11-18 Mayıs 2011
Mayıs sonu, sevgili doktorlarımla, motor üzerinde yapacağım, Dolomitler gezisine hazırlanırken değişen planlar nedeniyle, kendimi İtalya’da bir hafta önce buldum. Yanımda Didemim, altımda da kiralık araba vardı. Didem Rimini Wellness 2010 fuarına katılmak istemiş ama iş yerinden izin alamamıştı. Ben de ona geçen sene söz verdim: “Sen iznini ayarla, 2011 fuarına Hillside götürmezse ben götürürüm”. Didem Mayıs başında Hillside’ın fuar kadrosuna dahil edilmeyince, İtalya maceram erken ve planladığımdan farklı bir şekilde başlamış oldu.
11 Mayıs, Çarşamba
Sabah Sabiha Gökçen’den kalkan uçağımız, öğlen Bergamo’ya indi. Aslında Bologna, Rimini’ye daha yakın, ama uçak biletleri tam iki katıydı. Zaten araba kiralayacağımız için iki saat fazla araba kullanırım, 300 Eur da cebimde kalır diye düşündüm. Pasaporttan geçtikten sonra ilk iş arabamızı teslim aldık. Anahtarın üzerinde Alfa Romeo yazısını görünce heyecanlandım. Acaba Giuletta mı verdiler? Havaalanından otomobil parkına servis ile vardığımızda anahtarın siyah bir Mito’ya ait olduğunu gördüm. Biraz hayal kırıklığı oldu tabi ki. Ben Golf sınıfı bir araba istemiştim, onlar küçük sınıf bir araba vermişlerdi. Neyse ki bavullarımız bagaja sığdı. İkinci hayal kırıklığımı arabanın içine binince yaşadım. Audio in girişi yokmuş, KYiPHN’u müzik sistemine bağlayamayacaktım. Neyse en azından dizel çıktı. Hem çekiş hem de yakış sarfiyatı yönünden avantaj sağlamış olduk. Garmin’i takıp istikamet verdik.
Bergamo çıkışında Garmin’in kafası karıştı. Bizi getirdiği yol çıkmaz sokaktı. Garmin bizden önümüzdeki tarlayı aşıp otobana çıkmamızı istiyordu. İşin komiği iphone’dan iGo navigasyon programını çalıştırdık ama o da aynı yerden gitmeye çalışıyordu. Kasabadan bir türlü çıkamayınca geldiğim yoldan geri döndüm. Otoban tabelası görünce sevindim. Telefonumdaki Avrupa haritasına bakıp hangi girişi kullanacağımı buldum ve bu eziyetten kurtulduk. Otoban girişlerinde aynen bizde olduğu gibi bilet alıyorsunuz ve çıkışta ödemeyi yapıyorsunuz. Ayrıca bizim OGS’ye benzeyen bir sistemleri de var. Otobandaki hız sınırı ise 130km/sa.
İkindi vakti “Kızıl Şehir” Bologna’ya ulaştık. Burası Kuzey İtalya’da yer alan Emilia – Romagna bölgesinin, ki Rimini de bu bölgede yer alıyor, baş şehri. Bilmeyenler için İtalya’nın bunun gibi 20 bölgeden oluştuğunu belirteyim. Kızıl Şehir ismi ise kırmızı tuğlalı evlerden geliyor. Şehir merkezinde Orta Çağ mimarisine sahip önemli yapılar var. Bunlardan biri de 1088 yılında kurulan ve Avrupa’nın en eski üniversitesi sayılan Bologna Üniversitesi. Bologna sahip olduğu kızıl lakabına gönderme yapacak kadar da solcu bir şehir olarak biliniyor. Yine kırmızı olan “Bolonez Sos” (çok severim makarnamın üzerinde) adını bu şehirden almış. Hem karayolu hem de tren yolu açısından önemli bir kavşak noktası olması, şehrin endüstriyel olarak gelişmesinde önemli bir rol oynamış.
Şehrin önemli caddesi olan Via Francesco Rizzoli, Old Town’a doğru uzanıyor ve alışveriş mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Biz de turumuza bu caddeden yürüyerek başladık. Yine bu cadde üzerinde bulunan Bologna Üniversitesinin tarihi merkezine de girdik. Dolaşmaktan yorulunca kendimizi bir mahalle Pizzacısına attık. Lazanya, salata ve pizza siparişi verdik. Hepsi de çok güzeldi. Pizzayı memleketinde yemenin keyfi bir başka oluyor.
Gün batımında daha da kızıl olan bu şehirden ayrılıp yeniden yola koyulduk. Bir saat sonra Rimini’ye ulaşmıştık. Garmin yolda yine kelek yaptı. Bir türlü uydu bulup gidiş yolunu çizemedi. Acaba içine attığım yeni Avrupa Haritasından mı kafası karışmıştı anlayamadım. Tam Rimini girişinde kendine geldi. Otelimiz sahile oldukça yakın, yeni ve temiz bir oteldi. Geçen hafta Barselona’da kaldığım otelin aksine oldukça da sessizdi.
12 Mayıs, Perşembe
Sıcak ve güneşli bir güne merhaba dedim. Bugün Rimini Wellness fuarı açılıyor. Kahvaltıdan sonra Didem fuara giderken ben de Siena için hazırlandım. Bu arada otelin kahvaltısı oldukça iyiydi. Hatta Avrupa’da gittiğim oteller içinde en iyisiydi diyebilirim. Kahvaltıda telefonumdan kontrol ettim, Miami Boston’u yenmiş ve seriyi 4-1 ile sonlandırarak Doğu Finaline çıkmış.
Saat ona doğru siyah Mito’ya atladığım gibi yola koyuldum. Manzaralı yollardan gitmek adına navigasyonu otobanlara kapadım. Hem Garmin’i hem de telefondan iGo’yu önüme koydum. İyi ki gelmeden önce programı satın almışım. Zira Siena’ya giderken Garmin beni yine ara yollara sokmaya çalıştı. Muhtemelen bir ayarı bozuldu.
