Orta Anadolu Motosiklet Gezisi: Konya, Çatalhöyük, Beypazarı

26 – 29 Ekim 2013

29 Ekim Cumhuriyet Bayramını önceki senelerde olduğu gibi yine motor üzerinde kutlamayı, Kurban Bayramından önce planlamıştım. Bayram Salı gününe denk geldiğinden hafta sonu ile birleştirip 4 günlük güzel bir motor turu düşünüyordum. Aslında Selçuk Ağabeylerin lastik izlerini takip edip Ayvalık, oradan da Midilli şeklinde bir plan yapmıştım. Fakat kanat adamım Alp’in vizesi olmadığı ortaya çıkınca rotayı Konya’ya çevirdik. Cuma günü Bukefalos’u yıkatıp ufak tefek eksikliklerini giderdim. Ben de saç, sakal tıraşımı olup motor kıyafetlerimin rüzgar kesici içliklerini taktım. Hava gezi boyunca güzel olduğundan kalın içlikleri takmadım. Onun yerine yanıma rüzgar kesici ve sıcak tutan teknik malzemeden yapılmış bir üst aldım. Önü fermuarlı olduğundan hava soğursa kaskımı çıkarmadan giyebileceğim.

Yalova – Konya

26 Ekim, Cumartesi

Sabah saat altıda alarm çalmadan uyandım. Sevgili karım Didem’i (evet sonunda ben de evliler kulübüne katıldım) uyandırmadan hazırlanıp Bukefalos’un yanına indim. Bütün eşyam arka çantaya sığdı. Depo üstü çantasına da yağmurluğu ve fotoğraf makinemi koydum. Bu geziye Canon 5D ve saz arkadaşlarını arkamda bırakarak çıkıyorum. Yanıma yeni gözdem Fuji X20’yi aldım. Bu gezi hikayesindeki tüm fotoğrafları bu marifetli ufaklık ile çektim. Hızlı objektifi sayesinde (F2) az ışıklı ortamlarda üç ayağa gerek duymadan güzel kareler yakaladım. Bir de 28mm yerine 24mm’den başlasaymış tadından yenmezmiş. Ama bu haliyle de ben çok memnun kaldım.

Hava puslu ve oldukça soğuktu. Umarım yağmurluğu kullanmak zorunda kalmam düşüncesi eşliğinde Hillside’a doğru yola koyuldum. Saat tam yedide buluşma noktasına ulaştım. Alp’i beklerken! biraz navigasyon ile oynadım. Yaklaşık on dakika sonra Alp de geldi. Eskihisar’a doğru gaz açtık. Ankara asfaltı sabahın bu saatleri için oldukça kalabalıktı. Bir de yol yapım çalışmaları olunca hızımız dur kalka kadar düştü. Bilsem otobandan giderdim.

ve feribottayız…
Yurdumun meraklı insanı

Feribotta kahvaltıyı nerede yapacağımızı konuştuk. İki alternatifimiz vardı. Ya Karamürsel civarındaki Başdeğirmen tesislerinde ya da Yalova çıkışındaki Sepetçioğlu tesislerine gidecektik. Mevsimi ve saati göz önünde bulundurup Sepetçioğlu’nda karar kıldık. Hava hala açmamıştı. Feribotta çıkarırım dediğim içlikle Yalova’ya doğru yola koyuldum. Hatta elcik ısıtmaların kademesini ikiye aldım. Acaba kalın içlikleri montuma taksa mıydım?

Sepetçioğlu’nda kuvvetli bir kahvaltı yapınca vücuduma güzel bir sıcaklık yayıldı. Güneş de bulutların arasından yüzünü gösterince, içime giydiğim teknik malzemeyi (adını koyamadım, hırka desem değil, yelek desem değil, mont da değil. Polara astar dikmişler.) çıkardım. Önümüzde keyifli bir yol var.

Sepetçioğlu
Bu fotoğraftan itibaren yemek fotolarına, motor gezilerimin vazgeçilmez konu mankeni, sevgili Alp eşlik edecek

Eskişehir Çifteler’e kadar yolu iyi biliyordum. Defalarca geçtiğim bu yolda sadece benzin molası verdik. Bilecik’ten sonra hava iyice açıp, güneş yükselince yol daha da keyifli hale geldi. Eskişehir’den sonra geniş ovalar başlayınca sevdiğimiz virajlar arkamızda kaldı. Bu uzun düzlüklerde biraz gazlayıp Emirdağ’a geldik. İyi ki de geldik zira buradaki virajlar gelmek üzere olan uykumu kaçırdı. Emirdağ’ı inice bizi Türkiye’nin en büyük ovası karşıladı. Göz alabildiğine uzun düzlükler…

Akşehir civarı foto molası
Nasreddin Hoca ile özdeşleşmiş Akşehir’deyiz

Saat üçe doğru Nasreddin Hoca’nın memleketine ulaşmıştık. Motorları meydana bıraktıktan sonra Hocanın türbesini ziyaret ettik. Sevileni sahiplenen çok olurmuş. Bütün Orta Doğu’nun bildiği ve sahiplendiği Nasreddin Hoca’nın mezarının başka yerlerde olduğunu da iddia edenler var. Hatta doğduğu yer olan Sivrihisar’da bulunan bir taş sandukanın mezar taşında Nasreddin Hoca burada yatmaktadır yazıyormuş. Şimdi Sivrihisar Belediyesi de bir anıt mezar yaparsa şaşırmayın. Neyse ben bu mezar olayını işin uzmanlarına bırakayım. Zaten karnımız da epey acıktı.

Nasreddin Hoca’nın Türbesi
Nasreddin Hoca türbesi

Nasreddin Hoca fıkralarını betimleyen heykellerin bulunduğu parkın içinden geçip tekrar motorlara bindik. Hedefimiz Akşehir Evi’ni ziyaret edip yöresel yemeklerle karnımızı doyurmak. Ev zaten meydana oldukça yakınmış. Motorları kapının hemen önüne bırakıp içeri girdik. Güzel restore edilmiş evin odalarını dolaştıktan sonra yemek siparişlerimizi verdik. Yaprak sarma, mercimekli börek, mantı ve yemeğin üzerine cila olarak peynir baklavası. Yemekler vasat, tatlı şahaneydi. Hatta şimdi düşünüyorum da neden iki dilim yemedim? Tamam normalde şeker ve şekerli gıdalar tüketmiyorum ama Antakya’da künefe, Antep’te baklava yemeden olmaz. Buraya da geldiyseniz bu tatlıyı yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Akşehir Evi
Akşehir Evi

Akşehir Evi

Bu ev 1894 yılında Makedonya göçmeni, kereste tüccarı Hacı Yunus tarafından yaptırılmış. Nalbantzade Hacı Mustafa Efendi 1909 yılında evi 361 altın liraya satın almış. 1922’de tek katlı bölüm Rupen Usta’ya yaptırılmış. Uzun yıllar Tevfik ve Talat Koyuncu kardeşler bu evde yaşamış. 

1991 yılında idealist Akşehirli 16 genç tarafından satın alınan harap haldeki ev, gençlerin girişimi ve Akşehirli kurum ve kişilerin desteğiyle aslına sadık kalınarak restore edilmiş. Akşehir’in son yüzyıllık dönemini yansıtan ve Akşehirli ailelerce bağışlanan eşyalarla bir sivil müze, bir ‘kültür evi’ halini alan yapı, 11 Haziran 1994 tarihinde ‘Akşehir Evi’ adıyla hizmete açılmış. Ev bir müzeden çok, konuklarına kapılarını açan bir kafe tarzında, kullanılabilir bir özellik taşıyor.

1996 yılında Tarihi Türk Evlerini Koruma Derneği tarafından ‘Ulusal Restorasyon Ödülü’ne layık görülen Akşehir Evi, 1998’de Akşehir Kültür, Sağlık ve Eğitim Vakfı’na vakfedilmiş.

Kaynak: Look at the tabela 🙂

Akşehir Evinin Avlusu
Hatıra Fotosu 🙂
Yöresel yemekler
Peynir Baklavası
Akşehir Meydanı

Akşehir’den saat beşe doğru ayrıldık. Dümdüz, ova manzaralı duble yoldan saat altı gibi Konya’ya giriş yaptık. Hava kararmış sıcaklık, tipik kara iklimi gereği hemen düşmüştü. Konaklayacağımız Dervish Oteli navigasyon sayesinde hemen bulduk. Burası Mevlana Müzesi’ne oldukça yakın eski bir konak. Restore edilip otele çevrilmiş. Yedi tane odası var. Konağa girerken ayakkabılarınızı çıkarıp terlik giyiyorsunuz. Evet evet yanlış duymadınız terlik giyiyorsunuz. Sıcak bir ev ortamı yakalamaya çalışmış arkadaşlar. Çalışanlar oldukça ilgili. İki dakika içinde tüm lokantaları öğrendim. Zaten yola çıkmadan bir gün önce Hillside’ın soyunma odasında, Kemal’e Konya’ya gideceğimi anlatırken iki kişi kulak misafiri oldu. Sonra kendilerini tanıtıp bütün gidilesi yerleri ve lokantaları anlattılar. Meğer ikisi de Konyalıymış. Tesadüfün böylesi…

Odamıza çıkıp biraz dinlendik. Oda çok büyük değil ama tavanları yüksek, camları büyük olduğundan ferah geldi gözüme. Duşu, tuvaleti de vasat üstü. Yataklar sert ve rahat, çarşaflar temizdi. Ha bu fiyata Konya Rixos’ta da kalabilirsiniz ama hem eski şehir merkezinde olması hem de kültür turizmine daha uygun yapısıyla burayı tercih ettik. Otel çalışanı Adem’in tavsiyesi üzerine Konak Konya Sofrası isimli lokantaya gittik. Otelden on dakika yürüme mesafesindeydi. Hava biraz daha soğumuştu, neyse ki teknik giysim var :). Lokanta eski bir konaktan bozma. Yemeğinizi odalarda yiyorsunuz.

