Kapadokya Gezisi

19-21 Eylül 2014

Didemimle, ilk evlilik yıl dönümümüz için gitmeyi planladığımız Hillside Beach Club’tan beklediğimiz “yedek liste açıldı” haberi gelmeyince, rotamızı yurdumuzun en önemli kültür turizmi merkezlerinden biri olan Kapadokya’ya çevirdik. Hemen THY ve Pegasus’un bölgeye olan uçuşlarını kontrol ettim. Geç kaldığımız için ucuz uçak bileti göremeyince Kültür Turlarını araştırdım. Uçakla Kapadokya’ya giden tur oldukça az. Hatta bizim istediğimiz tarihlere uyan sadece Touristica’nın düzenlediği  tur vardı. Tatil sepeti üzerinden turu satın aldım. 

Kapadokya’ya ilk defa 14 sene önce askerdeyken, devrem Mutlu Çavuş ile gitmiştim. Sağ olsun Hicabi Ağabey izin günümüzde bizi 2. Hava İkmal’den arabasıyla alıp bir güzel dolaştırmıştı. Bu Kapadokya’ya ikinci gidişim olacaktı. Sefere çıkarken yanıma son seyahatlerimin aksine ağır topları aldım. Evet Fuji X20 boyundan büyük işleri başaran bir makine ama Türkiye’nin en fotografik yerlerinden birine (bana göre birincisine) gidiyorduk. Canon 5D Mark II ve saz arkadaşları 17-40mm, 70-200mm F4 ve 50mm F1.4 ile tripodumu hazırladım. Tabi flaşımı da unutmadım. Keşke diyebileceğim tek şey fotoğraf çantama sığmadığı için evde bıraktığım Sigma 35mm F1.4 lensim oldu.

Perşembe akşamı tur yetkilisi telefonla arayıp bilgi verdi. Bizim Dedeman otelini Kapadokya Lodge oteli ile değiştirmişler. Böylece 4 yıldızdan 5 yıldıza terfi etmişiz.

19 Eylül, Cuma

Sabah 04:30’da uyanıp, Pegasus’un 06:15 uçağıyla Sabiha Gökçen’den Kayseri’ye geçtik. Küçük havalimanına inince anılarım canlandı ve askerlik için buraya ilk gelişim gözümün önüne geldi. Askerden sonra karayolu ile bir kaç kez Kayseri’den geçmiştim ama o zamandan beri uçakla ilk defa geliyordum. 

Havalimanı çıkış kapısında tur rehberimiz Soner Odabaş ile buluştuk. Baştan peşin peşin söyleyeyim kendisinden çok memnun kaldık. Gerek bilgisi gerek anlatım biçimiyle dört dörtlük bir rehber.

Pastırmalı yumurta ve Sucuklu yumurta

Grubumuz 14 kişiden oluşuyordu. Bizi almaya gelen minibüs de 14 kişilikti ama bagajı yoktu. Elimizde bavullarla kala kaldık. Soner Bey şirket merkezini arayarak bir midibüs istedi. Biz minibüsle havalimanının hemen yakınındaki Şahin Et Mamüllerinin Fabrika Satış Mağazasına girdik. Midibüsü beklerken isteyen çay içti isteyen kahvaltı etti. Sucuk ve pastırma memeleketine gelmişiz, hemen garsona sucuklu yumurta ve pastırmalı yumurtayla su böreği siparişi verdik. Sahanlar, sucuklar ve pastırmalar güzeldi ama pişirme şekillerini beğenmedim. Yumurtayı karıştırmışlar. Sahanda yumurta dediğin benim kitabıma göre göz göz olur. Su börekleri de 2-3 günlüktü sanırım. Isıtıp getirmişler. O da sınıfta kaldı.

Yaklaşık 40-45 dakika sonra yeni aracımız geldi. İlk hedefimiz Talas caddesi üzerindeki Döner Kümbet. Burada aracımızdan inip rehberimizden bilgi alıyoruz. Daha sonra fotoğraf çekmek için yaklaşık 10 dakikanız var. 10 dakika sonra tur midibüsünde yerinizi almanız bekleniyor. Bu ritüel gezinin sonuna kadar devam etti. Tek değişen serbest zaman süreleri oldu. Çoğu zaman bu süreler bana yetmedi.

Döner Kümbet

Döner Kümbet (Şah Cihan Hatun Kümbeti) 

Kayseri’deki Selçuklu eserlerinin en güzel örneklerinden olan Döner Kümbet, kitabesine göre Prenses Şah Cihan Hatun adına yaptırılmıştır. Kümbet kare bir kaide üzerine on iki köşeli bir gövdesi olup, tamamen kesme taştan, mukarnas kornişler üzerine konik külahla, içten ise silindirik mekan üzerine kubbe ile örtülüdür.

Halk arasında Döner Kümbet olarak bilinen Şah Cihan Hatun Kümbeti, Talas caddesi üzerinde ve Seyyid Burhanettin Mezarlığı’nın karşısındadır. Kayseri’deki Selçuklu eserlerinin en güzel örneklerinden olan bu türbe kitabesine göre Prenses Şah Cihan Hatun adına yaptırılmıştır. Ancak kitabe de bir tarih belirtilmemektedir. Albert Gabriel Kayseri Abideleri adlı eserinde türbeyi Niğde ve Ahlat’taki benzer kümbetler ile karşılaştırarak inşa tarihinin 1275 yılı civarında olabileceğini söylemektedir.

Kaynak: www.kayseriden.biz

Hunat Hatun Camii

Bir sonraki durağımız Hunat Hatun Külliyesi oldu. Rehberimiz külliye ile ilgili bilgi verirken konu Ulu Camilere geldi. Bize öğle yemeği ödüllü bir soru sordu. Bir caminin Ulu Cami ismini alabilmesi için hangi şartları yerine getirmeli? Gruptan bilen çıkmadı. Olur da siz de aynı soruyla karşılaşırsanız cevabı buradan yazayım.

-Yapıldığı tarihte şehrin en büyük camisi olmalı
-Başkente yapılmış olmalı
-Hükümdarın bu camide adına hutbe okutmuş olması gerekli.

Hunat Hatun Camii Kapısı
Hunat Hatun Camii

Hunat Hatun Camii   

Hunat (Huand) Hatun Camii, külliyeyi meydana getiren diğer yapılar ile birlikte Kayseri’nin en gözde noktasında olup, mimarisi ve taç kapısındaki süslemeleri ile ilgi çekmekte ve çok sayıda ziyaretçiyi ağırlamaktadır.

Hunat Hatun Camii, Hunat Hatun Külliyesi olarak adlandırılan yapılar grubunun temel yapısıdır. Duvarları düzgün kesme taştan inşa edilmiş dikdörtgen planlı bir eserdir. Caminin ibadet alanı, 52,5X43,5 metre boyutlarındadır. Duvar kalınlıkları ile beraber cami 55X45 metrrelik bir alana oturmaktadır.

Dikdörtgenin kısa ekseni doğrultusunda 8, uzun ekseni boyunca 10 kemer aralıklarına bölünmüştür. Dört köşe ayaklar kemerleri tutmaktadır. Mihrabın önünde ve orta sahında iki kemer aralığı genişliğe sahip dört köşe iki alan inşa edilmiştir. Mihraba bitişik olarak kare olan bingilere dayanan bir kubbe yükselmektedir. Bu kubbe cami ile beraber inşa edilmiştir.