Rimini’den ayrılırken bana bisikletliler eşlik etti. Bizim bulunduğumuz tarihlerde İtalya Bisiklet turu düzenleniyordu. Hatta tur, 19 Mayıs Perşembe günü Rimini’den de geçecekmiş ama o tarihe ben İstanbul’a dönmüş olacağım. Bu önemli organizasyonun gazıyla olsa gerek yollarda bir sürü bisikletli vardı. Zaten bisiklet sporu İtalya’da oldukça popüler. Bir çok önemli sporcu yetiştirmişler. Bu sporcuların en başarılısı olan Marco Pantini’ye ve trajik sonuna Rimini’yi anlatırken ayrıca değineceğim.
Toskana bölgesine yaklaştıkça manzara daha da güzelleşti. Zaten bu bölge manzarası ile meşhur. Bir önceki İtalya gezimde Toskana’nın baş şehri olan Floransa’yı ziyaret etmiştim. Şimdi yine bir Toskana şehri olan Siena’ya doğru yol alıyordum. Aynen Floransa gibi Siena’nın tarihi meydanı da Dünya Mirası (World Heritage Sites) sayılıyor. Toskana bu yönden zengin bir bölge. Bölgenin diğer Dünya Mirası şehirlerini şöyle sıralayalım: Pisa, San Gimignano, Pienza ve Val d’Orcia.
Kah bölünmüş yollardan, kah dağ yollarından geçerek öğlene doğru Siena’ya ulaştım. Bu arada şehirler arası bölünmüş yollardaki hız limiti 90 km/sa ki bizim otobanlardan daha bakımlı bu yollar. Bazen 100 km/sa hıza da izin veriliyordu. Ben de hız sınırlarına (sabıkalı olduğumdan) oldukça dikkat ettiğimden navigasyonun ön gördüğü sürede yolculuğumu tamamladım. Şehre girmeden önce benzin aldım. Sistem Almanya’daki gibi: Depoyu kendiniz doldurup, içerde ödemeyi yapıyorsunuz. Bazı pompalarda kredi kartı ile kendiniz de ödeme yapabilirsiniz.
Şehri arabayla gezdikten sonra uygun bir yere park ettim. Gerçi otoparkın içindeki park yasağını görünce kıllanmadım değil. Malum, Viyana’da arabayı otoparktan çekmişlerdi. Bulduğum bir görevliye derdimi anlatmaya çalıştım ama genel olarak İngilizceleri çok kötü. Neden sonra telefonuma yüklediğim İtalyanca sözlükten sadece Çarşamba günleri belirtilen saatlerde park yasağı olduğunu öğrendim.
Gezintime, arabayı park ettiğim yerin hemen yakınındaki Siena Kalesi ile başladım. İçeride fazla bir şey yok. Bir tane lunapark ve bahçelerden ibaret. Buradan şehrin esas gezeceğim kısmını gördüm. Uzun kuleleri ile Duomo ve Hükümet binası beni çağırıyorlardı. Ben de bu davete hemen icabet edip tarihi Siena sokaklarından geçerek Piazza del Campo’ya ulaştım. Oldukça büyük ve güzel bir meydan. Burada, 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde Palio denen geleneksel at yarışları yapılıyor. Sadece 3 dakika süren bu tarihi yarışlar oldukça fazla turist çekiyormuş. Zaten Siena’nın ana gelir kaynaklarının başında turizm geliyor.
Güneş tepede iyice yükselmiş, benim de karnım acıkmıştı. Meydana bakan turistik lokantalardan birine oturup pizza söyledim. Ne yazık ki buranın pizzası dün Bologna’da yediğim pizzanın yanında epey zayıf kaldı. Aradaki açığı manzara ile gidermeye çalıştım ama manzara da bir yerden sonra karın doyurmuyor. Yemekten sonra kendimi ara sokaklara attım. Her sokakta yeni bir sürprizle karşılaştım.
Turumu tamamladıktan sonra hükümet binasının önüne geri döndüm. Buranın kulesine bin bir zahmetle çıkıp yukarıdan güzel panoramik fotoğraflar çektim. Bu tarihi ve güzel şehri uzun uzun seyrettim. İniş ise daha sıkıntılı oldu. Bir grup yukarı çıkmaya çalışıyordu. Merdivenlerden yan yana iki kişi geçemediğinden sürekli yol verme alma durumu ile karşı karşıyaydım. Ayrıca kafamı da alçak pervazlardan korumam gerekiyordu.
Sokaklarda biraz daha dolaşıp Siena Katedrali’ni fotoğrafladıktan sonra arabamı park ettiğim yere doğru yürümeye başladım. Aslında bu güzel şehri gece de fotoğraflamak isterdim ama bu mevsimde güneş dokuz buçuktan sonra batıyor. Geri dönüş saatim çok geç olacağı için bir başka sefere deyip yola koyuldum. Bu arada dönüş yolunu da az otobanlı seçtim. Yine manzaralı yollardan dönüyordum ki bir yerde yol çalışması varmış. Viyadük bakıma alındığından trafiği eski dağ yoluna vermişler. Hayatımda geçtiğim en güzel motor yollarından biriydi ama hem güneş oldukça alçaldığından hem de duracak yer bulamadığımdan fotoğraflayamadım. Dört saate yakın direksiyon salladıktan sonra gece on birde Rimini’ye ulaştım.
13 Mayıs, Cuma
Güneşli bir Rimini sabahına daha merhaba dedik. Meteoroloji siteleri bugün ve yarın için yağmur vermişti halbuki. Kahvaltıdan sonra Didem yine fuarın yolunu tuttu. Ben otelde e-postalarıma bakarken Yoncimik Harun’dan gelen bir posta dikkatimi çekti. Meğer sevgili takım arkadaşım Rimini’de bir sene yaşamış. Ondan gelen Rimini ve çevresi ile ilgili tüyoları internetten araştırdım. Kafamda hemen yeni bir plan oluşturdum. Bugün zaten Rimini’yi gezecektim ama yarınla ilgili bütün planlarım değişmişti.
