sorunsalını çözecek.
Vize’den sonra yol hem tenhalaştı hem de yeşillendi. Istıranca Dağları’na doğru yol alıyorduk. Arada gaza gelen Kawasaki’ler hızlanıp bizi geçiyor, kurtlarını döktükten sonra yavaşlayıp tekrar arkamızda yerlerini alıyorlardı. İğneada’ya 40-50km kala yol yapım çalışmaları vardı. Spor motorlar yavaşlayınca biz tekrar öne geçtik. Kamyonların kasalarından dökülen toprak, kar suları yüzünden zaman zaman balçık kıvamını almıştı. Arka grupla aramız açılınca puslu tepenin birinde fotoğraf molası verdim. Bir kaç dakika sonra Kawasaki tayfası yanımıza geldi. Hepsi üşümüş, pantolonlarının paçaları çamur içinde kalmıştı. Batu’nun motoru 11 dereceyi gösteriyordu. Zaten bu onları son görüşümüz oldu.
Oldukça kaygan ve bozuk bir yoldan tepeyi indik. Buke’nin arkası bir kaç kere attıysa da önemli bir kayma yaşamadım. Dupnisa Mağarası yol ayrımında arka grubu beklemek için Batu ile durduk. Bir kaç dakika sonra Mehmet geldi. Diğerlerinden ise haber yoktu. Yaklaşık on dakika kadar bekledik ama gelen giden olmadı. Telefonlar bu bölgede çekmediği için Batu arkada kalanlara bakmak için geri döndü. Bir süre de onu bekledik. Batu telefon çeken bir yerden Ali Ağabey’e ulaşmış. Motorları çok kaydığı için geri dönmeye karar vermişler.
Normal gezi programımızda Dupnisa Mağarası da yer alıyordu. Fakat bugün şanssızlıklar yüzünden epey vakit kaybetmiştik. Yol ayrımında üçlü bir zirve yapıp İğneada’ya doğru devam kararı aldık. Eğer vaktimiz kalırsa, geri dönüşte Türkiye’nin en büyük mağaralarından biri olan Dupnisa Mağarasını gezecektik. Demirköy – İğneada arası manzaralı bir yol. Mıcır yerine asfalt olsa Türkiye’nin en güzel motor yollarından biri olabilir. Umarım bir gün bütün yollarımız mıcırdan temizlenir. Gerçi mıcır olmasa da virajları çok hızlı dönemezsiniz zira her virajın arkasında bir iki inek yolun ortasında sizi bekliyor. O kadar çok inek var ki burası adeta taşıt değil inek yolu olmuş. Tabi aklıma hemen Bülent Ağabey geldi. Siteyi takip edenler, Acarlar Longozu gezisinde çok acıkan ve mangal hayalleri kuran Bülent Ağabey’in, bir ineğe çarpıp sonra onu kovalamasını hatırlayacaklardır.
Saat bire doğru manzaralı yolları arkamızda bırakıp İğneada’ya vardık. Herkesin karnı çok acıkmıştı ama ilk önce geçen sefer geldiğimde göremediğim Deniz Feneri’ne gitmeyi düşünüyordum. Bu yüzden Batu’nun “çok açım” ağlamalarına karnım tok şekilde, İğneada’ya 6-7 km uzaklıktaki Limanköy’e doğru gaz açtım. Sora sora Deniz Feneri’ni bulduk ama bahçesini kilitlemişler. Duvardaki “Köpek Var” yazısını da görünce feneri uzaktan fotoğraflamakla yetindim. Bu arada güneş bulutların arasından kendini göstermeye başlamıştı.
Limanköy’den İğneada’ya geri döndük. İğneada’nın girişinde, limana hakim tepenin üzerinde bulunan Liman Restaurant’a girdik. Gelsin mezeler, balıklar… Aşağıdaki, liman manzarasına karşı karnımızı doyurduk. Balıklar öyle aman aman değildi ama zaten sohbet şahane gerisi bahane… Karşıdan lokantanın içine düşen güneş de içimizi öyle ısıtmıştı ki soyuna soyuna birer tişört kaldı üzerimizde. Saat üçe doğru lokantadan ayrıldık. Lokanta çalışanlarıyla geri dönüş yolumuzu planladık. Onların bize önerdiği rota hem çok daha manzaralı hem de yolu kısaltıyormuş. Onlar her ne kadar asfalt deseler de yol kalitesi hakkında fazla bir beklentimiz yoktu.
Güneşin yüzünü göstermesinden olsa gerek hava oldukça ısınmıştı. Ben hafiften terlemeye başladım ama nasıl olsa orman yoluna girince hava serinleyecekti. Demirköy’ün içinde bulunan Orman İşletmeleri’nden sola, Sivriler yönüne doğru saptık. Çok daha bakir bir ormanlık alana girmiştik. Yol asfalt ama oldukça dar ve bozuk bir asfalt. Orman denizinin içinde oldukça virajlı yollarda ine çıka yol alıyorduk. Keşke gelirken de bu yoldan gelseymişiz. Hem o zaman Kawasaki tayfası da İğneada’ya gelebilirdi. Son duyumlarımıza göre Vize’de yemek yedikten sonra İstanbul’a dönüyorlarmış.
Ve bol virajlı, bol manzaralı, bol oksijenli bu muhteşem orman yolundan sonra Vize’ye geldik. Bu kadar güzellikten sonra çirkin yapılarla kuşatılmış olmak insanın moralini bozuyor. Neden bizim yerleşimlerimiz bu kadar çirkin?
Artık İstanbul ile aramızda hiç sevmediğim bir otoban yolculuğu kalmıştı. Kınalı, Silivri, Büyükçekmece derken köprüye kadar geldik. Bu arada benim sağ kasığım oldukça kötü çekiyordu. Hatta bir ara kenara çekip esnetmeyi bile düşündüm. Köprüden sonra ağrı azaldı. Ve evet 520km sonra yine evimdeyim. Herkesin sağ salim evine ulaştığını öğrendikten sonra bir sonraki Sonbahar rotasını planlamaya başladım.