Ortadaki kare alan ise, şu anda kapalı olup, ilk yapıldığında klasik Selçuklu mimarisinde önemli bir yer alan Ulu Cami, Gülük Camii ve Lala Camii’nde de görülen bir nevi iç avlu niteliğinde ve hemen altında bir şadırvanın yer aldığı aydınlık veya ışıklık denilen alandır. Bu açıklık 1727 yılında kapatılmış ve muhtemelen sonradan yıkılmış veya yıktırılmıştır. 1900 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından bir minare eki ile birlikte bu kubbe tekrar inşa edilmiştir.

Klasik Selçuklu mimarisinde minare yoktur. Batı taç kapısı üzerinde yer alan minber-minare ve yine batı taçkapısına dayanan büyük bir minare daha bulunmaktadır. Büyük taş minare Sultan II. Abdülhamid tarafından H.1317’de (M.1900) yaptırılmıştır. Taç kapının üzerindeki minber-minare ise altı ayaklı, altıgen gövdeli, üstü ve külahı de kare planlı zarif bir eserdir. 1727 yılında yapılan onarım esnasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Minarenin olmadığı zamanlarda ise ezan, doğu giriş kapısının güneyindeki duvarın kalınlığı içerisinde açılan ve düz merdiven ile üstüne çıkılan taraçadan yapılmaktaydı.

Mihrap

Bütün Selçuklu camilerinin içi genelde mihrap ve minber hariç süslemesizdir. Hunat Hatun Camii’nde de mihrap en önemli unsurlarından birisidir. Mukarnaslı mihrap geometrik örgülerle çevrelenmiş, istiridye kabuğu şeklinde motiflendirilmiş üç nişten oluşmuştur. Her iki yanında ise döner mermer sütunlar vardır. Bunların üzeri de istiridye kabuğu biçiminde olup, hemen yukarısında da kufî yazıyı andırır tarzda geometrik geçmeli bordur bulunmaktadır. Yine geometrik süsleme ile dolu olan sivri mihrap kemeri akant başlıklı, burmalı birer sütunçeye dayanmaktadır. En dıştaki mihrap pervazı da geometrik motiflerle daha geniş bir alanda süslemiştir.

Minber

Caminin bir diğer özelliği de minberidir. Çivisiz geçme kündekâri tekniği ile geometrik motifli parçalardan kurulmuştur. Bu dekoratif panolar arasında uzun bordürler halinde çeşitli ayet ve dualar yer almaktadır. Çift kanatlı kapısı ve korkulukları oyma kafes işçiliğinin zarif örnekleridir. Usta ve tarih kaydı bulunmayan minber, maalesef defalarca boya­narak detaylar kaybolmuş ve cemaatin birbirini görmesi düşüncesi ile kesilerek pencereler açılmış daha da fenası alt tarafa gelen ayetler şuursuzca kazınmıştır. Ancak yine de Selçuklu üslûbunu tam olarak temsil eden değerli bir örnektir.

Mahperi Hunat (Huand) Hatun kimdir?

Mahperi Hunat Hatun, Selçuklu Hükümdarı I. Aleaddin Keykubat’ın karısı ve Sultan I. Giyaseddin Keyhüsrev’in annesidir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin en güçlü dönemlerinde yaşamış, eşinin ve oğlunun nüfuzu ile birlikte kişiliği ile toplum içinde haklı bir şekilde güçlü ve saygın bir konum edinmiştir. 

Güzelliğinin yanında kültürlü, cömert ve hayırsever bir kişi olarak görülmüş, bu sebeple kendisine “bilge, büyük” anlamına gelen Huand (Hunat-Hunad) ismi yakıştırılmıştır.

Akdeniz kıyısındaki Korakesion (sonradan Kalonoros denilen) ve Alaaddin Keykubat’ın “Alaiye” ismini verdiği kaleler şehri Alanya’nın son hükümdarı İbn Bibi’ye göre Rupenid soyundan gelme Kir Fard isimli Ermeni Beyi’dir. Kalanoros (Alanya) kuşatması sırasında kale sahibi Kir Fard hücumlara dayanamayacağını anlamış ve barış teklif etmiştir. 

Kir Fard I. Aleaddin Keykubad’a bir mektup yazıp “Eğer bana aman ve ülkenizde kalan ömrümü geçirecek bir yer verilirse büyük bir lütuf olacaktır” demiştir. Sultan, Kir Fard’ın bu teklifini kabul etmiş ve “Sadakatini ispat için ailesi efradından birini akrabalığımıza arz ederse hakkındaki güvencemiz artmış olur” diye cevap vermiştir. Bu söz üzerine Alanya Beyi Kir Fard kızını I. Aleaddin Keykubad’a eş olarak göndermiştir. 

Selçuklu Hükümdarı I. Aleaddin Keykubat’ın karısı ve Sultan I. Giyaseddin Keyhusrev’in annesi olan Mahperi Hunat Hatun, Kir Fard’ın kızıdır.

Kaynak: www.kayseriden.biz

El işi bez bebekler

Camiyi gezdikten sonra hemen yanındaki medereseye girdik. Medresenin odalarında halı dokuma, ebru sanatı gibi çeşitli küçük el sanatları icra ediliyor. Avluda ise bir çay bahçesi var. Didem hemen halı dokuyan teyzenin yanına çöküp nasıl ilmek atıldığını öğrendi.

Didem halıya ilmek atmayı öğreniyor

Hunat Hatun Medresesi        

Geometrik Selçuklu motifleri ile süslenmiş bir taçkapıdan girilen Hunat Hatun Medresesi, üstü açık kare planlı bir avlunun etrafında sıralanmış talebe odaları ve doğuda ana eyvandan oluşur. Şehrin tam merkezinde bulunan medresenin içi bugün çarşı olarak kullanılmaktadır.

Hunat Hatun Medresesi, Kayseri İç Kalesi’nin doğusunda, eski şehri çeviren surların dışında; cami, hamam ve türbe ile birlikte Selçuklu Hükümdarı I. Alaeddin Keykubat’ın karısı ve Sultan I. Giyaseddin Keyhüsrev’in annesi Mahperi Hunat Hatun tarafından M. 1237 yılında inşa ettirilmiştir. Medrese, caminin kuzey tarafında kalmaktadır. 

Hunat Hatun Medresesi, 1929 yılından itibaren, Vali Fuad Beyin direktifiyle müze olarak kullanılmaya başlanmıştır. Uzun yıllar Arkeoloji müzesi olarak tarihi eserlerin toplanıp sergilendiği Medrese, 1969 yılında Gültepe’de inşa edilen yeni Arkeoloji Müzesi’nin hizmete girmesinden sonra, Etnografya Müzesi olarak kullanılmaya devam etmiştir. Etnografya Müzesi olarak 1998 yılına kadar kullanılan medrese, müzenin Güpgüpoğlu Konağı’na taşınması sonrasında,  Kayseri Valiliği tarafından bakım ve onarımı yapıldıktan sonra Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne devredilmiş ve hediyelik eşya çarşısı olarak hizmete girmiştir. Halen hediyelik eşya çarşısı olarak kullanılmaya devam etmektedir. 