Otelden çıkıp Viale Principe Amedeo isimli, iki yanı uzun ağaçlarla süslü, geniş caddeye çıktım. Bu caddenin üzerinde çok güzel müstakil evler var. Rimini’deki favori caddelerimin arasına aldım bu huzur dolu yolu. Buradan dolaşa dolaşa tarihi Tiberius Köprüsü’ne ulaştım. Köprüden sola dönüp Corso d’Augusto üzerinden şehir merkezine yürüdüm. Şehrin iki büyük meydanı olan Piazza Cavour ve Piazza Tre Martiri bu yol üzerinde. Yolun sonunda ise Augusto Zafer Takı yer alıyor. Tiberius Köprüsü ve Augusto Takı Roma döneminden kalma eserler. Kenti gezerken bir yandan da Harun’un bana tarif ettiği pizzacıya bakınıyordum. Gerçi adını hatırlayamamıştı ama tarif etmişti.
Rimini, İtalya’nın önemli tatil şehirlerinden biri. 20 km’ye yakın plajı Avrupa’nın en büyük plajlarından biri. Bu plaj uzun olduğu kadar geniş de. Kendinizi Okyanus kıyısında zannedebilirsiniz. Bu sahilde 250 tane tesis (beach) varmış. Sezon henüz tam açılmadığından plaj boştu ama şemsiye yerlerinden anladığım kadarıyla sezonda oldukça kalabalık oluyor.
Rimini ayrıca ünlü sinemacı Federico Fellini’nin de doğduğu şehir. İtalyanların 5 Oscar’lı bu büyük yönetmeni bir çok filminde, Rimini’ye de yer vermiştir. Bu arada Rimini havalimanı da adını bu ünlü sinemacıdan alıyor.
Şehri ve parkları gezerken bir çok bisikletliye rastlayabilirsiniz. Bisiklet ve scooter kültürü bu şehre damgasını vurmuş. Bisiklet demişken İtalyanların en ünlü bisiklet sporcusu olan Marco Pantani’yi anmadan geçmek olmaz. Rimini’nin 40km kadar kuzey batısında yer alan Cessena doğumlu bu büyük bisikletçi, 1998 yılında hem İtalya Bisiklet Turunu hem de Fransa bisiklet Turunu kazanarak tarihe geçmiştir. Aynı yıl içinde bu turları kazanan sadece 3 sporcudan biridir ve ondan sonra bunu başarabilen olmamıştır. Ben bu sene İspanyol bisikletçi Contador’un da aynı başarıyı tekrarlamasını bekliyorum ki ilk ayak olan Giro’yu rahatça kazanırken Tour için rakiplerine gözdağı verdi. Biz Pantani’ye geri dönelim. Bu büyük sporcunun sonu çok trajik oldu. 14 Şubat 2004 yılında Pantani, Rimini’de kaldığı otel odasında aşırı dozdan ölü bulundu. Ölümü hakkında çok şey yazıldı çizildi. Benim düşüncem üzerine atılan doping çamuru yüzünden bu dünyadan erken (34 yaşında) göçtü gitti. Bana bisiklet sporunu sevdiren isimlerin başında gelen bu büyük sporcuyu saygıyla anıyorum.
Öğlene doğru otele geri döndüm. Arabayı alıp Rimini Wellness için fuar alanına (Rimini Fiera) doğru yola koyuldum. Arabayı yakındaki alışveriş merkezine park edip biraz yürüdüm, böylece fuar alanın karmaşasından ve otopark ücretinden muaf oldum. Fuar alanı umduğumdan büyükmüş. İçerde Didem ile buluşup fuarı gezmeye başladık.
Düzenli olarak her sene düzenlenen Rimini Wellness fuarında, spor ekipmanları, grup dersleri, özel dersler, sporcu beslenmesi, kılık kıyafet üzerine sporla ilgili aklınıza gelebilecek her şeyi bulabilirsiniz. Ünlü eğitmenler burada dersleri ile ilgili hem bilgi veriyor hem de uygulama yaptırıyorlar. Didem’in favori dersi ise Zumba. Zumba, latin dansları eşliğinde yapılan bir grup dersi. Özellikle kadınlar bayılıyorlar. Eğlenirken spor yapmak güzel bir fikir. Zumba’nın fikir babası olan Beto Perez de bu fuarda yerini almıştı. Didem de kendini geliştirmek adına bütün Zumba dans etkinliklerine katılıyordu. Biraz onun dansını izleyip, fotoğrafladıktan sonra fuarın diğer kısımlarını gezmeye koyuldum.
Fuarda Bootcamp derslerine rastlayınca çok sevindim. Son iki aydır Hillside’da Erhan Hoca’nın verdiği Bootcamp derslerine katılıyordum. Havuz başında, yağmur çamur demeden çeşitli istasyon çalışmaları yapıyorduk. Tabi burada ekipman kalitesi çok iyiydi. Hocaların hepsi asker gibi giyinmişti. Kum torbaları, sahra çadırları, kamuflajlar ile oldukça güzel bir parkur hazırlanmıştı.
Diğer ilgimi çeken bir grup dersi de trambolin oldu. Bu ders 60-70cm çapında trambolinlerle yapılıyor. Bir nevi step dersi ama çok daha keyifli görünüyor. Didem bu derse de girmiş ve çok beğenmiş. Kim bilir belki yeni sezonda Hillside’da da görürüz bu dersi.
Fuardan saat üçe doğru çıkıp otele geri döndüm. Kaldığımız otelin bedava bisiklet hizmeti var. Oda numaranızı söyleyip beğendiğiniz bisikleti alabiliyorsunuz. İşiniz bitince de kilitleyip anahtarı resepsiyona geri bırakıyorsunuz. Ben de bu hizmetten yararlanarak bisiklete atladığım gibi soluğu şehir merkezinde aldım. Sabah gezdiğim yerleri bir de bisikletle dolaştım. Ayrıca gidemediğim uzaktaki parklara da gittim.
