12 – 13 Temmuz 2008
Geçen sene planladığım Valla Kanyonu gezisini gerçekleştirdim. Ben geziyi dört gün olarak düşünmüştüm. İşin içinde Kastamonu, İnebolu ve Sinop da vardı. Fakat diğer arkadaşların iş durumları nedeniyle Kastamonu ve Sinop bir başka geziye kaldı.
Cumartesi günü erkenden 3 motor (4 kişi) yola koyulduk. Ben Uygar ile buluşma noktama 10 dakika kadar geç kaldım. Sabahları hala lenslerimi takamıyorum. Sol gözüme lensi takamayınca tek lensle yola çıktım. Altıyı on geçe gişelerde Selçuk ve Aslı ile buluşup, otobandan ilk hedefimiz olan kahvaltı yapacağımız Berceste tesislerine doğru yola koyulduk.
Hava biraz serin, trafik ise yoğundu. Sapanca’dan sonra trafik azaldı, güneş de yükselince içim ısındı. Akyazı girişinden hemen önce Berceste Tesislerinde kahvaltımızı yapıp yol için enerji depoladık. Ben de tekrar lens operasyonuna giriştim ama yine başarısız oldum. Kızıp sağ gözümdeki lensi de çıkarıp emektar gözlüklerimi taktım. Tekrar yola koyuluyoruz, Bolu Dağı tünelini geçip Yeniçağa kavşağında otobandan ayrıldık.
Yeniçağa – Devrek yolu motosikletler için oldukça eğlenceli bir yol. Benzin takviyesi yapıp aşçılar diyarı Mengen’e doğru gaz açıyoruz. Burayı geçtikten sonra baston diyarı Devrek’te, Uygar ile beni polis durduruyor. Herhalde damsız motorcuyu ilçeye almıyorlar diye aramızda şakalaşıyoruz. Selçuk ilerdeki kavşakta bizi bekliyor. Polis, rutin ehliyet- ruhsat kontrolünden sonra bizi salıyor. İlerde bekleyen Selçuk ile buluşup tekrar yola koyuluyoruz. Fakat bir karışıklık yaşayıp rotamızdan çıkmışız, Perşembe yerine Yenice yoluna giriyoruz. Olayı farkettiğimizde geri dönmeyip Safranbolu üzerinden devam etme kararı alıyoruz.
Yollar güzel, manzara şahaneydi. Derken yol birden bozuldu. Toprak ve mıcırlı bir yolda ilerlemeye başladık. Ama Bukefalos için dert değildi. Ne de olsa doğuştan toprak sever bir binek :). Bir süre sonra yol kesildi. Dinamit ile yol açıyorlarmış. Yaklaşık 10-15 dakika dinamitlerin patlatılıp, greyderin bize yolu açmasını bekledik.
Toprak yoldan sonra yeni yapılmış yola çıktık. Yeni yapılmış derken bizim memlekete özel, zift üzeri mıcır yol kasdettiğim. Bu teknikten ne zaman vazgeçeceğiz bilemiyorum. Özellikle yeni atılmış mıcır, virajlarda her motorcunun korkulu rüyasıdır. Düşünün hızla viraja girip motoru yatırmışsınız ama yol mıcırlı. Ben gaz kesip temkinli devam ediyorum.
Manzaralı yolları arkamızda bırakıp saat bir gibi Safranbolu’ya giriyoruz. Hemen soluğu Cinci Han’da aldık. Daha önceki gezilerimde oldukça fazla fotoğraf çektiğim için bu sefer bir iki fotoğrafla yetiniyorum. Merak edenler Batı Karadeniz ve Safranbolu gezilerimden Safranbolu fotoğraflarına bakabilirler.
Öğle yemeğinden sonra Aslı için kısa bir Safranbolu turu yapıyoruz. Arasta, Kaymakamlar Evi, Demirciler Çarşısını gezip tekrar motorlarımızın yanına dönüyoruz. Sıcak iyice etkisini artırmış durumda.