Yemeğe Konya’nın meşhur bamya çorbası ile başladık. Yanında gelen pide ile beraber bir güzel hüplettik. Ara sıcak olarak yaprak sarma ve kıymalı börek geldi. Bu arada yemekte demir hindi şurubu içiyoruz. İlk yudumda maziye gittim. Eskiden bizim lisenin (İstek Acıbadem Lisesi) keşkek gününde verirlerdi bu şurubu. Şimdi ne keşkek günü kaldı (keşkeğin yapılması zor diye pilav gününe döndü) ne de demir hindi şurubu. Börek ve yaprak sarmasının fazla bir özelliği yoktu. Annemi yaptığı sarmanın yanına bile yaklaşamadı.

Daha sonra ana yemekler geldi. Biz hepsinden bir porsiyon isteyip Alp ile paylaştık. Böylece hepsinin tadına bakabildik. Hepsi derken ekmek salması, Konya tiriti, sebzeli közleme ve fırın kebabı. Ne yalan söyleyeyim bir lezzet patlaması yaşamadık. Ya lokantadan ya da biz beklentilerimizi fazla yüksek tutmuştuk.

Yemeğin üzerine de höşmerim (un helvası) ve saç arası yedik. Saç arası biraz ağır geldi. Höşmerim güzel ama Kastamonu’da yediğim kaşık helvası ile boy ölçüşemez. Bütün bu yemeklere 85TL verip mekandan ayrıldık. Şimdi sırada sema gösterisi var.

Yaprak sarma, kıymalı börek
Ekmek Salması, Konya Tiriti, Fırın Kebabı, Sebzeli Közleme
Saç arası, Höşmerim
Sema gösterisine gelen motorcu arkadaşlar

Sema gösterisinin yapılacağı Mevlana Kültür Merkezi, lokantadan yürüyerek 10 dakika sürdü. Burada her Cumartesi akşamı saat dokuzda ücretsiz sema gösterisi yapılıyor. Şeb-i Arus zamanı ise ancak biletle giriş yapabiliyorsunuz. Bilmeyenler için Şeb-i Arus ile ilgili kısa bir not düşeyim. Her sene Mevlana’nın öldüğü gün olan 17 Aralık’ta, Şeb-i Arus merasimleri yapılır. Mevlana ölüm gününü Hakk’a kavuşacağı için “Düğün Günü” saymıştır.

Kültür Merkezinin önünde sıra sıra onlarca motor vardı. Bizden başka Konya turu yapan motorcular da var demek. Oldukça kalabalık gelmişler. Güvenlikten geçip içeri girdiğimizde sema merasiminin içeriği hakkında bir konuşma yapılıyordu. Salonun yarısından fazlası doluydu. Kendimize güzel bir yer seçip bu mistik merasimi seyretmeye başladık.

Mevlana Kültür Merkezi

MEVLEVÎ AYİNİ (SEMA TÖRENİ)

Semahaneye sükûnet ve huzur hakimdir. Sol tarafta kırmızı renkli bir post, ortada semazenlerin oturacakları beyaz postlar, sağ tarafta ise mutrıbhane bulunmaktadır. Mutrıb ve semazenler sırayla kırmızı renkli posta selam vererek semahanedeki yerlerini alırlar. Bu sırada semazenlerin sol kolları sağ omuzlarını, sağ kolları sol omuzlarını tutar pozisyondadır. Buna niyaz vaziyeti denir. Bütün herkes yerini aldıktan sonra, Post-nişin semahaneye girer ve posta selam verdiğinde, mutrıb ve semazenler de selam verirler.

Post ile mutrıb arasında ve üzerine sadece “Hakikate varan yolu” bilen Postnişin’in basabileceği hayali bir çizgi vardır. Bu çizgiye Hatt-ı istiva denir. Postnişin bu çizgiden posta kadar yürür ve tekrar selam verilir. Postun kırmızı rengi “Tecellî”’yi, Şeyh ise Hz. Mevlânâ’yı sembolize eder. Hatt-ı Istıva semahaneyi ikiye böler. Semahanenin sağ tarafı maddi alemi ve nüzül’ü (iniş, düşüş), sol tarafı ise manevi alemi ve uruç’u (yükseliş) remzetmektedir.

Naat

NAAT
Herkes yerini aldıktan sonra naathan tarafından naat’a başlanır. Naat, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e olan sevgi ve saygının ifade edildiği bir kaside türüdür. Şiir, Hz. Mevlana’ya, bestesi ise Itri’ye aittir. Rast makamında olan bu eser recitativo (konuşur gibi) tarzda okunur. Naat’i takiben, kudümden bir kaç darp duyulur. Bu darb Allah’ın “OL” emrinin sembolüdür.

NEY TAKSİMİ
Sonra Ney taksimi başlar. Neyzen rast makamından icra edilecek ayinin makamına bir geçiş yapar. Bu İsrafil’in “Sûr” u üflemesidir. Her şeye can veren nefesi simgeler.

PEŞREV
Ney taksiminden sonra, peşrev adı verilen, 28 zamanlı devri kebir usulünde ve okunacak ayinin makamında bestelenmiş saz eseri çalınmaya başlanır. Bu sırada Postnişin ve semazenler peşrevin ilk darbından sonra ellerini sertçe yere vurarak ayağa kalkarlar. Bu hareket Allah’ın “ol” emrinden sonra her şeyin “olduğu”nun sembolüdür. Aynı zamanda kabirden kalkmayı da sembolize etmektedir.

DEVR-İ VELEDÎ (SULTAN VELED DEVRİ)
Peşrev sırasında Postnişin ve semazenler semahaneyi üç kere yürürler. Bu yürüyüş maddi alemden manevi aleme yükselişi remzetmektedir. Bu üç tur sırasıyla, “ilm-el yakin, ayn-el yakin, ve hak-el yakin” denen, bilme, görme, olma mertebelerine işaret eder. Bu yürüyüş Hakikat yoluna önceden o yolu bilen bir rehber ile güvenle gidileceğini sembolize etmektedir. Devr-i Veledî sırasında kırmızı renkli postun önüne gelen postnişin veya semazenler karşılıklı olarak birbirlerine niyaz ederler. Bu, ruhun ruha, canın cana selamı şeklinde ifade edilir. Niyaz sırasında sağ ellerini de hırkalarının içinden kalplerine götürür ve ayak mühürlerler. Ayrıca Hatt-ı istıva geçilirken de niyaz edilir. Şeyhin posta geçmesi ile Devr-i Veledî biter. Kısa bir taksim ile ayin icrasına geçilir.

1. SELAM
Bu bölüm 8 yada 14 zamanlı usullerden bestelenmiş sözlü bir müzik eşliğinde gerçekleşir. Müzik başladığında semazenler üzerlerindeki siyah hırkayı çıkartırlar. Bu hakikate doğmayı remzeder. Niyaz vaziyetine giren semazen bir rakamını andırır. Bu Allah’ın birliğini sembolize etmektedir. Semazenbaşı Post’un karşısına geçerek, Postnişin’den “Sema’a destur almak” için niyaz eder. Bu niyaza Semazenler de katılır. Şeyhin destur vermesi ile semazenler sırayla Şeyh Efendi’nin elini öperler. O da onların sıkkelerini öperek semayı başlatır. Semada kollar iki yana açık ve sağ el yukarı sol el aşağı doğru durmaktadır. Gözler de kısık olarak sol elin baş parmağına bakmaktadır. Bu Hak’dan aldığını eşit olarak Halka dağıtmayı sembolize eder. Sema sırasında semazenler sağdan sola doğru her dönüşlerinde içlerinden “AL-LAH” demektedirler. Semazenlerin arasında, onların semahanede dolaşmalarını idare etmek üzere semazenbaşı dolaşır. Bu bölüm , tasavvufun Şeriat mertebesini; yani İnsanın bilgiyle hakikate doğarak, Yüce Yaradan’ı ve kendi kulluğu idrak etmesini remz eder. Selam sonlarında Postnişin, post önüne doğru ilerleyerek bazı dualar okur ve bir sonraki selamdaki sema için tekrar izin verdiğini belirtir. Postnişin, son semazenin de semaya katılması ile Semazenbaşı ile niyazlaşıp, postun gerisine çekilir.

2. SELAM
Müziğin aniden bitirilmesiyle 9 zamanlı evfer usulüyle bestelenmiş ikinci selama geçilir. Bu bölüm biraz daha ağırdır. Usulün farklı yapısından dolayı insanı düşünmeye zorlar. Semazenler de müziğe uyup ani olarak semayı bırakırlar ve niyaz vaziyetinde yüzleri semahanenin ortasına (kutuphane) bakacak şekilde ikişerli veya üçerli olarak omuz omuza gelip dururlar. Selam verdikten sonra birinci selamdaki gibi sırayla postnişin’in önünden geçerler ama bu sefer el öpmeden hemen semaya katılırlar. Bu bölüm tasavvufun Tarikat mertebesini; yani yaratılışdaki nizamı, azameti müşahade ederek, Allah’ın kudreti karşısında hayranlık duymayı remz eder.