Akşam üzeri Didem’e, Rimini şehir merkezini gezdirdim. Ne de olsa hem yürüyerek hem de bisikletle gezip, şehri ezberlemiştim. Akşam yemeğimizi de yine bisikletle keşfettiğim Pic Nic adlı lokantada yedik. Yaklaşık 50 yaşında olan bu işletmenin çok güzel bir iç bahçesi var. Tam istediğimiz gibi, yerel halkın rağbet ettiği, bir lokantaydı. Zaten bu seyahat boyunca hep yerel lokantaları aradık ve çoğu zaman da bulduk. Yemek, ortam, hava her şey çok güzeldi. Yarın Didem yine fuara gidecek. Ben de San Marino’yu ziyaret edeceğim.
14 Mayıs, Cumartesi
Bu sabah Harun’un tavsiyesine uyup San Marino’ya doğru yola koyuldum. Avrupa’nın en küçük ülkelerinden biri olan San Marino, Adriyatik Denizi’nin 20km kadar batısında, Apennine Dağları’nın eteğinde yer alıyor ve Rimini’ye oldukça yakın. Yaklaşık yarım saat otomobil yolculuğundan sonra bu küçük cumhuriyetin sınırlarına dahil oldum. Ama küçük deyip geçmeyin, San Marino Dünyanın en eski cumhuriyeti sayılıyor. 3 Eylül 301 tarihinde Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlara uyguladığı baskıdan kaçan, taş ustası Marinus of Arbe tarafından kurulmuş. Çok huzurlu San Marino Cumhuriyeti (Most Serene Republic of San Marino) olarak anılıyor. Bu küçük ülkeyi gezdikten sonra (61 km², 30000 nüfus) huzur kısmına hak vermemek elde değil.
San Marino tam anlamıyla dağın başına kurulmuş. En tepede üç tane burç var. Onları şehri içine alacak şekilde duvarlar çevreliyor. Yol döne döne en tepeye kadar çıkıyor. Navigasyon cihazıma göre irtifa 730 metre. Arabayı park ettikten sonra bu şirin şehri gezmeye başladım. Şunu da hatırlatayım burası kocaman bir free shop. Bir çok elektronik cihazı burada uygun fiyata bulabiliyormuşsunuz. Akaryakıt da İtalya’dan bir miktar ucuz.
Turizm ülkenin en önemli gelir kaynağı. Tarihi sokaklar hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Anladığım kadarıyla buranın bıçakları da meşhur. Merakınız varsa uygun fiyata çakı, bıçak hatta kılıç alabilirsiniz. Hemen aklıma Toledo geldi. Toledo da böyle tepeye kurulmuş bir şehir ve bıçaklarıyla ünlü. San Marino’da parfüm, gümüş ve değerli taşlar da turistler tarafından epey rağbet görüyor. Ben iki tane buzdolabı süsü almakla yetiniyorum.
The Palazzao Pubblico’nun (hükümet binası) bulunduğu Piazza della Liberta’ya girdiğimde iki tane son model Audi yanımdan geçip sarayın ön tarafında park ettiler. Artık bakan mıydı başbakan mıydı bilemediğim VIP’ler süslü koruma askerlerinin arasından geçip binaya girdiler. Bu binanın arkasında bir de teleferik tesisi var. Arabayı aşağıya park edip teleferikle de Monte Titano’ya çıkabiliyorsunuz. Eğlence olsun diye de kullanabilirsiniz, orası keyfinize kalmış.
Bazilikanın önünden geçip üç kuleden en eskisi olan The Guaita Tower’ın önüne çıktım. Kulelere giriş paralıymış. Bilet alıp içini gezdim. Buradan manzara şahaneydi. İkinci kule olan The Cesta Tower buradan gözüküyordu ama üçüncü kuleyi göremedim. Güneşin geliş açısı Cesta Kulesini güzel fotoğraflamamı engelliyordu ama oraya gittikten sonra Guaita Kulesi çok güzel ışık alacaktı. Bunun düşününce ava çıkmış bir avcı misali heyecanlandım. Surların üzerinden Cesna Kulesine ulaştım.
Cesta Kulesinin içinde bir silah müzesi bulunuyor. Küçükken bu tip müzeleri gezmeyi çok severdim. Şakir Amca, kuzento Remzi ile beni Beşiktaş’taki Deniz Müzesine götürdüğünde çok mutlu olmuştum. Hala askeri bir müze gezerken çocukken duyduğum o mutluluk gelir aklıma.
Işık tahmin ettiğim gibi tam Guaita Kulesinin üzerine vuruyordu. Çektiğim fotoğraflardan memnun kalmıştım. Av başarıyla sonlanmıştı. Şimdi artık önümde son kule olan The Montale Tower kalmıştı. Sık bir bitki örtüsünün içinden geçerek dağın öte ucuna ulaştım. Yol inişli çıkışlı olduğundan epey terlemiştim. Amacım bu kuleye çıkıp diğer iki kuleyi aynı karede fotoğraflamaktı. Fakat beni bir sürpriz bekliyordu. Diğer iki kulenin aksine buraya ziyaretçiler giremiyordu. Biraz dinlendikten sonra hayal kırıklığı içinde geldiğim yoldan oflaya puflaya geri döndüm.
Bu kadar yürüyüşün ve tırmanışın üzerine karnım kurt gibi acıkmıştı. Manzaralı lokantalardan, kalabalık olanını seçip güzel bir yere oturdum. Tüm San Marino ayaklarımın altındaydı. Uzakta Adriyatik Denizi de beni selamlıyordu. Didem kaçırdı bu manzarayı diye hayıflandım. Kim bilir hangi derste ter döküyordu şimdi.
Yemekten sonra biraz daha sokaklarda dolaştım. Zaten oldukça küçük bir yer. Benim gibi uzun ve geç yorulan bacaklara sahipseniz 3-4 saatte tamamını gezebilirsiniz. Eh benim alışveriş işim de olmadığından ikindi vakti Rimini’ye geri döndüm. Tabi dönüş yolunda arabanın deposunu doldurmayı da unutmadım.