Yine manzaralı yollara çıkmıştık. Küre Dağlarına yaklaşırken doğa da değişmeye başlamıştı. Fakat yolda bizi tatsız bir sürpriz bekliyordu. Eflani öncesi yol önce toprağa döndü, sonra da çok yeni dökülmüş ziftin içine girdik. Muhtemelen bir saat falan olmuştur döküleli, çünkü hala sıvı şekildeydi. Motorlar, üstümüz, başımız zift oldu. Sonra yol tekrar toprağa döndü. Böylece motorlar zift ve toprak karışımı macunla kaplandı. Ben bu şekilde yol yapan zihniyete… İnsan en azından yolun yarısına zift döker, o tamam olunca diğer yarısına…
Sonunda Küre Dağları Milli Parkı’na giriş yapıyoruz. Yol yer yer stabilize, yer yer toprak. Manzara ise her daim muhteşem. Kaskı aralıyorum ve mis gibi orman havasını ciğerlerime çekiyorum. Kulağımda güzel melodiler eşiliğinde, manzaraya bakarak salına salına yol alıyorum.
Gelelim ansiklopedik bilgiye. Doğal Hayatı Koruma (WWF) tarafından Avrupa’nın en önemli doğal kalmış ormanlarından sayılıyor. Ben de bilgileri WWF Türkiye sayfasından aktarıyorum:
Küre Dağları Milli Parkı (KDMP)
KDMP’da oluşan aşınım yüzeyleri, ‘karstik’ yüzey şekillerinin olağandışı örneklerini yaratmıştır. Kanyonlar, mağaralar, dolinler, şelalelerden,vb oluşan yüzey şekilleri ile karışık ormanlardan oluşan bitki örtüsü eşsiz doğal peyzajlar ortaya koymaktadır.
Çok sayıdaki kanyonların en büyüğü olan Valla Kanyonu 12 km’lik uzunluğu ve 1,200 m’yi aşan dik duvarları ile dünyadaki en büyük örnekleri arasındadır. Ilgarini başta olmak üzere çok sayıda irili ufaklı mağara da görenleri hayrete düşürecek niteliktedir.
Su, bu peyzajın oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır. Alanı drene eden başlıca akarsular (Devrekani, Şehriban/Aydos, Ulus, Arıt) Karadeniz’e doğru yol alırken Milli Park içinden geçer. Diğer benzer örnekleri, Toros Dağları ve Dalmaçya Kıyılarında bulunan karstik alanlar genellikle bitki örtüsü bakımından zayıftır. Ancak, Küre Dağları, tipik karstik özelliklerinin yanısıra, nemli iklimi sayesinde daha gür ormanlarla kaplıdır.
KDMP’nın kolay erişime olanak vermediği için görece iyi korunagelmiş ve benzerlerine uluslararası düzeyde ender rastlanan karstik ekosistemleri doğa koruma açısından önemlidir. WWF’ye göre alan, Avrupa’da elde kalan doğal ormanların en güzel ve en yabanıl örneklerinden birini temsil etmektedir. Canlılar için uygun doğal yaşam alanı (ormanlar, sarp kayalıklar, akarsular, çayırlıklar, vs) çeşitliliği, bitki ve hayvan türlerinin zengin kompozisyonu, yaşlı ağaçlar, nadir türler bunun en önemli kanıtlarıdır.
Flora
Yörede varlığı bilinen 675 bitki taksonundan, 109’u ‘Endemik’ (E) ve 49 tanesi ‘Nadir’ (R)’dir. Toplam 47 ‘Tehlike Altında’ki (EN) taksondan 2 tanesi ‘Küresel’, 33 tanesi ‘Avrupa’ ve 12 tanesi ‘Ulusal’ düzeyde tehlike altındadır. ‘Az Tehdit Altında’ (LR) olan 58 taksonun 3 tanesi ‘koruma önlemi gerektiren’ (cd), 3 tanesi ‘tehdit altına girebilir’ (nt) ve 52 tanesi ‘en az endişe verici’ (lc) durumundadır. 2 tane Bern türü bulunmaktadır.
Alanda bulunan ve Bern Sözleşmesi (Avrupa Yaban Hayatı ve Doğal Yaşam Ortamlarının Korunması Sözleşmesi) listesinde yer alan Tehlike Altındaki habitatlar:
41.1E1 – B.Karadeniz kayın ormanları,
41.2C – GD Avrupa meşe-gürgen ormanları,
41.47 – Öksin akarsu yatağı ormanları,
41.7B12 – İç Karadeniz meşe ormanları,
42.1722 – Karadeniz şimşir-Uludağ göknarı ormanları, 42.1723 – B. Karadeniz öksin kayın-Uludağ göknarı orm
42.5F11 – B. Karadeniz öksin sarıçam ormanları, 42.66413 – Karadeniz karaçam ormanları
Fauna
Türkiye’nin 132 memeli türünden 40’ı bölgede yaşamaktadır. Bu türler, vaşak, susamuru, geyik ve karaca gibi tehlike altındaki hayvanları da içermektedir. Alanda ayrıca, 38 familyaya mensup ve 46’sı tehdit altında olan 129 kuş türü kaydedilmiştir.Eldeki sınırlı bilgilerin dışında, alanın faunası (örneğin sürüngen ve amfibyenler) yeterince bilinmemektedir.