3. SELAM
Bu Selamda üç farklı usul ve giderek hızlanan tempo vardır. İlk olarak 28 zamanlı devrikebir usulü, sonra 10 zamanlı aksak semai usulü ve son olarak 6 zamanlı yürüksemai usulü kullanılmıştır. 6 zamanlı bölümde tempo yavaş yavaş hızlandırılarak müzikteki tansiyon yükseltilir. Semazenler 2. selamda olduğu gibi semaya başlarlar. Burada Hakikat mertebesi; yani hayranlık ve minnet duygusunun aşka dönmesi ve aklın aşka kurban edilmesi remzedilir. Bu tam bir teslimiyettir, Allah’a vuslattır ve Sevgilide yok oluştur. Bu mertebe islamiyet haricindeki hemen bütün ezoterik öğretilerde en yüksek derece olarak ifade edilmektedir. Nirvana, Osiris gibi… Bu mertebe yok olmayı hedefler (Fenafillah). İslamiyetteki en yüksek derece ise, bir sonraki selamda varılacak olan kulluk makamıdır. Bu makam, nefsinde yok olup Allah ile var olmakdır (Bekabillah).

4. SELAM
Bu bölüm yine 9 zamanlı evfer usulüyle bestelenmiştir. Bir önceki selamdaki ritmin sarhoşluğundan bir anda insanı gerçeklerle başbaşa bırakırcasına çok ağır olarak icra edilir. Semazenler önceki selamlarda olduğu gibi semaya başlarlar. Ancak, Semazenler semahaneye yayıldıktan sonra önceki selamlarda olduğu gibi semahaneyi dönmezler, bulundukları yerde sema ederler. Bu selama postnişin ve semazenbaşı da katılırlar. Ancak, onlar hırkalarını çıkartmadan, sol eli ile hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ eli ile de yakasından tutup ve yakasını hafifçe açarak sema ederler. Burada, İslamdaki en yüksek mertebe olan, marifet mertebesi yani; insanın manevi yolculuğunu tamamlayıp, kaderine razı olarak yaradılışdaki vazifesine, kulluğuna dönüşü remzedilmekte ve “Bütün mana mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vaz geçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur. Fakat bilenle bilmeyen bir değildir.” vurgulanmaktadır. Bu selamın bitiminde sazlar “Son Peşrev” (8 zamanlı) ve “Son Yürüksemai” (6 zamanlı) adı verilen saz eserlerini çalarlar. Saz eserleri 3. Selamın sonunda oluğu gibi coşkulu olarak sürerken, yürük semai bölümünün bitmesi ile beraber bir saz tarafından taksim yapılır. Bu taksim ile son mertebe olan kulluk makamının lezzetiyle coşmuş gönüller yavaş yavaş sakinleşmeye bırakılır. Postnişin’in posta dönmesi ile birlikte taksim biter ve Kur’an-ı Kerîm okunmaya başlanır.

KUR’AN-I KERİM
Kuran okunmaya başlanmasıyla beraber semazenler semayı bırakarak, diğer selamlardaki gibi semahanenin kenarına çekilirler ve bulundukları yere otururlar. Kuran’ı bu şekilde dinlerken, içlerinden biri herkesin hırkasını giydirir. Kur’an-ı Kerim’den muhakkak surette “Maşrık da Allah’ındır, mağrib de. Hangi tarafa dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır. Çünkü Allah Vasî’dir, Âlim’dir.” mealindeki ayet okunur (Bakara-115).

NİYAZ
Kuran’ın bitiminden sonra Postnişin “Fatiha” der. Bu Fatiha Suresi gizli olarak okunduktan sonra ayağa kalkılır. Bazen, Semazenbaşı tarafından Mevlevi Gülbankı denilen özel bir farsça dua okunur. Bu duada, bütün peygamberlere, şehitlerimize ve bütün inanananlar ile, devletimizin selameti zikredilmektedir. Dua bitiminde tekrar fatiha okunur ve Gülbank Postnişin’in “Hû diyelim” sözüyle biter. Bütün mutrıb ve semazenler yüksek ve düz bir sesle “Hû” derler.

FİNAL
Sonra Postnişin semazenler ve mutrıb ile ayrı ayrı selamlaşır ve semahane yine Şeyh Postuna selam verilerek huzur, huşû ve sükûnet içinde terkedilir.

AÇIKLAMALAR
HIRKA : Siyah renklidir. Mezarı temsil eder. Semazen hırkasını çıkartmakla manen ebedi aleme, hakikate doğar.
MUTRIB (MUTRIBÂN): Müziği icra edecek olan saz ve ses topluluğu.
MUTRIBHÂNE : Mutrıbânın oturduğu mekân.
NİYAZ VAZİYETİ : Sol el ile sağ omuzu, sağ el ile de sol omuzu (çapraz bir şekilde) tutarak ve sap ayak başparmağı sol ayak başparmağı üzerine basarak (ayak mühürlemek) durmaktır. Allah’ın birliğine şahadet eder.
POST : Koyun derisinden yapılır ve manevi makama işaret eder. Kırmızı renk tecelli rengidir. Bu yüzden Şeyh postları kırmızı olur.
POSTNİŞİN : Posta oturma yetkisi bulunan Şeyh
SELÂM : 1. Postnişin, semazen ve mutrıbanın gönüllerinden gönüllere yaptıkları harekettir. Baş hafifçe öne eğilir, sağ el kalbin üzerine götürülerek ve ayak mühürleyerek yapılır. Semazenler semaya çıkarlarken niyaz vaziyetinde de selam verirler. 2. Ayindeki sözlü bölümlerin her biri. 
SEMÂ : Müziğe uyarak sağdan sola doğru dönmektir. Alemdeki her şey dönmektedir (elektrondan-galaksilere kadar). Sema işte bu var oluş gerçeğini vurgulamaktadır. Semada kul hakikate yönelir, akıl ve aşkla yücelip nefsini terk eder. Böylelikle Hakk’da yok olur. Sonra olgunluğa ermiş kamil bir insan olarak tekrar kulluğa döner. Artık O, bütün yaratılmışlara sevgi ve hizmet için vardır.
SEMÂHÂNE : Sema yapılan mekan. Kainatı temsil eder.
SEMÂZEN : Sema eden kişi.
SIKKE : Keçeden yapılan bir cins külah. Mezar taşını remzeder.
TENNÛRE : Beyaz elbise. Nefsin kefenidir.

Kaynak: http://rumimevlevi.com

Töreni büyük bir ilgiyle izledim. Aslında bu mevleviler için bir ibadet. Biz onların bu ibadetini seyrediyoruz. Tören öncesinde flaşlı fotoğraf çekilmemesi, cep telefonlarının kapatılması, tören esnasında salon içinde gezinilmemesi şeklinde uyarılar yapıldı. Fakat yurdum insanı bunların hiç birini dikkate almadı. Salonda sürekli bir uğultu, bebek ağlamaları, çocuk sesleri, flaşlı çekim yapan şuursuzlar, zırt pırt yerinden kalkıp seyredenleri rahatsız edenler, kısaca bilinçsiz ve saygısız bir topluluk vardı. Bence bu gösterilere bilet kesilmeli. En azından gerçekten merak eden gelir. Ücretsiz olunca çoluk çocuk gelmişler. Sıkılınca da kalkıp gidiyorlar.

Tören sonrası bizi dışarıda buz gibi bir hava karşıladı. Hızlı adımlarla Dervish Konağı’na yollandık. Sabah erken kalkmış, üzerine motor tepesinde 600km yol yapmış, iyi bir uykuyu hak etmiştik.

27 Ekim, Pazar

Güneşli bir Konya sabahına uyandım. Saat yediyi gösteriyordu ama dün gece kış saatine geçtiğimiz için kendimi sekizde uyanmış varsaydım. Biraz Instagram’da foto baktım. Alp de uyanınca hazırlanıp kahvaltıya indik. Kahvaltıda bizi taze sıkılmış nar ve portakal suyu karşıladı. Bu ikisini karıştırmayı çok severim. Sonra da tahin ve pekmezi gördüm. Onları da karıştırmayı çok severim. Aslında çok yemeyelim dedim Alp’e. Ne de olsa etli ekmekler bizi bekliyor.

Derviş Otel

Konağımızın kapısında, terlikleri arkamızda bırakıp ayakkabılarımızı giydik. Konağın fotoğrafını çekip Selçuklu’nun başkentini gezmeye başladık. Önce otelin sokağının bir paralel altında yer alan İstiklal Harbi Şehitleri Abidesini ziyaret ettik. Müze kısmı henüz açılmamıştı. Sadece dışarıdan fotoğraflayabildik. Müzenin önünde bayraklı yol denilen bir bölüm var. Burada tarihte kurulan 16 Türk Devletinin bayrakları ve karşılarında 16 Türk Bayrağı dalgalanıyor.

Karşılama Kubbesinden Mevalana Müzesi Manzarası

Abide binası Selçuklu Mimarisine uygun şekilde inşa edilmiş. Konya Belediyesinin internet sitesinde yapı ile ilgili şu bilgilere ulaştım:

Karşılama Kubbesi
Selçuklu ana giriş kapısı ile bayraklı yol arasında yer alan karşılama kubbesi özel motif taş işçiliği ile bezenmiştir. Selçuklu mimarisi tarzındaki kubbe kompleksin anıtsal bölümlerinden biri olup, aynı zamanda yürüme yolları için toplanma noktası özelliği taşımaktadır.Hemen yan tarafında bulunan arkatlı yolda ana yürüme aksıyla birleşen yeni bir yürüme alanı oluşturmaktadır ve geçiş kapısı özelliğindedir. Selçuklu kapısı, karşılama kubbesi, arkatlı yol ve Üçler Mezarlığının sınırladığı alan aynı zamanda bir toplanma ve tören alanı olarak planlanmıştır.