Didem’in fuardan çıkmasına iki saatten fazla vardı. Dün yaptığım gibi yine bisikletle dolaşmaya çıktım. Piazza Cavour’a gidip Harun için bir kart postal aldım. Oracıkta yazıverdim ama postane Cumartesi olduğundan kapalıydı. Bu sefer şehrin sahil kesimini bisikletle dolaştım. iPhone için Walk Meter diye bir uygulama var. GPS kullanarak sizin yol izinizi alıyor ve internet bağlantısı bulduğunda bunu Google Maps’e yerleştiriyor. Ben de bisiklete binerken bu programı çalıştırmıştım. Bir taraftan da müzik dinliyordum. Çok güzel bir gezinti olmuştu. Ciddi ciddi yurtdışı gezileri için şu katlanıp çantaya sığan bisikletlerden almayı düşünüyorum.
Didem geldikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Önce resepsiyona gidip bisikletlerimizi teslim aldık. Hem şehri dolaşıyorduk hem de yemek yiyeceğimiz bir yer bakıyorduk. Dün Harun’un tarif ettiği yeri bulamamıştık. Bugün altımızda bisikletler olduğu için daha rahat arayabileceğimizi düşünüp Tre Martiri Meydanından Tren İstasyonuna doğru girdim. İkinci sağ sokağa saptım. Pizzeria La Bussola önümüzde duruyordu. Gerçi burası olduğundan da emin değildik. İçeri girince boş masa olmadığını gördük. Başka yere de gitmek istemediğimizden yarım saat kadar sıra bekledik. Ama yemeği yediğimizde, beklediğimiz her dakikaya değdiğini söyleyebilirim. Eğer Rimini’ye yolunuz düşerse buraya mutlaka uğrayın. Hayatımda yediğim en güzel pizzayı burada yedim diyebilirim.
Yemekten sonra Mehtap ve diğer Hillside hocaları ile buluşmak için otele geri döndük. Otelin bir kaç kilometre ilerisindeki dondurmacıya gitmeye karar verdik. Didem bisikletini Mehtap’a verdi, ben de Didem’i gidona oturttum. Dışarıdan bakanlar için komik, bizim için romantik bir şekilde dondurmacımıza ulaştık. Mertol’ün kulaklarını çınlattım. Çok sever İtalyan dondurmasını. Ama ben oyumu Maraş dondurmasından yana kullanıyorum. Bunlar krema gibi geliyor bana. Gece otele dönerken;
İki bisikletli, caddelerde çocuklar gibi şendik,
İki bisikletli, o gece muhteşem bir yemek yedik.
15 Mayıs, Pazar
Bugün fuarın son günü. Didem kahvaltıdan sonra fuarın yolunu tutarken ben de son kahvaltımı biraz uzattım. En son yoğurdun içine taze ananas dilimleri koyup afiyetle yedikten sonra odaya çıkıp bavulları hazırladım. Otelden çıkışı yapıp fuara doğru yola koyuldum. Bu arada üç gündür beklediğimiz yağmur başlamıştı. Fuarın girişi ana baba günüydü. Tur otobüsleriyle akın akın insan geliyordu. Arabayı yine fuar alanının karşısındaki alışveriş merkezinin otoparkına bıraktım.
Hava yağmurun etkisiyle oldukça soğumuştu. Buna rağmen havuz jimnastiği yapanlar vardı. Onları görünce ben üşüdüm. Didem’i Zumba dersinde buldum. Beto milleti coşturuyordu. Hem fotoğraf hem de video çektim.
Fuarı ikiye doğru terk ettik. Dışarıda bizi sağanak yağmur karşıladı. Arabaya kadar sırılsıklam olmuştuk. Yağmurlukları alıp alışveriş merkezine girdik. Burada bir şeyler yedikten sonra markete girip alışveriş yaptık. Araba kiralamanın faydalarından biri de bu. Bagaja yiyecek ve içecek stoğu yapabiliyorsunuz.
Saat dörde doğru Milano yoluna koyulduk. Garmin yine kafayı yediyse de ben artık akıllanmıştım. Tabelalara baka baka otobana girdim. Yağmur öyle hızlı yağıyordu ki silecek yetmiyordu. Araba da yıkanmış, pırıl pırıl olmuştu. Didem yan koltukta sızınca kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladım.
Parma’ya yaklaşırken yağmur kesildi. Eğer bu hızla yağmaya devam etseydi Milano’ya kadar durmayacaktım. Didem’i uyandırıp Parma çıkışında otobandan ayrıldım. On dakika kadar park yeri aradıktan sonra güvenli bir otopark bulduk. Güvenli derken kat otoparkını kastediyorum. Yol kenarına da bırakabilirsiniz ama tabelaları okuyup anlayamadığımdan hiç oralı olmuyorum. Parma Çayı boyunca yürürken yağmur yağmaya başladı. Haliyle ben de söylenmeye başladım. Orta şiddetli bir yağmur olduğundan fotoğraf makinemi korumam gerekiyordu. Neyse ki şehir merkezine doğru hızı kesildi.
Piazza Garibaldi’den yukarı doğru yürüyüp bir çember yaptık. Burada H&M mağazasını gören Didem, kedinin ciğere baktığı gibi vitrine bakınca onu azat ettim. O alışveriş yaparken ben de şehri dolaşıp fotoğraf çekecektim. Bir buçuk saat sonra burada buluşalım deyince süreyi fazla buldu. 45 dakika yeterliymiş.
Parma da tıpkı Rimini ve Bologna gibi Emilia Romagno bölgesinde yer alıyor. Peyniri (parmesan) ve jambonu Dünya çapında meşhur. Peynir demişken burada basiretim bağlandı. Bir teker peynir alıp getiremedim İstanbul’a. Şimdi bu satırları yazarken aklıma geldi, hüzünlendim :). Wiki’ye göre şehrin mimarisi ve kırsal alanının güzelliği de meşhurmuş. Benim kırsal alanını dolaşacak vaktim olmadı ama merkezde çok güzel binalara rastladım.