Kaynak: http://www.wwf.org.tr/wwf-tuerkiye-hakkinda/nerede-calisiyoruz/kuere-daglari/
Pınarbaşı’na ulaşınca Selçuk konaklayacağımız Park Ilıca tesislerini aradı. 15-20 dakikalık yolumuz kalmış. Selçuk ve Uygar önden gittiler. Ben durup fotoğraf çekiyordum. Tabelalar hedefe yaklaştığımı söylüyordu. Ilıca köprüsünü geçince durdum. Sağ taraftan yol Ilıca Şelalesi’ne gidiyordu. Cep telefonu ile Selçuk’u aramaya çalıştım ama selocanlar buraya gelememişler. Vodafone hattım da çekmiyordu. Derken karşısında durduğum caminin penceresi açıldı ve müezzin mi imam mı olduğunu anlayamadığım kişi bana bu bölgede cep telefonlarının çalışmadığını söyledi. Ben de ona Park Ilıcayı sordum. Köprüden önce hemen sağdaymış. Teşekkür edip geri döndüm ve tesise giriş yaptım.
Park Ilıca tesisleri bungalowlardan oluşan şirin bir yer. Odama yerleşip üstümü başımı değiştirdim. Her yerimden zift dökülüyordu. Botumun içine kadar zift girmişti. Elimi yüzümü yıkayıp Bukefalos’un yanına gittim. Canon 40D ve GPS cihazımı yanıma aldıktan sonra Selçuk ve Aslı ile şelalenin orada buluşmak üzere sözleştik. Selçuk 500 metrelik mesafeyi yürümek istemediği için motorla gidecekti. Ben yürüye yürüye bir yandan da fotoğraf çekerek şelaleye doğru yola koyuldum. Bir yerden sonra yol patikaya döndü. Aşağıya doğru uzun ince bir patika gidiyordu.
Patika aşağıya indikçe daralmaya başladı. Bir yerden sonra da kayaların içinde kayboldu. Yolda Aslı ile Selçuk’u yakaladım. Artık keçi misali kayadan kayaya atlayarak ilerliyorduk. Derken şelalenin sesini duyduk; az sonra da kendisini gördük. Yaklaşık 15 metreden bir gölcüğe akıyordu. Bir süre durup bu güzel manzarayı seyrettik. Önce Aslı sonra da Selçuk ayaklarını suya soktular. Dediklerine göre su buz gibiymiş. Ben terlikle gelmediğimden sadece fotoğraf çekmekle yetindim. Ertesi gün sabahtan mayolarımızı giyer, yüzeriz diye kararlaştırdık. Biz şelalenin kenarında vakit geçirirken Uygar da geldi. Cep telefonunun çektiği bir yer arayıp bulmuş, ondan geç kalmış. O da ayaklarını suya sokuyor.
Şelalenin yanından ayrılıp geldiğimiz patikadan sağa sapınca Horma Kanyonu patikasına girdik. Bir yandan da acaba buralarda Kırım Kongo Kanamalı Kenesi var mıdır diye geyik yapıyorduk. Geyik demişken çevrede geyikler de varmış ama biz göremedik. Patika sürekli yukarı çıkıyordu. Bir noktaya gelince Selçuk şelalenin sesini duydu. “Aynı yere gidiyor burası galiba” dedi ve durdu. Ben tabelada yazıyı gördüğüm için doğru yolda olduğumuzu düşündüğümden onlara oldukları yerde durmalarını söyledim. Ben hızlanarak 50-60 metre gitmiştim ki aniden önüme çıkan dik bir yardan aşağıdaki manzara karşıma çıktı.