Plan itibariyle dıştan dikdörtgen bir çerçeve içine sığdırılmış iki eyvanlı medreselerdendir. Cami gibi medrese de çok itina ile inşa edilmiştir. Muntazam taş dizileri ile kaplanmış olup, tamamıyla sivri çok özenle yapılmış tonozlarla kubbelenmiştir. Taş dizilerindeki diziliş düzeni olukça itinalıdır ve medreseye sadeliğin yanı sıra abidevi bir hava katmaktadır.

Kaynak: www.kayseriden.biz

Hunat Hatun Camii

Buradan ayrıldıktan sonra Mimar Sinan Parkındaki Çifte Medreseye gittik. Burası Kayseride gezeceğimiz son yer.

Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi      

13. yüzyılda karvan yollarının kesiştiği önemli bir merkez olarak öne çıkan Kayseri, bu yüzyıldan sonra “Mukarr-ı Ulema” (Alimler Şehri) olarak anılmaya başlar. Önemli bir bilim ve sanat merkezi olan Kayseri’de Selçuklu döneminde 15 kadar medresenin olduğu belirtilmektedir. Bu medreseler arasında Tıp Medresesi ve Şifahane olarak yapılan Çifte Medrese (bugünkü adıyla Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi) Anadolu’daki ilk tıp merkezi olarak bilinmektedir.

Kayseri Tıp Tarihi Müzesi’nin yer aldığı Çifte Medrese, 1205-1206 yıllarında Selçuklu hükümdarı II. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır.

Medrese, Gevher Nesibe Şifahiyesi Kayseri Daruşşifası, Şifa-hatun Medresesi, Kayseri Maristanı, Darüşşifa Medresesi, Çifte Medrese, Çifteler, Gıyasiye ve Kayseri Tıbbiyesi gibi isimlerle de anılmaktadıGevher Nesibe Şifahiyesi Türklerin yaptırdığı onbirinci büyük hastanedir. Anadolu’da ise beşinci olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda içerisinde tıp tahsili yapılanların ilkidir. Gevher Nesibe Tıp Sitesi, yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk tıp merkezi olarak bilinmektedir. Gevher Nesibe Medresesi’nde hekim, cerrah, kehhal (göz mütehassısı), akıl hastanesi ve ruh hastalıkları koğuşları ve yardımcı asistanları bulunmaktadır. Bunların yanı sıra medresede eczane kısmı da bulunmaktadır.

Günümüzde Mimar Sinan Parkı içinde yer alan Gevher Nesibe Şifahiyesi, Erciyes Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne tahsis edilmiş ve 14 Mart 1982’de Tıp Tarihi Müzesi olarak düzenlenmiştir.          

Gevher Nesibe Sultan ve Çifte Medrese’nin hikayesi:

Gevher Nesibe Sultan, saray başsipahisine gönül vermiştir. Evlenmelerine Gevher Nesibe Sultan’ın ağabeyi hükümdar I. Gıyaseddin Keyhüsrev karşı çıkmıştır. Başsipahiyi bir savaşa göndermiş ve başsipahi orada şehit olmuştur. Bu olay sonrasında Gevher Nesibe Sultan üzüntüsünden hasta olmuş ve vereme yakalanmıştır. Kız kardeşinin durumunu öğrenen I. Gıyaseddin Keyhüsrev onu ölüm döşeğinde ziyaret eder.

Son dileğini sorarak, özür diler. Gevher Nesibe Hatun Gıyaseddin Keyhüsrev’den “Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkan yok, hiç bir hekim derdime çare bulamadı, ben artık ahiret yokuşuyum, eğer dilersen benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun” diye buyurmuştur.

Gıyaseddin Keyhüsrev kız kardeşinin hastalığına kendisinin neden olmasından büyük üzüntü duyar. Onun son isteğini yerine getirir ve 1204’de şifahanenin yapımını başlatır. Şifahane iki yılda tamamlanarak, 1206’da hizmete açılır. Daha sonra şifahanenin doğusuna Gevher Nesibe Sultan’ın ikinci kardeşi Izzeddin Keykavus tarafından 1210-1214 yılları arasında tıphane (Tıp Medresesi) yapılmıştır. Bu çift yapının 1890 yılına kadar amacına uygun bir biçimde kullanıldığı bazı kaynaklarca belirtilmiştir.

Kaynak: www.kayseriden.biz

Çifte Medrese

Saat onbire doğru Kayseri’den ayrılıp Nevşehir yoluna koyulduk. Yaklaşık 1 saat süren rahat bir yolculuktan sonra büyülü bölgeye ulaştık. Öğle yemeği için Hünkar isimli tur lokantasına gittik. Nasıl ki bir caminin Ulu Cami olması için çeşitli özellikler varsa bu tür lokantalarının da kendilerine göre olmazsa olmaz özellikleri var. 

Öncelikle yurt dışından gelecek misafirler dikkate alınarak otantik bir yapıda olmaları gerekiyor. Ya eski bir han restore edilmiş olmalı ya da bina eski han görünümlü ytonglardan olmalı. Bazıları da yörenin konaklama mimarisine uygun olarak dağın içine mağara şeklinde gömülmüş. 

Hünkar Lokantası

Kalabalık turist gruplarını ağırlayacakları için kapasite yüksek olmalı. Şöyle söyleyeyim bulunduğu bölgenin (Avanos, Ürgüp, Göreme, Çavuşin vs) en büyük lokantası olmalı.

Set menü şekliyle çalışmalılar. Tur otobüsleri aşağı yukarı aynı saatlerde (öğlen 12 ile 2 arası) turist yığdıkları için gelen misafirlerinden tek tek sipariş alacak imkanları yok. O yüzden yörenin geleneksel yemeklerinden ve Osmanlı yemeklerinin adını kullanıyorlar ama ortaya gelen şeyin ne olduğu hakkında fikrim yok. Misal testi kebabı dediler içinden et hariç herşey çıktı. Yabancı turist, önünde kırılan testinin fotoğrafını/videosunu çekerek mutlu oluyor. Ama gerçek testi kebabının tadını bilseler bu yedikleri sebze çorbasından hallice olan bulamaç şeklindeki yemeğe bir kuruş vermezler. Yemek; çorba, ana yemek, tatlı/meyve üçlemesinden oluşuyor. Fiyat heryerde aynı: 20TL. Su ve açık ayran haricindeki içecekleri ayrıca ödüyorsunuz.

Tavsiye: Eğer siz de bizim gibi turla bu bölgeye giderseniz bu tip lokantalara gitmeniz kaçınılmaz olacak. İçecek siparişi için gelen garsona set menü yemek istemediğinizi bir kaç kez belirtin. Genelde ilk seferde kabul etmiyorlar ama sonra tavuk şiş ya da onun benzeri bir kaç yemek söyleyebiliyorsunuz. Böylece bizim gibi aç kalmaktan kurtulursunuz. İlle de yolda testi kebabı yiyecekseniz Kütahya’da Güral Porselen ve Kütahya Porselenin lokantalarını deneyin. Bana hak vereceksiniz.