Şehrin önemli binalarını fotoğrafladıktan sonra tekrar H&M’in önüne geldim. Işıklarda caddenin karşısına geçmek için beklerken telefonum çaldı. Didem Hanıma 45 dakika yetmemiş 30 dakika daha istiyormuş. Söylene söylene tekrar fotoğraf çekmeyi yarım bıraktığım Piazza della Pace’e geri döndüm. Oradan da Paptistery of Parma’nın bulunduğu meydana gittim. Paptistery dinsel bir yapı. Mimarlık tarihi açısından Roma Mimarisinden Gotik Mimariye geçişi simgeliyor ve Orta Çağ Avrupa’sının en önemli anıtlarından biri sayılıyormuş.
Havanın kararmasına yakın bütün önemli binaları fotoğraflayıp, akşam yemeği için lokantaları teftiş ettikten sonra Parma Çayı’nın üzerindeki köprülerden birine çıktım. Didem’e buraya gelmesini söyledim. Köprünün sonunda şehrin önemli parklarından biri olan Ducal Parkı yer alıyordu. Didem gelince beraber parkı gezdik. Hava iyice kararmış, parkın lambaları yanmıştı. Akşam rüzgarı burnuma çiçek kokuları taşırken içimde de tatlı bir ürperti uyandırıyordu. Ya da akşam rüzgarı değil de sevdiğimle el ele yaptığım bu huzur dolu, romantik ortamdı içimi ürperten. Tabi bir seçenek daha vardı: Açlık :). Açlık deyince Nobel Ödülü sahibi Norveçli yazar Knut Hamson’un romanları geldi aklıma. Neyse biz yol hikayemizden ayrılmayalım. Karnımızın sesini dinleyip benim fotoğraf çekerken gözüme kestirdiğim lokantaya gittik.
Lokantanın atmosferi, yukarıdaki fotoğraftan da görebileceğiniz gibi, oldukça sıcak. Sağda görmüş olduğunuz teknenin içi pizza fırını. Daha çok yerel halkın geldiği bir lokanta olduğunu düşünüyorum zira İngilizce ya da İtalyancadan başka bir dilde menü yok. Ama artık biz yemek siparişi verecek kadar İtalyanca öğrenmiştik. Risotto, pizza ve salata istedik. Üzerine de İtalyanların meşhur tatlısı tiramisu. Yemekler de tatlı da çok güzeldi. Pizzanın peynirinin tadı Parma’da olduğumuzu ispatlıyordu. Hani yola gitmeyecek olsam bir pizza daha yiyecektim. Tiramisu da Didem’e göre en az onun yaptığı kadar güzelmiş :). “Valla seninki de güzel ama..” diyerek lafa girecek oldum ama sözümü bitiremedim :).
Yemekten sonra önemli binaları, bir de ışıltılı halleriyle çektikten sonra arabamızı park ettiğimiz otoparka gittik. Parma’dan çıkışta biraz kaybolduk. Garmin bizi otoban yerine aralardan götürmeye çalışıyordu. Ayarlarına baktım ama otobanlara ve paralı yollara açıktı menü. Yine iGo ile otobana çıkıp sakin bir yolculuktan sonra gece yarısına doğru Milano’ya vardık. Oteli kolayca bulup arabayı da hemen otelin önüne park ettim.
16 Mayıs, Pazartesi
Yağmurlu geçen Pazar gününden sonra yeni haftaya, yeni bir şehirde, güneşli bir havada merhaba dedik. Kahvaltıya indiğimizde kendimi 70’lerde hissettim. Artık otel kaç modelse hiç değişiklik yapılmamış. Odalar da eski görünümlüydü ama kahvaltı salonu olaya son noktayı koydu. Riminideki otelimizin kahvaltısını aradıysak da Milano kahvaltısı da fena sayılmazdı. Taze ananas olmasa da konservesi büfede yerini almıştı. Kahvaltıdan sonra otelden Milano haritası edinip dışarı çıktık. İlk işim arabayı kontrol etmek oldu. Önüne ve arkasına iki tane Smart’ın boylamasına park ettiğini görünce neşe içinde işte İtalya bu diye düşündüm. Hava hafiften serindi.
Otelin hemen elli metre ilerisindeki Porto di Mare isimli metro istasyonuna inip, gidiş dönüş biletlerimizi (1 Euro/adet) aldık. Yedi durak sonra da Duomo’da indik. Araba park etme derdi olmadan, trafiğe girmeden 15 dakikada şehir merkezine ulaşmıştık. İşte metroyu bunun için çok seviyorum.
Metrodan dışarı çıkar çıkmaz sizi Duomo (Milan Katedrali) tüm haşmetiyle karşılıyor. Gotik tarzın en güzel örneklerinden olan Duomo gerçekten nefes kesici bir yapı. Yapımına 1386 yılında başlanmış ve 1965 yılında tamamlanmış. Evet yalnış duymadınız yapımı altı yüzyıla yakın sürmüş. Bu yüzden de Milanolular bitmeyen işler için “lungo come la fabbrica del duomo” (Duomo gibi bitmeyen) deyimini kullanıyorlarmış.
Duomo Dünyanın beşinci büyük katedrali. Vatikan’ı devlet olarak düşünürsek İtalya’nın en büyük katedrali. Şimdi en büyük katedral hangisi peki diye soranlar olabilir. Onu da bir önceki İtalya seyahatimde görmüştüm: St Peter Basalica, Vatikan. Bu sıralamada Ayasofya ise yirminci sırada yerini alıyor.