Selçuklu Giriş Kapısı:
Konya’nın tarihi dokusuna uygun olarak Selçuklu tarzında taş kaplama, özel taş oyma desenler, kündekari ahşap işçiliği ve girişin sağ ve solunda 2 adet selsebil ana giriş kapısını oluşturmaktadır. Giriş kapısı üzerindeki taş oyma Selçuklu Mukarnası girişin anıtsal görünümünü tamamlamaktadır. Şehitliğe 5 bin parçadan oluşan kündekari yapımı kapıdan girilmektedir. Kapıda bir tek çivi, menteşe bulunmamaktadır.

Bayraklı Yol

Bayraklı yolu arkamızda bırakıp Mevlana Müzesine doğru yürüyüşe geçtik. Güneşi arkamıza alarak hem kemiklerimizi ısıtıyor hem de müzenin güzel fotoğraflarını çekiyorduk. Ben Nisan ayında Efes Müzesini gezerken yenilediğim müze kartımla giriş yaptım. Hemen hemen tüm müzelerde geçerli olan bu kart oldukça pratik. Alp de kendine “Müze Kart” çıkarttı. Önümüzdeki büyük turist grubunu bertaraf edip Mevlana Müzesini gezmeye başladık. Tabi öncelikle kim bu Mevlana?

Mevlâna (1207-1273)

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna’nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’ten ayrıldı.

Sultânü’l-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü’l-Ulemâ Nişâbur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldi. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’ u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti.

Sultânü’l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’na bugünkü yerine defnedildi.

Sultânü’l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’te “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

Kaynak: http://www.kulturvarliklari.gov.tr

Mevlana Müzesi

Mevlana Müzesi

Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı’nın yeri, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bâhaeddin Veled’e hediye edilmiştir.

Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir.

Sultânü’l-Ulemâ’nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna’ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Mevlâna’nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. “Kubbe-i Hadra” (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin’e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir.

Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında “Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi” adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.

Müzenin avlusuna “Dervîşân Kapısı” ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi’nden sonra, Üçler Mezarlığı’na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.

Avluya Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile “Şeb-i Arûs” havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.

Kaynak: http://www.kulturvarliklari.gov.tr

Selimiye Camii

Mevlana Müzesi içinde nedense fotoğraf çektirmiyorlar. Önce orada yatanlara saygıdan sandım ama şuursuzun birisi yazılı uyarılara rağmen fotoğraf çekince işin aslını öğrendim. Güvenlik görevlisi azarlayan bir ses tonu ile fotoğraf çeken kişiyi uyardı. Flaş tarihi dokuya zarar veriyor dedi. O zaman flaşsız fotoğraf çekebilmemiz lazım. Ama görevliye bu düşüncelerimi açmadım. Bunlar kraldan kralcı oluyorlar ve muhtemelen anlattıklarımı anlamayacaktı. 

Müzeden çıkınca Mevlana Caddesi üzerinde yürümeye başladık. Amacım yakındaki Bolu Lokantasında ilk etli ekmeğimi yemekti. Gelin görün ki günlerden Pazar olması nedeniyle kapalıydı. Biraz Adem’e söylendim. Hani Pazar günü açık oluyordu esnaf lokantaları? Şansımızı Hacı Şükrü’de denemeye karar verdik. Neyse ki Google Maps var. Elimizle koymuş gibi buluyoruz mekanları. Alaaddin Tepesine doğru yürümeye başladık. Bu arada gördüğümüz bir çay ocağına çöküp esnafla beraber çay keyfi yapmayı da ihmal etmedik.

Çay molası

Mevlana Caddesi üzerinde bir Selçuklu Camisi görüp içine giriyoruz. Daha doğrusu Alp içine giriyor ben ayakkabılarımı çıkarmaya üşendiğim için kapısından içeri şöyle bir göz atıyorum. Mihrabın ve minberin bir fotosunu çekip yola devam ediyoruz.

İplikçi Camii

Alaeddin Caddesi üzerindedir. Şemseddin Altınoba tarafından1201 yılından sonra yaptırılmış, Somuncu Ebubekir tarafından genişletilmiş, yenilenmiştir. (1332) Cami iplikçiler çarşısında bulunduğu için İplikçi Camii adını almıştır. 1951-1960 Klasik Eserler Müzesi olarak kullanılan camii, 1960 yılında tekrar ibadete açılmıştır.

Kaynak: www.konya.bel.tr

İplikçi Camii
Alaaddin Tepesindeki Şehitler Anıtından, Mevlana Caddesine bir bakış

Mevlana Caddesi’nin sonunda bizi Alaaddin Tepesi karşıladı. Havuzlu merdivenlerin hemen üzerinde Şehitler Anıtı bulunuyor. Tepenin en önemli yapısı olan Alaaddin Camii ve onun kümbetlerini gezmek için tepeye çıkıyoruz. Etrafta Türkten çok Suriyeli var. Gruplar halinde çevrede dolanıyorlar.

Alaaddin Camii

Alaaddin Camii

Câmi, en eski Selçuklu eserlerinden olup, Alâaddin Tepesi üzerinde inşa edilmiştir. Selçuklu Sultanı I.Rükneddin Mesud (1116-1156) zamanında yapımına başlanmış ve I.Alâaddin Keykubad zamanında tamamlanmıştır (1221). Câmi avlusunda I.Mesud, Kılıç Arslan, II.Rükneddin Süleyman, I.Gıyâseddin Keyhüsrev, I.Alâaddin Keykubad, II.Gıyâseddin Keyhüsrev, IV.Kılıç Arslan ve III.Gıyâseddin Keyhüsrev’in mezarları bulunmaktadır.

Alaaddin Camii
Çinilerle süslenmiş mihrap

Camii İslam mimarisi yapı tarzında inşa edilmiştir. Üzeri ağaç ve toprakla örtülmüştür. İçerisi Sütunlar ormanın andırmaktadır. Bizans ve klasik devirlere ait 41 taş mermer sütundan ibarettir. Camiinin en ilginç taraflarından birisi de minberidir. Minber abanoz ağacından birbirine geçmiş olup, Anadolu Selçuklu ahşap işlemeciliğinin en güzel örneklerdir. 1155 yılında Ahlat’lı Mengum Berti tarafından yapılmış bir şaheserdir. Çinilerle süsül mihrabın önünde çini süslü kubbesiyle örtülmüş bir saha mevcuttur. Mihrap ve kubbelerin çinileri kısmen sökülmüştür.

Selçuklu Sarayı’nın yakınında yapılan bu caminin kuzeye açılan kapısı üzerindeki dört satırlık kitabesinden Sultan Alâeddin Keykubat tarafından tamamlandığı yazılıdır. Bunun sağ tarafındaki mermer üzerine iki satırlık kitabede ise mimarının Dımaşklı Mehmet bin Havlan, mütevellisinin de Atabeg Ayaz olduğu yazılıdır. Caminin cümle kapısı üzerindeki üç satırlık Arapça kitabede de Sultan Alâeddin Keykubat zamanında, 1220’de Atabeg Ayaz’ın kontrolünde tamamlandığı yazılıdır. Beş satır halindeki bir diğer kitabede de caminin yapımına Sultan I.Keykavus’un emri ile 1219’da Atabeg Ayaz kontrolünde başlandığı yazılıdır. Giriş kapısının sağındaki bir başka dört satırlık Arapça kitabede ise cami ile türbenin Kılıçarslan’ın oğlu Sultan Keyhüsrev’in oğlu Alâeddin Keykubat’ın 1219 yılında Atabeg Ayaz kontrolünde yapılmasını emrettiği yazılıdır. Giriş kapısının kemeri üzerindeki yuvarlak bir çini panonun içerisinde de iki Arapça yazı bulunmaktadır. Bunlarda Sultanın unvanları belirtilmiş ve diğer yazıda da 1220 yılında Kerimüddin Erdişah tarafından yapıldığı yazılmıştır. Kerimüddin Erdişah’ın kim olduğu ve ne gibi görevlerde bulunduğu bilinmemektedir. Bu kitabelerden başka caminin batı duvarında iki kitabe daha bulunmaktadır. Bunların her ikisinde de Sultan Alâeddin’in ismi Keykubat olarak geçmektedir. Doğu tarafındaki kapı üzerinde de Konya Valisi Sururi Paşa tarafından 1889-1890 yılında Sultan II.Abdülhamid’in fermanı ile harap durumda olan ve bazı yerleri yıkılmış olan caminin onarıldığı yazılıdır.Cami içerisindeki ahşap minberin kitabesinde de Sultan I.mesut ile oğlu II.Kılıçarslan’ın isimleri ve minberi yapan usta Ahlatlı Hacı Mengüberti’nin isimleri yazılıdır.  

Kaynak: www.konya.gov.tr

Abanoz ağacından yapılmış minber

Caminin mermer mihrabı ve abanoz ağacından yapılmış minberi beni oldukça etkiledi. Çini, mermer ve ahşap işçilikleri çok muazzam. Camiyi gezdikten sonra hemen arka taraftaki kümbetlerin yanına gittik. Bu anıt mezarları da gördükten sonra Alaaddin Tepesinden aşağıya indik. İnce Minare tüm güzelliğiyle karşımızdaydı.