Hünkar Lokantası

Öğle yemeğinden sonra  Kapadokya gezimiz başlamış oldu. Aslında Roma İmparatoru Augustus zamanında Antik Dönem yazarlarından Strabon 17 kitaplık ‘Geographika’ adlı kitabında (Anadolu XII,XIII,XIV) Kapadokya Bölgesi’nin sınırlarını güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak belirtir. Ama günümüzde daha dar bir bölge olan kayalık Kapadokya Bölgesi ise Uçhisar, Ürgüp, Avanos, Göreme, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresinden ibaret. Kapadokya turu satın aldığınızda rehberler bu alanı gezdiriyorlar.

Paşabağı Vadisi

Kapadokya deyince akla ilk gelen şey peribacaları oluyor. Bizim de ilk durağımız peribacalarını en güzel görebileceğiniz yerlerden biri olan Paşabağı Vadisi. Avanos – Göreme yolundan Zelve istikametine dönündükten bir kaç kilometre sonra Paşabağı bölgesine ulaştık. Rehberimiz, park ederken önünden geçtiğimiz  peri bacasına dikkat çekti. Önündeki direkte Türk Bayrağı dalgalanıyordu. Meğer burası jandarma kontrol noktasıymış. Hediyelik eşya satan tezgahların arasından geçip vadi ile ilgili rehberimizden bilgi aldık. Kapadokya’yı kendi özel arabasıyla dolaşmak isteyenlere de bilgi vereyim. Ne zaman tur otobüslerinin park ettiği, hediyelik eşya tezgahlarının yoğun olduğu bir yer görürseniz durun. Mutlaka orada ilginizi çekecek bir şeyler bulursunuz. Paşabağı bölgesinde park sorunu yok ve park alanları ücretsiz.

Paşabağı Vadisi

Gelelim bu masal diyarının baş aktörü olan peri bacalarına. Peri bacası nasıl oluşur ona bakmadan önce bölgenin coğrafi konumuna göz atalım. Kapadokyanın üç tarafında üç sönmüş volkan var. Bunlar Kayseri’de bulunan Erciyes,  Aksaray, Niğde sınırında bulunan Hasandağı ve Niğde’de Güllüdağ. Milyonlarca yıl aktif kalan bu dağlardan püsküren kül, tüf ve lav tabakası bölgeyi kaplamış. Bu volkanların sönmesinden sonra devreye su giriyor. Yağmur ve sel suları bölgeyi şekillendiriyor. Üst tarafta olan ve şapkayı oluşturan kaya daha sert ve dayanıklı olduğundan aşınma süresi daha geç oluyor. Altta bulunan bölüm daha hızlı aşındığından bu şekiller ortaya çıkıyor. Kısaca anlatmak gerekirse aşınma katsayıları farklı iki tip kayacın milyonlarca yıl içinde çevresel güçler tarafından şekillendirilmesi ile bu masalsı kayalar oluşuyor. Alttaki tabaka işlenmeye oldukça uygun. Cebinizden anahtarınızı çıkarıp rahatlıkla bu kayaları şekillendirebilirsiniz. Zaten bu yüzden yörenin insanları dağlara oydukları mağaralarda yaşamışlar. Dağ yoksa yeraltı şehirleri oluşturmuşlar.

Paşabağı Vadisi (Siyah Beyaz çalışmam)
Jandarma Kontrol Noktası

Paşabağı Vadisinde yaklaşık bir saat geçirdikten sonra tur midibüsümüze binip yeniden yola koyulduk. İstikamet Ürgüp.  Ürgüp yolu üzerinde Devrent Vadisinde bir fotoğraf molası veriyoruz. Burası değişik şekillerde peri bacalarının bulunduğu bir vadi. Uzun süre bu peri bacalarına baktığınızda bir çoğunun çeşitli hayvanlara ve nesnelere benzediğini göreceksiniz. Bunlar içinde en barizi aşağıdaki fotoğrafın solunda gördüğünüz deve biçimli peri bacası. Herkes üzerine çıkıp poz verdiğinden etrafını çevirmişler. Ben fotoğraf çekerken hafiften yağmur atıştırmaya başladı. Herkes midibüse doğru koştu. Ben de bir kaç poz daha çekip midibüsteki yerimi aldım.

Devrent Vadisi

Ürgüp’e girdiğimizde rehberimiz bize eski Ürgüp’ü, yani kayalara oyulmuş evleri, anlattı. Rehberimizin dediğine göre eski Ürgüp’te 1960’lı yıllara kadar halk bu kaya evlerde yaşarmış. Bu bölgedeki insan yerleşiminin Paleolitik döneme (Yontma Taş Devri) kadar uzandığını düşünürsek bu kaya evlerin terk edilmeleri daha dün gibi diyebiliriz.

Ürgüp’te öncelikle meşhur TV dizisinin çekildiği Asmalı Konak’ı ziyaret ediyoruz. Türk dizisi cahili olduğumdan bu ziyaret benim açımdan yöredeki bir taş konağı gezmekten öteye geçmedi. Fakat dizinin tutkunları için bu evi dolaşmak çok farklı. Bunu Didem’in gözlerinden anlayabiliyorum. “Şu köşede bu oldu, bu köşede şu oldu” diye heyecanla anlatmaya başladı. “A bu oda bu kadar küçük müymüş halbuki filimde kocaman duruyor”. Ee geniş açı objektif diye bir şey var güzelim.

Asmalı Konak

Asmalı konak ziyaretimizden sonra sırada az ilerdeki Turasan Şarap Fabrikası var. Burada isteyenler şarap tadımına katıldı. Benim şarapla neyin alakam olmadığından fotoğraf çekmeye devam ettim. Bağ bozumu olması nedeniyle, şarapların kayadan oyulan depolarda üretildiği, imalathaneyi gezemedik. 

Turasan Şarap Fabrikasında Şarap Tadımı
Ürgüp

Turasan’daki şarap tadımından sonra yeniden yola koyulduk. İstikamet Uçhisar Kalesi ama önce üç güzellerle bir hatıra fotoğrafı çekileceğiz. 3 Güzeller Kapadokya’nın en meşhur peribacaları. 50 YTL’lerin arkasındaki resimlerden biri de bu 3 Güzeller. Şansımıza yağmur durmuştu. Güneş de 3 Güzellerin üzerine pek bir sıcak vuruyordu. Didem’i de kadraja dahil edip, manzarayı 4 güzeller şeklinde yeniden yorumlayıp fotoğrafladım.

3 Güzeller ve benim güzelim
Üç Güzeller Siyah Beyaz Çalışmam

Uçhisar Kalesi ve Güvercinlik Vadisi günün son ziyaret noktaları. Uçhisar’a girmeden Güvercinlik Vadisinin üzerinde kısa bir fotoğraf molası verdik. Vadinin doğu yamacında güvercinlerin barınması için oyuklar kazınmış. Bölgenin eski sakinleri güvercinleri hem gübreleri hem de yumurtaları için kullanmışlar. Gübreyi üzüm bağlarında, yumurtaları ise kilise fresklerinde harç malzemesi olarak kullanmışlar.