Seslenip onları da çağırdım. Evet şelaleye gelmiştik ama epey bir yukarısına. Şelalenin döküldüğü yerin üzerindeydik. Biraz daha gidince Kanyonun ağzında bulduk kendimizi. Suyu izlersek bir kaç kilometre sonra diğer taraftan çıkabiliyormuşuz ama bizde ne rehber ne de ekipman var. Kanyonun ağzında vakit geçirip manzaranın keyfine bakıyoruz.
Fotoğraf ve video çekimlerinin ardından geldiğimiz yoldan tesislere geri döndük. Akşam güneşi, tesisleri ve Horma Kanyonu’nu okşuyordu. Yemek için tesise haber verdik. Bizim için mangal yapacaklardı. Biz de yemeğimizi beklerken fotoğraf çektik. Çiftiliğin bir köpeği, iki kedisi, iki de kazı var. Kazlar Aslı’yı kovalayınca komik sahneler ortaya çıktı ama o anı ne yazık ki fotoğraflayamadım.
Bir yandan da işletmecilerle sohbet ediyorduk. Geçen sene kalabalık bir motor grubu gelmiş buraya. Dört gün kadar kalmışlar. Sanırım EMOK gelmişti buraya. Bu sene kene olaylarından ötürü pek gelen giden yokmuş. Burada kene olmadığını iddia ediyorlardı. Orasını bilemeyeceğim; ben de kene görmedim ama sanırım pire vardı :).
Yemekten sonra dışarda biraz sohbet etmek istedik ama sivrisinekler rahat bırakmadı. Biz de lokal gibi olan yere geçip King oynadık. Bir yerde yanlışlık oldu, fazladan bir el koz oyunu oynanınca Aslı hariç herkes çıktı. Oyundan sonra odalarımıza çekildik. Yarın uzun ve zorlu bir gün bizi bekliyordu. Duşumu aldıktan sonra yorganı kafama çekip, (geceleri sıcaklık 10 dereceye düşüyor) derin bir uykuya daldım.
13 Temmuz, Pazar
Sabah, yolun karşısındaki camiden gelen ezan sesi ile uyandım. Saat çok erken olmasına rağmen bir dışarıya bakayım dedim ama yorganı açtığım gibi geri kapadım. Hava buz gibiydi. Selçuk da altı buçuk civarı kalkıp bir turlamış ama o da soğuğa dayanamayıp içeri girmiş. Bizim sabah şelalede yüzme fikrimiz de hava muhalefeti dolayısıyla yalan oldu.
Saat sekize doğru alarmın çalmasıyla uyandım. Dışarıda çimler yağmur yağmış gibi ıslanmıştı. Biraz yürüyüş yapıp kulübeme geri döndüm. Enteresan bir şekilde lenslerimin ikisini de kolayca gözüme taktım. Kahvaltı için bizimkilerin yanına gittim. Ben lenslerimi takarken onlar kahvaltıya başlamışlar bile. Kahvaltı biraz zayıftı ama ekmekleri çok güzeldi.
Kahvaltıdan sonra yolculuk için hazırlanıyoruz. İlk hedefimiz Valla Kanyonu, sonra Ilgarini Mağarası. Dokuzu çeyrek geçe tesislerden ayrılıp yola koyulduk. Yükselen güneş içimi ısıtmıştı. Ilıca’dan Pınarbaşı’na doğru bir kaç kilometre yol aldıktan sonra, Valla Kanyonu’nu gösteren tabeladan sağa dönüyoruz. Yolumuz iniş çıkışlarla dolu. Başlarda stabilize olan yol sonraları toprağa döndü. Aman zift olmasın da biz her türlü yol şartına razıyız.
35 – 40 dakikalık manzaralı bir yolculuktan sonra Valla Kanyonu’nun yakınındaki Muratbaşı köyüne ulaştık. Köyün içinden geçip önden giden Selçuk ve Uygar’ı aramaya başladım. Bulamayınca telefona sarıldım ama burada da telefonlar çekmiyordu. Köyden bir amcaya kanyonun yolunu sordum. O da dik bir inişi gösterip “Buradan gideceksin evlat” dedi.