Güneş tersten geldiği için katedralin fotoğrafını öğleden sonra çekmeye karar verdim. Daha doğrusu çektim ama güzel çıkmadığından siteye koymuyorum. İçine girip bu dev yapıyı gezdik. Dışı gibi içi de görkemli ve süslü. Bir müddet burada vakit geçirdikten sonra tekrar güneşe çıktık. Arkanızda Statua Equestre di Vittoria Emanuele II (Atlı heykel) kalacak şekilde yüzünüzü katedrale döndüğünüzde solunuzda Dünyanın en eski alışveriş merkezi sayılan Galleria Vittorio Emanuele II’yi görebilirsiniz. Peki bu görkemli meydana heykeli dikilen hatta Galleria’ya adını veren Vittorio kim? İtalya tarih boyunca krallıklardan oluşmuş. Vittorio Emanuele II de Sardunya Kralı. İtalya’nın birleştirilmesinde önemli rol oynamış ve Birleşik İtalya’nın ilk kralı olmuş. Yani oldukça önemli bir şahsiyet İtalya için.
Galleria’nın içinden başlayarak Milano’yu gezmeye başladık. Galleria önemli moda markalarına ve lüks lokantalara ev sahipliği yapıyor. Dünya modasına yön veren şehirlerden biri olan Milano’da insanlar gösterişli olmayan bir şıklık içindeler. Hatta erkekler bana daha süslü ve şık geldiler. Yanlarında, spor ayakkabım ve şortumla turistim diye bağırıyordum.
Kuzeyde, Lombardiya Bölgesinde, yer alan ve İtalya’nın Roma’dan sonra ikinci büyük kenti olan Milano; modanın yanında sanayisi, mimarisi, operası, risottosu, futbol takımlarıyla da ünlü. Bu özellikleri sayesinde oldukça turist çekiyor. Tabi bütün bunlar beraberinde refahı da getiriyor ki Milano, Avrupa’nın en zengin şehirlerinden biri sayılıyor.
Şehrin dünyaca ünlü operası olan La Scala’nın önünden geçtikten sonra Giardini Pubblici parkına uğradık. Orada biraz doğanın sesini dinleyip diğer parka doğru yola koyulduk. Hedef Castello Sforzesco (Milano Kalesi) ve onun hemen arkasındaki Parco Sempione. Hava yavaş yavaş ısınıyordu.
Castello Sforzesco’ya (Milan Kalesi) ulaştığımızda öğlen olmuştu. Bu kale Avrupa’nın en büyük kalelerinden biri. Düz bir ovaya kurulduğundan olsa gerek hem çok yüksek duvarlara hem de surları çevreleyen bir hendeğe sahip. İlk inşa çalışmaları 14. yy’da başlamış, 1450 yılında ise adını aldığı Sforzesco tarafından yenilenmiştir. Zaman içinde bir çok savaşa tanıklık ederken askerleri içinde barındırmış. Günümüzde ise müzelere ve sanat koleksiyonlarına ev sahipliği yapıyor.
Kaleyi dolaştıktan sonra hemen arkadaki şehrin en büyük ve en güzel parklarından biri olan Parco Sempione’ye girdik. Şehrin kalabalığından ve gürültüsünden bir anda uzaklaştık. Bir çok insan çimenlere serilmiş güneşleniyordu. Gazete-kitap okuyanlar, bebeğini uyutanlar, çocuklarıyla oynayanlar, piknik yapanlar bu güzel manzarayı tamamlıyorlardı.
Parkı bir baştan diğer başına kadar yürüdükten sonra Arco della Pace’de mola verdik. Bu zafer takı Napolyon’un Milano’ya girişi anısına yapılmış. Zafer takı manzaralı bir banka oturup biraz soluklandık. Güneş tam tepemizde parladığından olsa gerek Didem’in uykusu geldi. Oturduğumuz banka, kedi misali kıvrılıp yarım saat kadar uyudu.
Dinlendikten sonra bu kez de karnımızın acıktığını hissettik. Parkın kuzey doğusunda yer alan stadın yanından geçerek kalenin önünde havuz olan girişine ulaştık. Kale meydanını geçip çarşıya çıktık. Gözüme kestirdiğim lokantalardan birine girip güzel pizzalarla karnımızı doyurduk. Sanırım daha çok iş çevresine hitap eden bir lokantaydı. Müşterilerin çoğu takım elbiseliydi.
Yemekten sonra tekrar Piazza del Duomo’ya geldik. Evet güneş tam istediğim gibi dönmüş, bu muhteşem yapının mermer yüzeylerini selamlıyordu. Didem alış verişe giderken ben de bol bol fotoğraf çektim. Sonra da katedralin tam karşısındaki atlı heykelin altına oturup bir müddet Duomo’yu ve meydandan gelip geçenleri seyrettim, ortamın keyfini çıkardım. Ayrıca hava karardığında çekeceğim fotoğrafları kurguladım.
Sırada Milano’nun ünlü markalarının bulunduğu alışveriş caddeleri var. Burası Duomo’nun kuzey doğusunda yer alıyor. Via della Spiga, Via Sant’ Andrea, Via Manzoni önemli alışveriş caddeleri. Vitrinlerdeki fiyatları görünce insanın pek içeri giresi gelmiyor. Hangi mağazaydı unuttum ama vitrininde 80000 Euro’luk çanta sergiliyordu. Çanta değil son model otomobil sanki. Bol sıfırlı turumuzu tamamladıktan sonra akşam üzeri metro ile otelimize geri döndük.
Otelde biraz dinlenip yemek için hazırlandıktan sonra tekrar meydanın yolunu tuttuk. Ben bir kaç poz fotoğraf çektikten sonra kaleye yakın lokantalardan birinde akşam yemeğimizi yedik. Bu sefer değişiklik yapıp kapalı pizza denedim. Didem de deniz mahsüllü makarna yedi. İkimiz de memnun kaldık yemekten ama Rimini ve Parma’daki pizzaların yeri ayrıydı. Milano büyük ve turistik olduğundan mahalle pizzacısı bulamadık. Eminim çok güzel lokantalar da vardır ama onlar başka bir sefere artık.