Güvercinlik Vadisi

Aracımızla kalenin giriş kapısına kadar geldik. Normalde otopark biraz daha aşağıda ama tur otobüsleri kapının ağzına kadar çıkıyor. Uçhisar Kalesi Kapadokya’da Müze Kart’ın geçmediği ender yerlerden biri. Askerken geldiğimizde para ödedik mi hatırlamıyorum. Ama o zamandan bu zamana çok şey değişmiş. Artık heryerde parke yollar, ahşap merdivenler var. 14 sene önce keçi misali gezerken şimdi elimde makinem, kolumda karım gayet rahat kalenin tepesine çıktım.

Uçhisar Kalesi

Uçhisar bulunduğumuz bölgenin zirvesi konumunda. Bölgedeki birçok vadiyi buradan gözleyebilirsiniz. İyi havalarda Erciyes ve Hasandağı da görülebiliyormuş ama yağmur bulutları bize bu imkanı tanımadı.

Uçhisar Kalesi

Uçhisar Kalesini de gezdikten sonra otellerimize doğru yola koyulduk. İlk önce bizim ve grubun bir kısmının konaklayacağı Kapadokya Lodge oteline uğradık. Biz indikten sonra grubun kalanı Ürgüp’teki otellerine devam etti.

Kapadokya Lodge yörenin tek beş yıldızlı oteli ama bu beş yıldızı nasıl almış merak ettim. Sıradan bir oteldi. Yemek için aşağıya indiğimizde hayal kırıklığım daha da arttı. Yemekler vasatın altıydı, yine aç kaldım. Yemek yediğimiz mekan ise 80’li yılların doğu bloğu otellerini andırıyordu. Otelin tek beğendiğim yönü odadaki ikiye iki, dört metrekare yatağıydı.

Otelin bahçesinden bir kare

20 Eylül, Cumartesi

Sabah oda telefonunun çalması ile yataktan fırladım. Uyku sersemi aklımdan acaba alarm çaldı da ben mi duymadım, tura geç kaldık rehber aşağıdan bizi mi arıyor düşünceleri geçti. Telefonu açınca uyandırma robotu olduğunu anladım. Tam telefonu yerine koymuştum ki odada bu kez Jason Mraz’dan I’m Yours çalmaya başladı. Her sabah bu güzel şarkı eşliğinde uyanmaya alıştığımdan iki dakika önce bu çirkin uyandırma servisi ile yataktan zıpladığım için epey söylendim. Uyandırma servisi için bir istekte bulunmadığım halde kendi kafalarına göre beni uyandırmalarına oldukça sinirlenmiştim. Benim kaçta kalkacağıma nasıl karar veriyorsunuz, belki kahvaltı etmeyeceğim.

Rehberimiz saat sekizde bizi otelden alacaktı. Hafif bir kahvaltının ardından dışarı çıkıp grubun kalan kısmını beklerken otelin bahçesinde bulunan eski at arabalarını fotoğrafladım. Grup tamamlanınca Ihlara Vadisi yoluna koyulduk. İlk durağımız otele yaklaşık 20km mesafedeki Kaymaklı Yeraltı Şehri.

Didem’i dar alan korkusu almış @ Kaymaklı Yeraltı Şehri

Kapadokya bölgesi yeraltı şehirleri açısından oldukça zengin. Rehberimizin anlattığına göre bu yeraltı şehirleri birbirlerine uzun tüneller ile bağlıymış. Cumhuriyet döneminde çoğu tünel imha edilmiş zira kaçakçılık, gasp ya da başka kanun dışı işlerde bu tüneller kullanılıyormuş. Bu yeraltı şehirleri içinde en ünlüleri Derinkuyu ve Kaymaklı. İkisi de Ihlara yolu üzerinde ve birbirine oldukça yakın. İyi korunup, restore edildiklerinden turlar bu iki şehri gezi planları içine alıyorlar. Biz Kaymaklı Yeraltı Şehrini tercih ettik çünkü girdiğiniz nokta ile çıktığınız nokta farklı. Labirenti andıran dar tünellerde ilerlerken tek yön olması bir avantaj. Derinkuyu’da ise bu tüneller gidiş geliş olarak kullanılıyormuş.

Kaymaklı Yeraltı Şehri

Saat sekiz buçuk gibi yeraltı şehrine giriş yaptık. Şansımıza ilk grup bizdik. Siz de eğer bu yeraltı şehirlerini ziyaret edecekseniz tavsiyem sabah erkenden, kalabalık olmadan, gezinizi tamamlayın. Girişte genişçene bir hol var. Burası ahır olarak kullanılıyormuş. Rehberimiz bize bu alanda yeraltı şehirleriyle ilgili bilgi verdikten sonra daracık tünellerde gezimize başladık. Yönünüzü bulmanız için okları takip etmeniz gerekiyor. Kırmızı oklar girişi/inişi, mavi oklar ise çıkışı gösteriyor. Didem bir noktadan sonra mavi okları izleyerek yeraltı şehrini erken terkediyor. Ben grubun en arkasındayım. Bu sayede hem içinde insan olmayan fotoğraflar çekebiliyorum hem de daracık tünellerde daha az zaman harcıyorum. Grubun sonu tüneli terketmeden tünele girmiyorum zira uzun boyumdan ötürü neredeyse sürünerek ilerleyebiliyorum. Dar ve kapalı alan korkusu olanlar bu tünellere girmesin. Tünellerin bu kadar dar yapılmasının en önemli nedeni ise savunma amaçlı olması. Bazı noktalarda bu tünelleri kapatan sürgülü yuvarlak taşlar var. Bir saldırı anında bu taşlar ile tünelleri kapatıp şehrin daha içlerine çekilirlermiş. Zaten bu tüneller o kadar dar ki yeraltı şehrine 1000 asker de girse tünelde ancak teker teker ilerleyebilir. 

Yeraltı şehrini gezip temiz havaya çıkınca bir oh çektim. Ne yalan söyleyeyim gezerken iki büklüm olmaktan yorulmuşum.

Narlıgöl

Yeniden Ihlara yoluna koyulduk. Günün ikinci durağı ise Narlıgöl. Burası bir volkanik krater gölü. Aynı zamanda termal bir su kaynağı. Zaten hemen yakınında Narlıgöl Termal Oteli var. Kısa bir fotoğraf molasından sonra tekrar yola koyulduk.

Ihlara Vadisi (Ihlara Vadi başı Girişi)

Kaymaklı’dan çıktıktan yaklaşık bir buçuk saat sonra Ihlara Vadisine ulaştık. Kara kara bulutlar vadinin üzerinde dolaşıyordu. Vadiyi görür görmez  etkileniyorsunuz. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında saklı kalmış bir cennet; bıçakla kesilmiş gibi inen dik duvarların ortasında yemyeşil bir vaha burası. Bu muhteşem vadiyi Melendiz Çayı ikiye bölüyor.

Vadiye Ihlara Vadi başı girişinden müze kartlarımızla girdikten sonra rehberimiz bize vadi hakkında çeşitli bilgiler verdi. Vadi, Ilısu Kasabasından başlıyor ve 18km boyunca uzanıp Selime Kasabasında son buluyor. Vadiye giriş noktaları ise şöyle: Ilısu Kasabası, Ihlara Kasaba içi, Ihlara vadi başı, Belisırma (araçla vadiye iniş mevcut) ve son olarak Selime Kasabası.