Oldukça dik, mıcırlı bir yoldu amcanın gösterdiği yol. Ben Bukefalos’u çevirip yola dik açı ile yaklaştım. Biraz hızlanınca yavaşça frene dokundum. O da ne hala gidiyoruz. Biraz daha kuvvetli sıktım hala durma emaresi yok. Birden ekranda yanan ABS ışığını gördüm. Tabi ya devren çıkarmayı unuttuk ABS’yi. Arka frene yüklendim o biraz tutar gibi oldu. Yokuşun sonunda Aslı’yı gördüm. Çakmaktaş hesabı ayaklarımın yardımıyla yavaşladım. Selçuk’lar daha da aşağıya gitmiş. Ben soldan çimenlerin içine daldım. Uçurumun kenarına kadar gidip motoru durdurdum. Manzara nefes kesiciydi. Bu arada Uygar girişte motoru yatırmış ama ufak bir kuyruk çatlağı dışında bir hasarı yok. Beni gören Selçuk da yanıma geldi ama durup, ayaklığını açınca motor dengede durmadı. Selçuk da sağlam yere basamayınca onun motor da çimlerde yan yattı ama onun yan çantası olduğundan devrilmedi. Çantanın üstünde kaldı. Selçuk motorunu daha güvenli bir yere çekti.
Bu arada köyden iki çocuk yanımıza geldi. Ertorun ve Muhammed adlı bu iki kardeş bizim rehberliğimizi yapacaklardı. Uzun uzun motorlarımızı inceliyorlar. Soruları da makineli tüfek edasıyla sıralıyorlar :). Patikadan aşağı kanyona doğru yürüyüşe geçiyoruz. Bu arada iri bir kurt köpeği bizi ürkütüyor. Ne de olsa biz yabancıydık. O da sürüsünü koruma iç güdüsüyle bize yamuk yapabilirdi. Neyse ki minik rehberlerimiz köpeği tanıyorlar. Ona iri bir taş atıyorlar. O da taşla oynuyor. Taşla oynamayı çok severmiş. Uygar da rahatlayıp eline aldığı taşları yere bırakıyor.
Ormanın içinden geçen dar bir patika yola giriyoruz. Muhammed en önde bize yol gösteriyor. Övünerek bana yolun yanındaki tahta korkulukları amcasının yaptırdığını anlatıyor. On dakika kadar patikadan yürüdükten sonra Bakacak Kayası denen yere ulaştık. Buraya çıkmak isterken düşüp ölenler olmuş. Şimdi demir bir merdivenden rahatlıkla çıkılabiliyor. Merdivene doğru ilerliyoruz.
Merdivende attığım her adımla manzaranın güzelliği karşısında daha fazla büyüleniyordum. Sonunda en tepeye, teras şeklinde yapılmış yere ulaştık. Bundan sonra ben değil fotoğraflar konuşsun. Ne demişler bir fotoğraf bin kelimeye bedeldir.
Valla Kanyonu
Kastamonu’nun Pınarbaşı İlçesi Muratbaşı köyü sınırları içerisinde bulunan Valla Kanyonu’nun ilçeye uzaklığı 26 km’dir. Muratbaşı Valla mahallesine kadar stabilize, Kanyona kadar olan 1.5 km’lik kısmı ise orman içi patika yoldur.
Valla Kanyonu, Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın birleştiği bölgeden başlamakta olup, Cide ilçesi istikametinde 12 km uzunluğunda, yan duvar kayaların yüksekliği yer yer 800-1200 metreye ulaşan, girişi son derece zor olan ve Muratbaşıköyü Valla mahallesinin altından orman içi 1.5 km’lik yolculuktan sonra bu iki çayın birleştiğ yerden seyredilebilmektedir. Bu Kanyonda bulunan sarp kayalıklar kartal, akbaba, atmaca, doğan ve diğer tüm yabani av hayvanlarını bünyesinde barındırmaktadır.
Valla Kanyonu 1994 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden gelen 4 öğrencinin burada kaybolup, 14 gün sonra Cide ilçesinden çıkmaları ve burasını Vahşi Cennet olarak tanımlamaları ile basında yer almış, doğa severlerin ziyaret yeri haline gelmiştir. Kanyonun techizatsız geçilmesi mümkün değildir.
Kanyon girişine yakın olan Bakacak kayasının üzerine çıktığınızda. Bir yanda Pınarbaşı ve Azdavay’dan gelen Devrekani çayı, bir yanda da Kanlı çay akmaktadır. Kavuştukları noktadan ise sola dönüp derin kayaların arasından kıvrılarak Cide’ye doğru yol almaktadır.