Alaaddin Camisinden şehre bakış
Kümbet

Sultanlar Türbesi

Alaeddin Camii içinde kuzeyde, klasik Selçuklu türbeleri tipindedir. Gövdesi kesme taşlardan on yüzlü prizma şeklinde yükselmiş, üzeri tuğladan on köşeli bir pramitle örtülmüştür. Türbe, Sultan Kılınçaslan tarafından yaptırılmıştır. Türbede sekiz çinili sanduka vardır. Aşağıda isimleri yazılı Selçuklu Sultanları; Sultan Mesud I, Kılınçaslan II, Rükneddin Süleymen II, Gıyaseddin Keyhüsrev I. Alaeddin Keysubat I. Gıyaseddin Keyhüsrev II, Kılınçaslan IV, Gayseddin Keyhüsrev III medfun bulunmaktadır.

Kaynak: http://konya.bel.tr

Alaaddin Tepesi Parkları
İnce Minare

İnce Minare (Taş ve Ahşap Eserler) Müzesi

Konya İli, Selçuklu İlçesi’nde, Alaaddin Tepesi’nin batısındadır. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus Devrinde Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis ilmi öğretilmek üzere 663 H.(1264 M.) yılında inşa ettirilmiştir. Yapının mimarı Keluk bin Abdullah’tır.

Darü-l Hadis Selçuklu Devrinin avlusu kapalı medreseleri grubundadır. Tek eyvanlıdır. Doğusunda yer alan taçapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır.

Giriş kemerinin iki tarafında yer alan üçer küçük sütun ve kemer kavsarası bitkisel ve geometrik motiflerle süslüdür.

Taçkapıdan çapraz tonozlu mekâna geçilmektedir. Cepheden bakıldığında fark edilemeyen bu mekân, binanın esas eyvanı için simetri teşkil etmektedir. Bu mekânın yan duvarlarındaki iki adet niş mimariye estetik kazandırmıştır.

Çapraz tonozlu giriş bölümünden divanhaneye girilir. Ortasında havuzu bulunan üzeri kubbeli, kare planlı avlunun güney ve kuzeyinde beşik tonozlu dikdörtgen planlı öğrenci hücreleri bulunmaktadır. Kubbeye geçiş pandantiflerle sağlanmıştır. Kubbe kasnağında kûfi yazı ile “El-Mülkü-Lillah” “Ayet’el Kürsi” yazılıdır. Yapı ışığını, mazgal ve dikdörtgen pencereler ile kubbede yer alan fenerden sağlamaktadır.

Girişin karşısında avludan üç basamakla çıkılan basık tonozlu eyvan yer almaktadır. Eyvanın iki yanında kare planlı, kubbeli birer dershane odası vardır.

Anıtsal yapının ön cephesi kesme taştandır ve yan duvarlarının dış cepheleri moloz taştan yapılmıştır. İç mekânlarda tuğla hem statik, hem de dekoratif amaçlı kullanılmıştır.

Kuzeyinde yer alan mescitten bugün yalnız tuğla örgülü mihrabı kalmıştır. Yapıya adını veren minarenin kaide kısmı muntazam kesme taş kaplamalıdır. Beden kısmı tamamen tuğla örgülüdür. Bugün mevcut gövdesi sekiz köşeli olup, çeşitli formda bombeler halindedir. Minare turkuvaz renginde, beyaz hamurlu tuğlalarla örülmüştür. Minarenin orijinali iki şerefeli iken, 1901 yılında düşen yıldırım, iki şerefeden birini tahrip etmiştir.

İnce Minareli Medrese XIX. yüzyılın sonuna kadar faaliyetini sürdürmüştür. 1876-1899 yıllarında tamir edildiği bilinmektedir. Cumhuriyet Devrinde 1936 yılında başlayan çeşitli onarım çalışmalarından sonra, 1956 yılında Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak hizmete açılmıştır.

Müzede Selçuklu ve Karamanoğlu Devrine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar teşhir edilmektedir.

Başkenti Konya olan Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel örnekleri de bu müzede sergilenmektedir. 

Kaynak: http://www.kulturvarliklari.gov.tr

Müzede sergilenen eserler

İnce Minare’den çıkınca artık Hacı Şükrü’yü ziyaret etmenin vakti gelmişti. Zira bünye fırın kebabı istiyordu. Yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından Hacı Şükrü’nün önüne geldik lakin burası da Bolu Lokantası gibi kapalıydı. Ulen dedim Pazar günü Konya’da yemek yiyemeyecek miyiz? Hemen telefona aldığım notları açıp alternatif lokanta arayışına giriştim. Sırada Cemo Etli ekmek var. Google Maps yürüyerek 15 dakika veriyor. Tabana kuvvet yürüyüp, 10 dakikada Cemo’ya ulaşıyoruz. Şükür burası açık. Yoksa Konya’da çıngar çıkarmam işten bile değildi. Hemen sıralı etli ekmek istiyoruz. Yanına da bol salata ve yayık ayran… Sırasıyla Sac arası, etli ekmek ve mevlana geldi. En güzeli en sona saklamışlar. Biz de tatlıyı pas geçip bir tane daha mevlana istedik. Ne yalan söyleyeyim sac arası ve etli ekmekte  beklediğim lezzet patlamasını yaşayamadım. Lakin mevlana İstanbul’da yediklerime hiç benzemiyordu. Peynir farkından olsa gerek oldukça lezzetliydi. Bir de yerken tereyağı damlıyordu. Zaten bu kadar tereyağını neye koysan lezzetli olur :). Yeni nesil “Ay bu yağlı yiyemem” geyiği yapacak şimdi ama tereyağsız bir dünya düşünemiyorum.

Etli ekmekleri hüpletip bünyeyi şarj ettikten sonra yeniden yürüyüşe geçtik. Alaaddin tepesine geri dönüp Kültür Parkın içinden geçtik. Arazi bol olduğundan olsa gerek Konya’nın meydanı da bol. Buraya da yeni bir meydan yapıyorlar ama biraz daha yeşil olsa daha güzel olurmuş. Belki ilerde saksı bitkileri ile yeşillendirirler. Bizim belediyeler ne zaman bu sera tipi yeşillik anlayışından vazgeçip yurtdışındaki örnekleri gibi gerçek şehir parkları yapacaklar, merak ediyorum.

Kültür Park ve arkada Hacı Veyiszade Camii

Sırada Karatay Müzesi var. Müze kartımız sağ olsun buraya da elimizi kolumuzu sallaya sallaya giriyoruz. Alp müze ücretlerini kayıt altına alıyor. Müze karta verdiği 30 TL’yi ne zaman çıkaracağını merak ediyor sanırım :).

Karatay Müzesi

Karatay (Çini Eserler) Müzesi

Medrese Karatay İlçesi, Ferhuniye Mahallesi, Adliye Bulvarı’nda Aladdin Tepesi’nin kuzeyinde yer almaktadır.

Karatay Medresesi, Sultan II. İzzeddin Keykavus Devrinde, Emir Celaleddin Karatay tarafından, 649, H. (1251 M.) yılında yaptırılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. Osmanlı Devrinde de kullanılan medrese XIX. yüzyılın sonlarında terk edilmiştir.

Medrese Selçuklular Devrinde hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere “Kapalı Medrese” tipinde Sille taşından inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Giriş doğudan gök ve beyaz mermerden yapılmış kapı ile sağlanmaktadır. Kapı Selçuklu Devri taş işçiliğinin şaheser bir örneğidir. Yazı ve desenlerle süslenmiştir. Kapının üzerinde medresenin yapımı ile ilgili kitabeler yer almaktadır. Kapının diğer yüzeylerine seçme ayet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir.

Kapıdan, evvelce kubbe ile örtülü (şimdi üzeri açık) bir avluya, buradan da bir kapı ile medreseye girilir. Medrese salonunun üzeri, merkezinde fener bulunan ve mozaik çinilerle kaplı kubbe ile örtülüdür. Kubbe kasnağında, duvarların üst kısımlarındaki bordürlerde ve hücre kapıları üzerindeki panoda ayetler yazılıdır. Binanın batı yönünde bulunan beşik tonozlu eyvanın kemerinde besmele ve Ayet-el Kürsi yer almaktadır. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenlerde ise Muhammed, İsa, Musa ve Davud peygamberlerin isimleri ile dört halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali)’nin isimlerine yer verilmiştir. Eyvanın solundaki kubbeli hücre Celaleddin Karatay’ın türbesidir.

Medrese duvarlarındaki mozaik çinilerin büyük bir kısmı dökülmüştür. Çinilerde kullanılan renkler, turkuvaz (firuze), lacivert ve siyahtır.

Anadolu Selçuklu Devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay Medresesi 1955 yılında “Çini Eserler Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır.