Ağaçaltı Kilisesi

Bizim bulunduğumuz noktadan vadiye iniş çok rahat. Bildiğiniz apartman merdivenleri tarzında merdivenlerden (380 adet) kolaylıkla vadiye indik. İlk ziyaret noktamız hemen yakındaki Ağaçaltı Kilisesi. Rehberimiz kayaya oyulmuş bu kilise ve kilisenin freskleri hakkında bizi bilgi verdi. Duvarlarda Müjde, Doğum, Mısıra Göç, Hz İsa’nın vaftizi, Hz Meryem’in ölümü tasvirleri yer alırken kubbede Hz. İsa’nın göğe yükselmesi resmedilmiş.

Yılanlı Kilise

İkinci ziyaret noktamız ise adını batı duvarındaki bir resimden alan Yılanlı Kilise. Bu resimde 4 günahkar çıplak kadına yılanların saldırısı tasvir edilmiş. Birinci kadın silindiği için ne günahı olduğu bilinmiyor. İkinci kadın çocuğunu emzirmediği için göğüslerinden, üçüncü kadın yalan söylediği için dudaklarından, dördüncü kadın itaatkar olmadığı için kulaklarından yılanlar tarafından ısırırılıyor. Yine kilisenin diğer duvarlarında Çarmıhta İsa, Mısır’a Giriş, Meryemin Gömülmesi ve Ziyaret sahneleri tasvir edilmiş.

Aksaray ve Ihlara Vadisi Hristiyanlığının yayılışının ilk yıllarında önemli bir dini merkezdir. Ihlara Vadisi’nin doğal oluşumu, korunaklı yapısı, burayı Hristiyanlık dininin önemli yeri haline getirmiştir. M. S. 4. yüzyıldan itibaren bir manastır merkezi olan Ihlara Vadisi’nde, döneminin fresk, resim sanatı özelliklerini barındıran pek çok kilise bulunmaktadır. Vadide yer alan, banisi (yaptıranı) belli olan kiliseler, bilim dünyası için ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü vadide yer alan kiliselerin kesin tarihlendirilmesi oldukça güçtür. Kapalı Yunan Haçı ve serbest haç planlı, tek ve çift nefli kaya oyma kiliseler, Vadinin dik yamaçlarında sağlı sollu yer alarak, ortadan akan Melendiz Çayı’nın sularıyla bütünleşir. Ihlara Vadisi’nin doğal yapısı itibarıyla, IV. yüzyıldan itibaren keşişler ve rahipler tarafından çok uygun bir inziva yeri olarak kullanılmıştır. Hristiyanlık dini, farklı dilleri konuşan insanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Okuma yazma oranının düşük olması, Latinceyi az kişinin bilmesi, dinin yayılmasını zorlaştırmıştır. Bu nedenle dini yaymak için kiliselerde, İsa’nın hayatı, İncil’deki konular, din büyükleri ve onlarla ilgili olaylar resimlerle kilise duvarlarında fresk tekniğinde uygulanmıştır.

Vadi’de yer alan freskli kiliselerde (Sümbüllü, Yılanlı, Kokar, Ağaçaltı, Pürenliseki, Eğritaş, Kırkdamaltı, Bahattin Samanlığı gibi) İsa’nın Doğumu, Meryem’e Müjde, Ziyaret, Mısır’a Kaçış, Son Akşam Yemeği gibi sahneleri görmek mümkündür. Vadide yer alan Selime Kasabası ve Yaprakhisar Köyü’nde de önemli kiliseler bulunmaktadır. Selime Kalesi, Derviş Akın Kilisesi, Doğan Yuvası Kilisesi gibi.

Kaynak: www.muze.gov.tr

Vadiye Sonbahar geliyor
Ihlara Vadisi Üzüm Güzeli
Muhteşem bir manzara
Vadiye inen merdivenler

Yeniden aracımıza binip öğle yemeği için Avanos’a doğru yola koyulduk. Avanos’ta açık büfe bir tesise gittik. Ne yazık ki yemekler yine vasatın altıydı. Didem’in Nevşehir’de yaşayan öğrencisi Buşra biz yemek yerken ziyarete geldi. Sağolsun yanında bize Nevşehir Pekmezi ve zeytinyağı getirmiş. Onlar koyu bir sohbete girerken ben de telefonuma günün notlarını girdim.

Yemekten sonra Avanos’un merkezine gidip yurdumuzun en uzun nehri olan (Türkiye’de doğup, Türkiye’de denize dökülen) Kızılırmak kenarında bir mola verdik. İsteyen çayını, kahvesini içti isteyen de benim gibi fotoğraf çekti. Şansıma gökyüzünü pamuk gibi bulutlar kaplamıştı. Nehir kenarında yürürken bir gondol iskelesine denk geldim. Arzu edenler Venedik tarzı bu gondollarla Kızılırmak’ın keyfini romantik bir şekilde çıkarabilirler. Adrenalin meraklıları içinse bir tane motorbot var. O da müşterilerini yaptığı hızlı dönüşlerle eğlendiriyor.

Kızılırmak
Avanos’ta Kızılırmak üzerinde gondol keyfi yapabilirsiniz

Avanos’taki son durağımız Bazaar 54. Burası yörenin en büyük halı merkezi. Söylediklerine göre 8000 metrekare kapalı alanı var. Gelen tur gruplarını öncelikle girişte bulunan büyük bir salona alıyorlar. Sonra halı simsarlarından biri size hem tesis hem de el halıları ile ilgili kısa bir bilgi veriyor. Bizi bugün Bentürk Bey bilgilendirecekti. Bu bilgilendirme işini tam 11 farklı dilde yapabiliyorlar. Biz oradayken Arjantili bir çift geldi. Görevli İngilizce konuşurken genç adam “Karım ne yazık ki İngilizce bilmiyor siz anlatın ben çevireyim” dedi. Görevli ise hemen İspanyolca bilen başka bir arkadaşını çağırdı.

Ön sunumdan sonra duvarı çok güzel halılarla süslü geniş ve uzun bir koridordan geçerek bizi halı şov yapacakları üst katta bir salona aldılar. Önce herkese çay, kahve ısmarladıktan sonra sunuma geçtiler. Türkiye’nin değişik bölgelerinden yün, pamuk, ipek el  halısı ve kilim örnekleri sergilediler. Didem üzerinde bir Hitiit motifi olan Sivas el halısını çok beğendi. Olurdu olmazdı derken koltuğumuzun altında bir halı ile Bazaar 54’ü terk ettik :).

Didem yine iş başında
Bentürk Bey el halılarını anlatıyor

Avanos’tan otelimize geçtik. Bu akşam Türk gecesi programı var. Çeşitli yörelerin halk oyunları sergileniyormuş. Sonunda da göbek dansı varmış. Daha çok yabancı turistlere yönelik bir program. Ona katılmaktansa Ürgüp’e gidip güzel bir akşam yemeği yemeyi tercih ediyoruz. Otelin önünden Nevşehir-Ürgüp midibüsleri geçiyor. Otelden Ürgüp 3,5TL. İki kişi gidiş geliş 14TL tutuyor.