Kaynak: http://www.azdavay.com/menuler/valla.asp
Terasta bir yandan manzarayı seyrederken diğer yandan da fotoğraf çekiyorduk. Bu arada ben de GPS cihazıma terasın koordinatlarını ve yüksekliğini kayıt ettim. Magellan’a göre deniz seviyesinden 548 metre yükseklikteymişiz.
Teras merdivenlerinden inip motorlarımızın yanına geri dönüyoruz. Evet Bukefalos tam bıraktığım yerde beni bekliyor. Dönerken vitesin boşaldığını, ayaktan kurtulup yardan aşağı yuvarlandığının geyiğini yapıyorduk. Hani olmaz ama insan düşününce bile tedirgin oluyor.
Minik rehberlerimizle vedalaşıp Ilgarini Mağarasına doğru yola koyuluyoruz. Fakat ilgili tabelayı bir türlü bulamıyoruz. Selçuk yolda 3 kişiye mağara yolunu soruyor fakat kimse bilmiyor. Hatta burada bu kadar meşhur bir mağaranın varlığından bihaberler. Sen yıllarca burada yaşa, ama burnunun dibindeki mağarayı bilme, olacak iş mi bu? Boynumuz bükük milli parkı terkediyoruz. Bundan sonraki hedefimiz Ulaş üzerinden Bartın.
Artık eve dönüş yolundayız. Vakit de öğlene geliyor. Amacım hava kararmadan eve ulaşmak. Malum kaskın vizörü siyah, hava kararınca yanımdaki şeffaf olanla değiştirmem gerekecekti. Bu arada yol yavaş yavaş omuzum için ızdırap olmaya başlamıştı. Popom da çoktandır böyle uzun yol görmediğinden acımaya başladı. Neyse ki manzaralara eşlik eden, güzel müzikler kulağımdaydı.
Ulaş’taki benzin molasını biraz uzun tuttuk. Ben bir buçuk litre suyu bir dikişte bitirmiştim. Vücut sünger gibi su çekiyordu. Öğle yemeğini Zonguldak’ta yemeyi kararlaştırdık.
Zonguldak’a ikiyi biraz geçe ulaştık. Uygar iş dolayısıyla sık sık buraya geliyormuş. Zonguldak çıkışında bir dürüm tırına gidip karnımızı doyurduk. Bana kalsa tepede, denizin üstünde bir yerde daha manzaralı bir lokantaya giderdim ama Selçuk yemek işini çabuk halledelim demiş Uygar’a.
Yemekten sonra tekrar yola koyulduk. Sahilden sırasıyla Ereğli, Alaplı ve Akçakoca’yı arkamızda bıraktık. Tatilcilerin eve dönüş saati olduğundan sahilde trafik vardı. Bir de deniz kenarına parketmiş otomobiller sürekli burun çıkarıp beni yavaşlatıyordu. Akçakoca’dan sonra Düzce yoluna döndük. Otobana girmeden önce Uygar ile benzin aldık. Selçuk Berceste yolundaymış. Attığı mesaja cevap yazıp Berceste’ye doğru gaz açtık.
O kadar takır tukur yoldan sonra otobana çıkınca rahatladım. Omuzum da fena değildi ama bu sefer de rüzgar çıktı. Berceste’de son molamızı verdik. Ben burada duracağımızı bilsem dürümcüde yemezdim. Selçuk burada da yedi gerçi :). Dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk.
Sıkıcı ve Sapanca’dan sonra sıkışık otoban yolculuğundan sonra saat dokuz civarı İstanbul’a vardım. Eve gitmeden önce soluğu Hillside’da aldım. Oto yıkamacıma motoru gösterip ziftleri çıkarıp çıkaramayacağını sordum. O da yarın getir hallederiz dedi. Ben de tamam deyip evin yolunu tuttum.
Pazartesi motoru yıkamaya bıraktım. Tam 4 kere mazotla temizlik yapıp yıkamışlar. Akşam spor çıkışı teslim aldığımda Bukefalos pırıl pırıldı ama acayip mazot kokuyordu. Bir de frenleri tutmuyordu. Sanırım balatalara gelen mazot onları kayganlaştırmıştı. Neyse o kadarını ben halledebilirim artık. Ama bu mazot kokusu ne olacak bilemiyorum. İşin kötüsü Salı günü spora motorla gittim, o kısa mesafede bile yine üzerime mazot kokusu sindi :).