Sergilenen eserler Anadolu, Selçuklu ve Osmanlı Dönemine aittir. Celaleddin Karatay Türbesi’nin bulunduğu hücrede ve güneydeki öğrenci hücrelerinde Kubad-Abad Sarayı çinileri alçı süsleri, çini tabaklar, kandiller ve sırsız seramikler sergilenmektedir. Kubad-Abad Sarayı çinileri haç, yarım haç, sekiz köşeli yıldız ve kare şeklinde olup, lüster ve sıraltı tekniği ile yapılmıştır. I.Alaeddin Keykubat’ın emri ile yaptırılan Kubad-Abad Sarayı İbrahim Hakkı Konyalı ve Prof. Dr. Osman Turan’ın Beyşehir civarında olması gerektiğini işaret etmelerinden sonra 1949 yılında Konya Müze Müdürü Zeki Oral tarafından bulunmuştur. 1952’de Zeki Oral’ın, 1965-1966’da Katharina Ottodorn’un ve 1967’de Mehmet Önder’in sondaj ve kazı çalışmaları ardından uzun süre kendi kaderine terk edilen Kubad-Abad 1980 yılından itibaren Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından yeniden ele alınarak sistemli kazılara başlanmıştır.

Eyvanda Selçuklu Dönemine ait çini kalıntıları, Selçuklu ve Osmanlı Dönemine ait seramikler teşhir edilmektedir. Kubbeli salonda Selçuklu Dönemine ait cam tabak, çini parçaları, Beyşehir Eşrefoğlu Camii’ne ait tavan göbekleri ve Osmanlı Dönemine ait seramikler bulunmaktadır. 

Kaynak: http://www.kulturvarliklari.gov.tr

Müzenin, bazı yerleri tahrip olmuş, çini tavanı
Alaaddin Tepesinde çay keyfi

Yeniden Alaaddin Tepesindeyiz ama bu kez oturmaya geldik. Bir semaver çay ısmarlayıp tepeden şehri seyre daldık. Çay bahane sohbet şahane şeklinde bir saat kadar burada takıldık. Arkeoloji müzesi ile etnografya müzesi arasındaki farkları tartışırken saat dörde gelmiş, hava da serinlemeye başlamıştı. En iyisi iki müzeyi de ziyaret edip aradaki farkı kendimiz görelim diyerek yeniden yollara düştük.

Havuzlu merdivenler ve Şehitler Anıtı

Önceliği etnografya müzesine vermiştik ama karşımıza önce arkeoloji müzesi çıktı. Buradaki görevli de bizi öncelikle bu müzeyi gezme konusunda ikna etti. İyi ki de etmiş zira daha sonra ziyaret edeceğimiz Çatalhöyük’ten çıkarılan en değerli bulgulardan biri olan bebek iskeleti bu müzede sergileniyor.

Roma döneminden lahitler

Arkeoloji Müzesi

Arkeoloji Müzesi ilk defa 1901 yılında Karma Ortaokulu’nun güneybatı köşesindeki yapıda açılmıştır. 1927 yılında eserler sergilenmek üzere buradan Mevlânâ Müzesi’ne, 1953 yılında da İplikçi Camii’ne taşınmıştır. 1962 yılında ise bugünkü müze kurularak hizmete sunulmuştur.

Müzemiz Neolitik Çağdan başlamak üzere, Eski Tunç, Orta Tunç (Asur Ticaret Kolonileri), Demir (Frig, Urartu) Klasik, Hellenistik, Roma ve Bizans Devrine ait eserler sergilenmektedir.

Antik banyo küveti
Çatalhöyük buluntuları
Bebek mezarı
Sahib-i Ata Camisinin Minaresi

Arkeoloji müzesinde biraz fazla oyalanınca etnografya müzesine yetişemedik. Hemen bitişikteki Sahib-i Ata Camisini ziyaret ettik. Hava kararmaya başlamıştı. Tam da akşam namazı öncesi bu camiyi fotoğrafladım. Ayrıca caminin hemen yanındaki müze haline getirilmiş külliyeyi de ziyaret ettik. 

Bu cami 1285 yılında yapılmış fakat 1871 yılında çıkan yangın nedeniyle yıkılıp yeniden yaptırılmış. İlk camiden geriye sadece çinili mihrap kalmış. Ayrıca ilk yapıldığında çok büyük olan caminin taç kapısı ve minaresi, sonradan yapılan bugünkü cami daha küçük olduğu için camiden uzakta kalmış ve avlu kapısına dönüşmüştür. 

Kaynak: Look at the tabela.

SAHİP ATA HANİGAHI

Hanigâh, Farsça’dan gelen bir kelime olup “hangâh” şeklinde de ifade edilmektedir. Bu terim, bir yüceltme ve onurlandırma ifadesi olarak kullanılagelmiştir. İlâhî kelimesi ile beraber kullanıldığında “Allah’ın katı” şeklinde bir mana kazanır. Bu arada hükümdarlara ait yer ve makamları yüceltmek maksadı ile “Dergâh-ı Âlî” şeklinde de kullanılmıştır. Hangâh’lar birer dergâh’tırlar ve kullanım şekline göre büyük dergâhlar âsıtâne, küçükleri ise zaviye olarak adlandırılırlar. Selçuklu Dönemi hanigah örneklerinin en önemlilerinden biri de Sahip Ata Hanigahıdır. 

Günümüze kadar gelmiş olan bu hanigah, Konya şehir surunun dışında, eski adıyla Larende (bugünkü Karaman) yoluna açılan sur kapısının karşısında inşa edilmiş bulunan Sahip Ata Külliyesindedir.

Külliye; camii, türbe, hanigâh, dükkanlar, çeşme ve çifte hamamdan oluşmaktadır. Külliyenin ilk yapısı olan camii 1258M yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından Mimar Kelük bin Abdullah’a yaptırılmış, 1276M. tarihinde altında bir mumyalık katı bulunan bir türbe eklenmiştir.

Taç kapısındaki inşa kitabesinde, bu mübarek hanigahın Hacı Ebubekir Zade Hüseyin’in oğlu Ali tarafından, Gıyasüddin Keyhüsrev’in sultanlığı zamanına rastlayan 1279 M. yılında, “Allah’ın Salih kullarına menzil ve takva sahibi sufilere mesken” olarak inşa edildiği ifade edilmekte olup, hanigah’ın 21 sene sonra türbenin güney duvarına eklendiği bilinmektedir.

Tipik bir Selçuklu taç kapısına sahip olan hanigah planı ile XIII. yüzyılın bilinen Selçuklu tekke ve hanigâhları arasında simetrik planlı olanların en büyüğü olarak dikkat çekmektedir. Mimarı bilinmeyen bu abidevi bina, günümüze kadar kısmen kalabilmiş çini süslemeleriyle devrinin en önemli eserlerinden biridir.

Plan itibarı ile bu eserin Merv ve Tirmiz bölgelerindeki XI.-XIII. yüzyıllara ait merkezi kubbeli yapılara ve aynı eksen üzerinde yer alan eyvan şeması ile de Orta Asya evlerinin plan tipine benzerlik göstermesiyle sanat ve mimarlık tarihimiz açısından önemini daha da arttırmıştır.

Sahip Ata Hanigahı, Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilerek Sahip Ata Vakıf Müzesi olarak ziyarete açılmıştır.

SAHİP ATA VAKIF MÜZESİ ESERLERİ 

Selçuklu dönemine has firuze, patlıcan moru, kobalt mavisi çinilerle kaplı, kendisi anıt müze konumunda olan müzede; Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı cami ve mescitlerden getirilen tarihi eser niteliği kazanmış teberrukat eşyalarından örnekler sergilenmektedir. 
Eser grupları arasında; Konya Alaaddin Camii’ne ait halı ve kilim örnekleri, el yazması Kur’an-ı Kerimler, kitaplar, hat levhalar şamdanlar, sancak, sakal-ı şerif, saat, çini parçaları, Beyşehir Eşrefoğlu Camiine ait Vaaz Kürsüleri, kapı panelleri sergilenmektedir.

Kaynak: http://www.vgm.gov.tr

Kapının taş işçiliğine dikkatinizi çekerim
Sahib-i Ata Camii

Artık hava tamamen kararmıştı. Otele dönüp biraz dinlenmeyi hak etmiştik. Karatay Belediyesinin modern hizmet binasının önünden geçip otele doğru yürüdük. Mevlana Müzesi ve Selimiye Camisini fotoğrafladım. Selimiye Camisi tadilatta olduğundan gezemedik. Artık bir başka sefere diyelim.

Karatay Belediyesi
Selimiye Camii

Selimiye Camii

Mevlana Dergâhının batısında inşaatına Sultan Selim II’nin şehzadeliği zamanında başlanmış (1558-1567) arasında tamamlanmıştır. Camii Osmanlı klasik mimarisinin Konya’daki en güzel eserlerindedir. Kuzeyinde altı sütuna istinat ettirilmiş yedi kubbeli son cemaat yeri ve mermer süveli geçme basık kemerli cümle kapısı mevcuttur. Ahşap kapı kanatlarından sağdakine “Mescitti Mümin,suda balık gibidir.”İbareler mevcuttur. Son cemaat yerinin sağ ve solunda tek şerefeli iki minaresi vardır.

Kaynak: www.konya.bel.tr

Hazır şehri ışıklı haliyle çekerken İstiklal Şehitleri Abidesini de fotoğraflayayım istedim. Orayı çektikten sonra Mevlana Kültür Merkezini çekelim dedik. Uzaktan ışıl ışıl haliyle beni fotoğraflayın diye bağırıyordu. Biz de hafiften titreye titreye ışığa doğru yürüyorduk. Tam kadraj mesafesine girdik ki ışıklar söndü. Şansın böylesi. Şaşkın şakın biraz bakındık, sonra mecbur koşar adımlarla otelin yolunu tuttuk. Zira hava her dakika biraz daha soğuyordu. Gündüz 20 dereceye çıkan sıcaklık gece 2-3 dereceye kadar düşüyordu.