Ürgüp’te gözümüze kestirdiğimiz lokantalar hep dolu. Bir tanesinin menüsüne baktım fiyatları oldukça turistik buldum :). Adeta bir Nusret. Yanımda tripodumu da getirmiştim ama arzu ettiğim ışığı bulamadım. Seyir tepesinden bir tane fotoğraf çektim o kadar. Karnımızı da bir kebapçıda doyurup otele saat on olmadan geri döndük. Yatmadan önce telefonu fişten çektim. Balon servisi bizi 04:50’de otelden alacaktı. Bugünkü hesaba göre oda telefonu 04:00’da çalabilirdi. Ben telefonu 04:30’a kurdum ve yatağa yattım. Yarın uzun bir gün olacak.

Akşam seyir tepesinden Ürgüp manzarası

21 Eylül, Pazar

Balon etkinliğinin heyecanından olsa gerek bölük pörçük uyudum. En son uyandığımda saat dördü çeyrek geçiyordu. Saatin çalmasını beklemeden yataktan kalktım. Dün yatmadan fotoğraf makinemi ve tripodu hazırlamıştım. Her şeyi tek tek yeniden kontrol ettim. Didem’in de uyanmasıyla hazırlanıp lobiye indik. Balon servisi on dakika gecikmeyle saat beşte bizi otelden aldı. Bizden önce uğradıkları otelde, uyanamayan müşterileri beklemiş. 

Minibüse binmek için dışarı çıktığımızda buz gibi bir hava bizi karşıladı. Yoldan birkaç kişiyi daha alıp Göreme civarındaki toplanma merkezine gittik. Buranın sabah trafiği İstanbul köprü trafiğini aratmıyor. Her yer beyaz servis minibüsü. Meydanda büyük bir kalabalık vardı. Çoğunluğu Güney Koreli turistler oluşturuyordu. Portatif bir büfeden sıcak çay, kahve servisi yapılıyordu. Bir de sanırım atıştırmalık bir şeyler vardı ama biz uzun kuyruğa girmedik. Zaten Didem soğukta üşüyünce servis arabasının içine oturup orada beklemeye başladı.

Toplanma merkezi

Bütün servis araçları toplanma merkezine ulaşınca bu kez kimin hangi balonda uçacağının tasnifi yapıldı. Her sepetin kendi servis arabası var. Örneğin biz Oğuz pilot ile uçacaktık ve bu balon için belirlenen servis arabasına gönderildik. Böylece toplanma merkezinden uçuşa başlayacağımız alana doğru yeni servisimizle yola koyulduk. Yolda sağlı sollu onlarca balonun yanından geçip kendi balonumuza ulaştık. Tan yeri yeni yeni ağarmaya başlamıştı. Hava buz gibi olduğundan kimse arabadan inmemişti. Ben tripodu arabada bırakıp 50mm F1.4 lensimle fotoğraf çekmeye başladım. Beni en çok etkileyen şey balonu ayağa kaldırdıktan sonra helyum gazını açtıklarında, balonun renkli bir ampul gibi yanarak karanlığı aydınlatması oldu. Balondan korkup binmeseniz bile bu sahneyi görmeniz lazım. Dünya dışı masalsı bir sahneydi.

Ampul gibi yanan balon, Anatolian Baloons

Bu arada balonla uçmak isteyeler için de kısa bilgiler vereyim. Biz bölgeye turla geldiğimiz için bizim tur şirketinin çalıştığı firma olan Anatolian Balloons ile uçacaktık. 1 saatlik uçuş ücreti 280TL. Bölgede birçok balon şirketi var. Üç aşağı beş yukarı fiyatlar aynı. Rehberimiz, ortalama fiyatın çok altında bir fiyat aldıysanız bazı hizmetlerde sıkıntı yaşabilirsiniz dedi. Kimi sigorta yapmıyormuş, kimi de geri dönüş için servis ayarlamıyormuş. Biz balon şirketinden her anlamda çok memnun kaldık.

Uçmaya hazırlanan balonlar

Balonumuzun içine 4 tane büyük pervane ile hava basılıyordu. Biraz şiştikten sonra içine girip elde fener inceleme yaptılar. Teknik bir sorun çıkınca balonu değiştirme kararı aldılar. Merkezden yeni bir balon gelecekti. Bu benim işime gelmişti zira havalanan balonları aşağıdan çekme fırsatı yakalamıştım. Artık gün ağarmış ben de 17-40mm geniş açı objektife geçmiştim. Tek sıkıntım bulunduğum noktaydı. Balonlar güneş ile kameramın arasından öbekler halinde kalkıyorlardı. Vaktim olsa güneşi arkama alırdım ama oldukça büyük bir araziden bahsediyoruz. Artık bir dahaki sefere diyelim.

Uçuşa başlayan balonlar

Yarım saat sonra yeni balon gelmiş ve şişirilmeye başlanmıştı. Ben de bir sürü fotoğraf çekmiştim. Hatta Instagram’ın yeni oyuncağı Hyperlapse programı ile birkaç video da yapmıştım. Yeniden Kapadokya’ya geldiğimde yapılacaklar listesine burada bir not daha düşmek istiyorum. iPhone’u tripoda bağlayıp balonların uçuş sürecini daha uzun Hyperlapse yapmak. Zira ellerim o kadar üşüdü ki istediğim uzunlukta video çekemedim. Özellikle benim gibi gövdesi magnezyum fotoğraf makinesi kullananların bu mevsimde eldiven getirmelerini tavsiye ederim.

ve havadayız…

Sonunda bizim balonumuz da hazır oldu ve sepetteki yerlerimizi aldık. Sepetin içi beş bölümden oluşuyor. Ortada pilot ve helyum tankları duruyor. Onun sağında ve solunda ise biz yolcular. Her bölümde 5 yolcu var. Yani bir sepette pilot hariç 20 kişi uçuyor. 5 kişi yan yana biraz sıkışık oluyor. Neyse ki bizim sepetteki diğer 3 kişi ufak tefek Korelilerdi. Ben pilota komşu oldum. Her gaz açışında sıcaklığı ensemde hissettim.

Uçuşumuz yaklaşık 1 saat sürdü. Uçuş süresince kimi zaman Kapadokya’nın muhteşem vadilerinin içine daldık, kimi zaman bölgeyi çok yükseklerden seyrettik. Şansımıza hava çok durgundu. Yolculuğumuz hiç sallanmadan bir römorkun üzerinde sona erdi. Evet yanlış duymadınız sepet direkt römorkun üzerine indi. Tabi yer ekibi sepetin iplerine asılıp onu ineceği noktaya yönlendirdi. Sepetten indikten sonra şampanya törenine geçildi. Sabahın yedi buçuğunda şampanya patlatıyorlar. Ama öğrendiğime göre bu şampanya değil alkolsüz bir nevi içine gaz katılmış üzüm suyuymuş. En azından bizim balon şirketi için durum böyle. Didem tadını o kadar beğendi ki satıyorsanız bundan bir şişe istiyorum dedi. Ne yazık ki satılmıyormuş.

Didem uçuş sertifikası ve pilotumuz Oğuz ile böyle poz verdi
Uçhisar yeni bir güne uyanıyor

Uçhisarın girişinde bir kuruyemiş dükkanında durduk. Bölgenin kabak çekirdeği meşhur. İsteyenler alışveriş yaptı. Ben de Uçhisar Kalesini yeniden ama bu kez sabah güneşi ile fotoğrafladım. Kuruyemiş molasından sonra Göreme’ye doğru devam ettik. Vadiyi yukarıdan gören manzaralı bir noktada fotoğraf molası verdik.