Yemekten sonra şehrin sokaklarını dolaşıp, fotoğraf çektik. Kalenin hendeğinde gece maçı yapan çocukları seyrettik biraz. Biraz da havuzun yanında oturduk. Bu arada İtalya’nın birlik haline gelişinin 150. yıl dönümü şerefine ışıl ışıl aydınlatılmış bir tramvay önümüzden geçti. Milano’daki ilk ve son gecemize Duomo metro istasyonunda nokta koyduk.
17 Mayıs, Salı
Sabah kahvaltıdan sonra Como Gölüne gitmeyi planlamıştık. Ama Didem Hanım bir kez daha H&M’i ziyaret etmek istiyormuş. Otelden çıkışımızı yapıp bavulları arabaya yerleştirdikten sonra metro ile Duomo’ya gittik. O alışverişini yaparken ben de tekrar katedrali gezdim. Sonra da dün gezip beğendiğim sokakları hatim ettim. Didem geldikten sonra arabayı alıp saat bir buçukta Como Gölü’ne doğru yola koyulduk. Hava ne yazık ki kapamaya başlamıştı.
Otelimiz Como Gölü’nün kuzey batı tarafında yer alıyordu. Amacım Como üzerinden batı yolunu takip etmek ve dönüşte de İstanbul uçağımızın kalkacağı Bergamo için doğu yolunu kullanmaktı. Ancak kafamdaki bu hesap navigasyona uymadı. Yol numaralarına bakmadığım için kendimizi Lecco yoluna bulduk. Böylece doğu tarafındaki yoldan gidecek ve göl solumuzda kalacaktı.
Yolun batı tarafını bilemiyorum ama doğu tarafında oldukça yukardan gidiyor ve bir sürü tünel var. Üstelik çoğu bizim Bolu tünelinden daha uzun. Yol iki şerit gidiş, iki şerit dönüş bölünmüş yol olduğundan umduğumdan daha süratli yol alıyorduk. Zaman zaman gölün muhteşem manzarasını tepeden görüyorduk.
Manzarayı bir de aşağıdan görmek için Bellano sapağında dağ yolundan ayrılıp döne döne aşağı indik. Arabayı park ettikten sonra bir müddet yürüdük. Park metreyi çalıştıramadığımız için arabanın çevresinden fazla ayrılamadık. Aslında burada yemek işini halledebilsek güzel olacaktı. Gravedano’ya yarım saatlik mesafede olduğumuzdan yola devam ettik.
Gölün en tepe noktasında büyük bir alışveriş merkezinin önünden geçip bu sefer güneye doğru yol almaya başladık. Yol artık daralmış, göl kenarından gidiyordu. Bu arada her yerde Almanca tabelalar görmeye başladık. Yine Alman plakalı araçlar oldukça fazlaydı. İkindi vakti otelimize ulaşmıştık. Otelin parkı Alman plakalı arabayla doluydu. Hatta İtalyan plakalı araba iki, üç taneyi geçmiyordu. Kendimi bir an Alp’in deyişiyle ikinci vatanımda gibi hissettim :).
Otelimiz hemen gölün kenarındaydı. Hatta küçük bir de plajı vardı ama bu havada göle Almanlar bile girmez diye düşünüyorum. Otele yerleştikten sonra hemen karnımı doyurabileceğimiz bir yer aramak için şehir merkezine yürüdük. Sezon henüz açılmadığından olsa gerek lokantaların hemen hepsi kapalıydı. Dondurmacıdan başka açık yer bulamayınca otele geri dönüp arabayı aldık. Buraya yakın diğer yerleşim merkezleri de aynı durumdaydı. Göl manzarası eşliğinde romantik bir yemek beklerken son çare olarak 20km ötede bulunan ve otele gelirken önünden geçtiğimiz alışveriş merkezine gidip Burger King’e talim ettik. Marketten de akşam için meyve aldık.
Akşam göl kenarında yürüyüşe çıktık. Alaca karanlıkta Gravedona merkezine geldik. Göle nazır bir banka oturup havanın iyice kararmasını bekledik. Gölün diğer yerleşim yerlerinin ışıkları da yanınca ben fotoğraf çekmeye başladım. Mis gibi serin havayı içime çekerken oksijen sarhoşu olduğumu hissediyordum. Zaten Alpler hemen yanı başımızda. Boşuna değil tabi George Clooney’nin Como Gölü’nden ev alması.
Otele geri dönüş yolunda dondurma aldık. Böylece en azından dondurmalarımızı göle karşı yemiş olduk. Como Gölü’nde yemek işi başka bahara yok yaza kaldı.
18 Mayıs, Çarşamba
Sabah yine puslu ve kapalı bir hava bize günaydın dedi. Kendisi vasat, manzarası muhteşem kahvaltıdan sonra hazırlanıp otelden ayrıldık. Uçağımız öğleden sonra kalktığı için acelemiz olmadan, manzaranın tadını çıkara çıkara yol alıyorduk ki Domaso çıkışında “Carabinieri” tarafından durdurulduk. Jandarma amca benimle İtalyanca konuşurken ben de anlıyormuş gibi kafamı sallıyordum. Ehliyeti verince şaşırdı. Bu sefer ben İngilizce konuşmaya başlayınca o kafasını sallamaya başladı. Pasaportlarımızı alıp işlem yapmaya başladı. Bu arada aracın plakasını da kocaman bir deftere kaydediyordu. Yaklaşık on dakika kadar bizi beklettikten sonra iyi günler dileyerek bizi saldılar. Aklıma Kemal ile İspanya-Fransa sınırında yaşadıklarımız geldi. Orada da Fransız Polisi bizi durdurup kimlik kontrolü yapmıştı.
Polis kontrolünden sonra rahat bir yolculukla Bergamo’ya ulaştık. Benzin alıp depoyu doldurduktan sonra havalimanına gidip arabayı teslim ettik. Koltukları da Exit alınca değmeyin keyfime. Didem Free Shopta gezerken ben de tatil fotoğraflarıma baktım. En güzel tatillerimden birini arkamda, kalbimi de Como Gölü’nde bırakarak kolumda sevdiğim, uçağa yürüyordum…