Bayraklı Yol ve  Karşılama Kubbesi
İstiklal Şehitleri Abidesi
Otelim otelim, sıcak otelim…

Otelde biraz takılıp kendimize geldikten sonra Hacı Şükrü’nün Meram yolu üzerindeki tesisine gitmek üzere Bukefalos’un üzerine atladık. Keşke botlarımı giyseymişim. Lokantaya kadar ayaklarım dondu. İlk sipariş sıcak bamya çorbası :). Soğukta ilaç gibi geldi. Ben çorbayı çok beğendim. Alp biraz ekşi buldu. Konak Lokantasındakini daha çok beğenmiş. Çorbadan sonra ara sıcak babından yaprak sarma yedik. Akşehir’dekinden de Konak Lokantasındakinden de daha lezzetliydi. Zaten sunumu bile daha zevkliydi öncekilerden.

Bamya Çorbası
Yaprak sarma

Sırada Konya Tiridi var. Görünümü, kokusu müthişti. Adeta tereyağı içinde yüzüyordu. Ve beklenen lezzet patlamasını Konya’da ilk defa yaşadım. Tiritçi Mithat’ı kapalı olması nedeniyle test edememiştik ama ben bu tiritle de mutlu oldum. Öyle ki arkasından gelen fırın kebabı bunun yanında sönük kaldı. Aslında o da çok başarılıydı ama bu başka bir şey. Fırın kebabını da tereyağı ile yemek lazım, kendi yağı beni kesmedi :).

Konya Tiridi
Fırın Kebabı

Şükrü’den sonra Bukefalos’un üzerinde yine titreye titreye Alaaddin Tepesine geldik. Biraz burada takılalım dedik ama kendimize uygun bir mekan bulamadık. Dışarıda da üşüyünce son olarak İnce Minare’yi fotoğraflayıp erkenden otelin yolunu tuttuk. Yarın Çatalhöyük’e gideceğiz. Dönüşte ise sanayide etli ekmek testi yapacağız.

Kapı ve minarenin taş işçiliği gece daha çok belli oluyor

28 Ekim, Pazartesi

Gün ağarırken uyandım. Biraz yatağın içinde döndüysem de tekrar uyuyamadım. Ee tavuk gibi erkenden yatarsan horoz gibi dikilirsin sabahın köründe. Kahvaltıya kadar çantamı toparlayıp, cep telefonumla meşgul oldum. Kahvaltıda göz göz yumurtanın yanında dün olduğu gibi taze sıkılmış nar ve portakal suyu içtim. Yumurtadan memnun kalmadım. Dandik teflon tavada fazla pişmiş geldi önüme. Halbuki konağın atmosferine uygun bir şekilde, bakır sahanda pişirip servis yapsalar hem ağız tadı hem de göz zevki açısından daha iyi olurdu.

 Konya – Çatalhöyük – Konya- Polatlı – Beypazarı

Güneş biraz yükselmiş, hava ısınmıştı ama motorlar buz gibiydi. Arka çantayı yerleştirirken ellerim üşüdü. Çatalhöyük’e Konya’dan üç farklı yoldan gidilebiliyor. Biz giderken Karaman yolunu tercih ettik. Fakat Konya’yı çıkana kadar o kadar fazla ışığa yakalandık ki bu yolu seçtiğime pişman oldum. Yaklaşık 40 dakikalık bir sürüşün ardından Çatalhöyük’e ulaştık. Tepedeki kazı alanının üstünü örten yapı uzaktan adeta zeplin gibi gözüküyor. Motorları giriş kapısının hemen karşısındaki otopark alanına bıraktıktan sonra kapıda bizi gözleyen görevlinin yanına yürüdük.

Çatalhöyük

Görevli bizi girişin solunda bulunan karşılama binasına götürdü. Alp burada müze kartını göstermiş. Ben elimi kolumu sallaya sallaya girdim. Herhalde bende de olduğunu tahmin edip sormadı. Girişteki bu binada Çatalhöyük kazılarını ve bu kazıların önemini anlatan görseller var. Kazı hakkında bilgi edindikten sonra kazı alanına doğru yola çıkıyoruz. Kazı ile ilgili açıklayıcı bilgileri, girişte bize verilen kitapçıktan aktaracağım.

Kazı alanı

Çatalhöyük

Höyük 1958’de James Mellaart, David French ve arkadaşları tarafından bulundu. İlk kazı 1961-1965 yılları arasında Ankara’daki İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nün katkılarıyla James Mellaart tarafından gerçekleştirildi. Mellaart çalışmalarını Neolitik çağa ait olan doğu höyüğünde yoğunlaştırmıştı. Bu höyüğün yalnızca %4’ünün kazılması bile alanın büyük öneminin anlaşılmasına yetmişti. Mellaart’ın kazıları boyunca doğu höyüğünün güneybatısındaki 16 katmanda yüzlerce bina incelendi. Araştırmaların yayınlanmasıyla höyüğün uluslararası önemi de gözler önüne serilmiş oldu.

Karşılama ve sunum salonu

1993’de Ian Hodder’in önderliğinde, Cambridge ve Stanford Üniversiteleri tarafından höyükteki çalışmalarda yeni bir dönem başlatıldı. Yaklaşık 25 yıl sürmesi planlanan yeni proje, modern bilimsel teknikler kullanılarak neolitik çağda sanatın rolü, Çatalhöyük insanının yemek alışkanlıkları, sağlık koşulları, ne şekilde yaşadığı gibi sorunları yanıtlamayı amaçlamaktadır. Diğer kazılardan farklı olarak bu kazının çok gelişmiş bilimsel tanımlama ve koruma yolları kullanılarak bir örnek oluşturması düşünülmektedir.

Örnek bir ev

Proje; İngiltere, Amerika, Yugoslavya, Polonya, İsrail, Yunanistan, Almanya, Danimarka, İsveç, Kanada’dan, Türkiye’den ODTÜ, İstanbul, Ankara, Ege, Anadolu, Çukurova ve Selçuk Üniversitelerinden çok sayıda araştırmacı ve öğrencinin katılımıyla oluşan uluslararası bir niteliğe sahiptir.

Örnek evin içi

Çatalhöyük Neolitik çağ boyunca yerleşmek için en uygun yerlerden biriydi. Zengin bataklıkların kıyılarına kadar uzanan dağ ormanlarının çevrelediği Çatalhöyük, sanki tarım ve hayvancılık yapmak için yaratılmıştı. Buluntular bu bölgenin 9000 yıl önce bereketli bir bitki ve hayvan kaynağı olduğunu göstermektedir. 

Çatalhöyük evcil hayvan ve bitkilerin yetiştirildiği ilk yer olmasa da, sığırın ilk olarak burada evcilleştirildiği bilinmektedir. Çatalhöyük, insanların avcı-toplayıcı bir toplumdan tarım toplumuna geçtikleri o kökten dönüşümünden sonra kurulmuş en ileri yerleşimlerden biridir.

Kazı alanı

Tarihin en eski şehirlerinden biri olan Çatalhöyük’te 3000 ila 8000 arası insan yaşıyordu. Şehrin fazlasıyla düzenli bir yapısı olmasına rağmen bu kadar çok insanı bir arada tutan merkezi bir sistemin ya da yönetimin varlığı bilinmemektedir. Aileler yoğun bir şehir dokusu içinde konumlanmış küçük kerpiç evlerde yaşıyorlardı. Bir evdeki yaşam süresi bittikten sonra (evin yapılışından yaklaşık 80 yıl sonra) özenle bu evi toprakla doldurup tam üzerine bir yenisini yapıyorlardı. Yeni evler eskilerinin üzerine yapıla yapıla bugünkü, 16 bina katmanını içeren, 21 metre yüksekliğindeki höyük oluştu.

Kazı alanı

Her ev diğer evlerden bir kaç santimetre uzak olmasına rağmen kendi dört duvarına sahipti, bir başka deyişle, ev duvarlarını ortaklaşa kullanmıyorlardı. Evlere giriş çatının üzerindeki bir delikten merdivenle aşağı inilerek yapılıyordu. Günlük hayat büyük olasılıkla hem çatıların üzerinde hem de kötü ışık ve havalandırma koşullarına rağmen evlerin içinde geçiyordu. Bunlar masa, divan ya da yatak olarak kullanılmış olabileceği gibi ölüler de buralara gömülüyordu.

Diğer Kazı Alanı

Höyük, benzersiz sanatıyla tanınmaktadır. Evlerin duvarlarını kaplayan, karmaşık törenleri, manzara ve hayvanları, çeşitli geometrik şekilleri gösteren duvar resimleri ve kabartmalar, 9000 yıl öncesi insanının inanç ve düşünceleri hakkında bilgi vermekte, insanın yerleşik düzene geçip tarımla uğraşmaya başladığı ilk zamanlarda neler yaşamış olabileceğini bize göstermektedir. Duvar resimlerinin yanısıra Çatalhöyük’teki en ilgi çekici buluntular küçük figürlerdir. Bir çok kadın, erkek ve hayvan figürü bulunmuştur. Bunların çoğu aslında cinsiyetsiz olup insandan çok “insansı”dırlar. 