Göreme
Didem ile sanatsal çalışmalar 🙂

Göreme’de Açık Hava Müzesine gittik. Müze Kartlarımızla içeri girdikten sonra rehberimiz bizi açıklık bir alana aldı ve bölge hakkında bize bilgi verdi. Burası Hristiyanlık için önemli bir yöre. Çevrede kayaya oyulmuş çokça kilise var. Zamanında Göreme adeta bir Hristiyanlık fuar alanı gibiymiş. Kiliselerin içinde çeşitli freskler var. Rehberimizi bize bu freskleri elindeki görselleri kullanarak anlattı. Zira artık kalabalıktan ötürü kiliselerin içinde anlatım yapmak yasaklanmış. Zaten kiliseleri ziyaret ederken hep kuyruğa girmek durumundasınız. Tıpkı Kaymaklı Yeraltı Şehrinde olduğu gibi buraya da açılış saatinde gelip rahat rahat gezmenizi tavsiye ederim. Karanlık Kilise’de 10TL karşılığında ekstra bilet almanız gerektiğini de not olarak düşeyim.

Fresk sunumu

Göreme Açık Hava Müzesi

Nevşehir’e 13 km. uzaklıkta ve Göreme kasabasının 2 km. doğusunda yer alan bir kaya yerleşim yeridir. M.S. 4. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar yoğun bir şekilde manastır hayatı yaşanmıştır. Hemen her kaya bloğunun içinde kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve oturma mekânları mevcuttur. Bugünkü Göreme Açık Hava Müzesi manastır eğitim sisteminin başlatıldığı yer olarak kabul edilir. Soğanlı, Ihlara, Açıksaray aynı eğitim sisteminin daha sonraları görüldüğü yerlerdir.

Kiliseler, 2 tür teknikle boyanmıştır. Birincisi, doğrudan doğruya kaya yüzeyi düzeltilerek üzerine yapılan boyama; ikincisi ise, kaya üzerine yapılan secco (tempera) ve fresko tekniği ile yapılan boyamadır. Kilisede işlenen konular İncil ve Hz. İsa’nın hayatından alınmıştır.

Göreme Açık Hava Müzesi’nde Kızlar ve Erkekler Manastırı, Aziz Basil Kilisesi, Elmalı Kilise, Aziz Barbara Kilisesi, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Çarıklı Kilise ve Tokalı Kilise bulunmaktadır.

Kaynak: www.nevsehirkulturturizm.gov.tr

Göreme’den sonraki durağımız bir taş atölyesi. Burada yöreden çıkan yarı değerli taşların nasıl işlendiğini görüyoruz. Ben tanıtım kısmından sonra kendimi açık havaya atıyorum. Daha çok kadınların ilgisini çeken bir mekan burası. Buraya uğrayacağıma Göreme’de daha fazla vakit geçirmeyi tercih ederdim ama bunlar da tur ile gelmenin cilveleri. Gruba uymak zorundasınız.

Sayan El Sanatları Merkezi

İncik boncuk derken öğle yemeği zamanı gelmişti. Uranos isimli lokantaya geldik. Burası dağa oyulmuş büyük bir mağara lokanta. Turistler için değişik bir deneyim olsa gerek. Ben içeriyi havasız, servisi ve yemekleri de kötü buldum. Testi kebabı altında gelen, içinde et olmayan, sebzeli bulamacı yiyemedim. Tek beğendiğim yemek sonu verdikleri kavun oldu.

İçini dışını fotoğraflayın ama yemek yemeyin 🙂

Kötü öğlen yemeğinden sonra tekrar yola koyulduk. Lokantaya oldukça yakın olan Çavuşin Seramik’i ziyaret edecektik. Avanos yüzyıllardır çanak ve çömlek işçiliğiyle meşhur bir bölge. Bize sunum yapan beyefendinin dediğine göre Avanos’ta çömlek yapamayana kız vermezlermiş. Ustamız öncelikle killi topraktan nasıl çömlek yapıldığını bize eski tip bir tezgahta gösterdi. Sonra bir gönüllü aradı. Didem hemen ben yaparım diye ortaya atladı. Ama tezgahın başına oturunca işin göründüğü kadar kolay olmadığını anladı :). Yine de çömleğe benzer bir şey yapmayı başardı.

Çavuşin Seramik Atölyesi
Didem çömlek yapmaya çalışırken

Atölyenin boyama, desen, kurutma gibi diğer bölümlerini de gezdikten sonra bitmiş ürünlerin sergilendiği ve satışa sunulduğu salona geçtik. Ürünler etiket fiyatları üzerinden %50 indirimliymiş. Etiketler yabancı turistler için olsa gerek diye düşündüm. Bu mantığı ben anlamıyorum. Bir ürünün her millet için neden ayrı ayrı fiyatı olur ki? Biz bu kadar mı fakir bir memleketiz?

Atölyenin desen bölümü

Çömlek atöyesi gezisini bitirdikten sonra eski Çavuşin’e geçtik. Yürüye yürüye tepenin üstüne çıktık. Buradaki bazı tarihi evler restorasyona alınmış ve otel olarak işletiliyor. Tepeden bölgenin önemli vadilerinden Kızılçukur Vadisi ve Güllüderesi Vadisini görebilirsiniz. Vadi içinde yine bir çok güvercinlik görebilirsiniz. Bölgenin en eski kiliselerinden biri olan Vaftizci Yahya adına yaptırılan kilise de Çavuşin’de yer almaktadır.

Eski Çavuşin
Güvercinlikler
Eski Çavuşin’den manzara

Çavuşin’den sonra günün ve turun son gezi noktası olan Hacıbektaş Veli Müzesine doğru yola koyulduk. Müze Avanos’tan yaklaşık 50km. Bir saat yol yaptıktan sonra Hacıbektaş’a ulaştık. Türklüğe ve Türk diline önemli katkıları olan bu insanın türbesini ziyaret ettik.

Müze girişi

Hacıbektaş ziyaretinden sonra artık Kayseri’ye doğru dönüş yoluna koyulmuştuk. Yaklaşık bir saat on beş dakika sonra Kayseri’ye vardık. Havalimanına gitmeden önce şehir merkezinde akşam yemeği için durduk. İsteyenler çarşıdan pastırma, sucuk aldı. Didem ile gezinin en güzel yemeğini burada yedik. Nefis Kayseri mantısı ve yaprak sarma. Çıkışta da adettendir deyip Şahinlerden pastırma ve sucuk aldık. Aslında bu marka İstanbul’da da var ama buradaki mamul farklı oluyormuş. İstanbul’a giden ürünlerin içine katkı maddesi koyuluyormuş. Gerçekten de sucuğun tadı bir başkaydı. ama ne yalan söyleyeyim Kastamonu’dan aldığım pastırma gibisi yok. 

Pegasus bir saat rötar yaptı. TEM üzerinde de kaza olmuş. Yarım saat de öyle kaybettik. Eve döndüğümüzde ikimizin de yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Yemekler haricinde ummadığım kadar güzel bir tur olmuştu. Bir dahaki sefere kadar hoşça kal Kapadokya….

Kayseri’ye doğru yol alırken midübüsün içinden bir fotoğraf karesi: Erciyes Dağı