Çatalhöyük sanatı, kafası kopmuş insan cesetlerini didikleyen akbabaları resmetmiştir. Bunun bir çeşit cenaze töreni olduğu düşüncesiyle açılan, sayıları ev başına 60’a kadar çıkabilen mezarlarda bulunan iskeletlerde böyle bir olayın izine rastlanmamıştır. Ancak belki de belirli bir önemi olan bir kaç ölünün kafası mezarlardan alınmıştır. Bu kafalar saklanıp daha sonra törenlerde kullanılmış olmalıdır. Şu ana kadar höyükten çıkarılan çoğu heykelcik de kafası kopmuş olarak bulunmuştur.

Çatalhöyük Projesi’nin bir başka amacı da höyükteki binaları koruyup, bunları daha geniş bir halk kitlesine sunmaktır. Bu bağlamda, ziyaretçi merkezi, kazı alanlarının üzerlerinin kapatılıp sergilenmeleri, neolitik çağa ait bir evin o günün teknikleriyle yeniden yapılması gibi ziyaretçilere yönelik hizmetlere büyük önem verilmektedir. Eğitsel programlar da (yöre okullarında, web sitelerinde ve CD ROM’larla verilecek eğitim programları gibi) höyüğün önemini anlatmak için düşünülmüş teknikler arasındadır.

Höyükteki kazı işini ve araştırmaları kolaylaştırmak amacı ile höyük yakınına yaşama birimlerini ve laboratuvarları içeren bir kazı evi yapılmıştır. Çatalhöyük araştırma projesi, uzun dönem devamlılığını sağlayabilmesinin, medya, ticari kuruluşlar, ana ve yardımcı sponsorlarla olan ilişkilerine bağlı olduğunun bilincindedir. Yerel köylüler, turistler, ana tanrıça kültürüne inananlar ve uluslararası sanatçılar gibi höyükle ilgilenen bir çok değişik topluluk, bu proje sayesinde birbirleriyle ilişkiye girebilmekte ve bundan karşılıklı olarak faydalanmaktadır. Böylece Çatalhöyük birleştirici ve eğitimsel bir rol üstlenmektedir.

Kaynak: Çatalhöyük Araştırma Projesi Kitapçığı

Çatalhöyük’ü arkamızda bırakıp ara yoldan Konya’ya doğru gaz açtık. Çevreyoluna gelince ben etli ekmekçinin adresini navigasyona girdim. 10 dakika sonra Karatay Sanayi’deki, Çınar etli ekmek salonunun önündeydik. Saat on ikiyi biraz geçiyordu. Sanayi öğle yemeği için henüz paydos etmediğinden olsa gerek lokanta tenhaydı. Garsona ne yiyelim diye sorduk. O da börek, etli ekmek, bıçak arası, mevlana diye saymaya başladı. Biz hepsinin tadına bakmak istiyoruz dediysek de garsona laf anlatamadık. En sonunda börek (peynirli ekmek, içinde et yok), bıçak arası ve mevlana siparişi verdik. Sırayla getir demeyince hepsini beraber getirdiler. Neyse buna da şükür deyip ekmeklere giriştik. Sonuç Konya’da yaşadığımız ikinci lezzet patlaması. Çarşıda yediğimiz etli ekmekten çok daha lezzetliydi. Bir kere hamuru çok ince ve gevrekti. Bizim çok hoşumuza gitti. Öyle ki acaba bir mevlana daha mı söylesek diye düşündüm lakin karnımızı tam doyurmamamız lazım. Tatlıyı da pas geçip hesabı istedik.

Çınar Etli Ekmek
Gerçek etli ekmek

Çınar Etli Ekmek lokantasından ayrılıp yine aynı sanayi sitesinde bulunan Ateş Baba’ya geçtik. Araları motorla yaklaşık 3 dakika. Köfteleri abartmayıp birer porsiyon istedik. Ben acılı, Alp acısız… Zaten köftenin yanında piyaz, patlıcan salata, cacık ve acı sos otomatik olarak geliyor. Köfteler şişe takılarak pişiriliyor. Gayet lezzetliydi ama yediğim en iyi köfteler listesine girer mi orası meçhul. Bu durumu az önce yaşadığımız lezzet patlamasının gölgesinde kalmasına ya da karnımız çok aç olmadığından düşen marjinal faydaya bağlayabiliriz. Hesap da Sanayi Sitesi için yüksek geldi. Neyse yemeden gitsem aklımda kalırdı. Zaten Tiritçi Mithat ve Bolu Lokantalarını pas geçmek zorunda kalmıştık bunu da pas geçsem bünyem bu geziyi kaldırmazdı.

Köfteci Ateş Baba
Ateş Baba’nın acılı köftesi

Yemek faslını burada noktalayıp yeniden yola koyulduk. İlk hedef Kadınhanı. Burada ana yoldan ayrılıp Polatlı istikametine döndük. Konya ovasının karnını kuzeye doğru yara yara çıkan bu yolun sağı ve solu göz alabildiğine tarla. Sonbahar nedeniyle sarının tüm tonlarını görebilirsiniz. Güneş de tepeden vurunca uykum geldi bu yolda. Arada sırada kamyon ve traktör solluyorduk. Çabuk bitsin diye gazı biraz daha çevirdim. Bu arada benzin durumum da kritikti. Zira 164km’lik Kadınhanı – Polatlı arasında tek bir benzinciye rast gelmedik. Bukefalos rezerve düştüğünde Polatlı’ya daha 40km vardı. Ben rahat rahat bir benzinciye kapağı atabilirdim ama Alp’in Karaca Bey nedense daha çok benzin harcıyor. İki sene önce Hillside Beach Club’a giderken yine böyle yakıt problemi yaşamıştık. Sonradan aklıma bir gece önce benim motorla Hacı Şükrü’ye gittiğimiz geldi. Git gel 30 km yol yapmıştık. Yani Alp’in kadranında 30km eksik yol var. Bu hesaptan sonra rahatlayıp gaz kolunu keyifle biraz daha çevirdim.

Polatlı’ya doğru
Uçsuz bucaksız bir ova

Polatlı’da depoları doldurup Ayaş istikametine doğru yola koyulduk. Görünen o ki karanlığa kalacaktık. Kış saati yüzünden güneş beş olmadan batıyordu. Nitekim yolda fotoğraf molası verip güneşi batırdık. Navigasyon Ayaş yolunda, Sarıoba civarından sola dönüş verdi. Tabelada Kırbaşı yazıyordu. Asfaltı fena gözükmüyordu. Sağa çekip Google Maps üzerinden kontrol ettim. Daha kestirme bir yol olarak gözüktüğünden navigasyonu dinlemeye karar verdim. Hava artık iyice kararmıştı. Yolda in cin top atıyordu. Alp’i arkamda sürekli kontrol ederek yol alıyordum. Derken bir yol ayrımında Garmin bir toprak yolu gösterdi. Haydaa oldu mu şimdi. Zifiri karanlıkta ne işimiz var toprak yolda. Tekrar telefondan Google Maps kontrol edildi. Bu kez Garmin’e uyulmayıp asfalttan devam edildi.

Polatlı – Ayaş arası
Bozkırda gün batımı

Neden sonra kasaba ışıkları göründü. Kırbaşı’na gelmiştik. Lakin ben Beypazarı tabelasını görmeyip kasabanın içine daldım. Meydana gelip de yolun bittiğini görünce aha dedim şimdi o kadar yolu geri mi döneceğim. Alp tabelayı gördüm deyince rahatladım. Geri dönüp Beypazarı yoluna girdik. Muhtemelen hava aydınlıkken geçsek güzel bir yol ama karanlıkta bizi biraz zorladı. Öyle ki Beypazarı’na vardığımızda sanki saat gece on, on bir gibi geldi bana. Halbuki saat daha altı buçuktu.

Beypazarı

Çok küçükken gelmiştim Beypazarı’na. O yüzden hiç bir şey hatırlamıyorum. Umduğumdan daha büyükmüş. Ben Göynük büyüklüğünde diye tahmin ediyordum. Beypazarı’nın, ortasında havuç heykeli olan meydanına bakan otelimizi kolayca bulup motorları önüne park ettik. Otelin altındaki zücaciye dükkanından bir adam çıkıp otele mi geldiğimizi sordu. Evet deyince de nereden geldiğimizi, bu motorlarla kaç bastığımızı sorup kendinin de küçük bir motoru olduğunu anlatmaya başladı. Ben he he deyip merdivenlere yöneldim. Bu yorucu yoldan sonra üzerimdekilerden acil kurtulmak istiyordum. Otelin girişinde galoş takıyorsunuz. Hem de otomatik bir makine yardımıyla.

Otel kötü bir şekilde restore edilmiş eski bir konak. Fiyat deseniz uygun değil. Odada bizi bir sürpriz bekliyordu. Belirtmiş olamama rağmen bize tek yatak vermişler. Neyse ki ayrılabiliyormuş. “Biz şu kıyafetleri değiştirip yemeğe çıkacağız siz de biz gelene yatakları ayırırsınız” dedim. Burada yeri gelmişken otelle ilgili yorumlarımı da yapmak istiyorum. Yataklar çok küçük, çarşaflarda leke var, duş ve tuvalet gecekondu usulü, su ısınmıyor, neredeyse soğuk suyla duş aldım, otoparkı booking.com’da var gözüküyor ama aslında yok. Kısacası burada kalmayı tavsiye etmiyorum.

Otelimiz İpek Yolu Konağı
Beypazarı geceleri

Beypazarı gecelerine akmadan önce otel resepsiyonuna nerede iyi yemek yiyebileceğimizi sorduk. Onlar lokanta öneremiyorlarmış ama Taş Mektep diye belediyenin işlettiği bir yer varmış. Biz Alp ile bu lokanta önerememe işine fena bozulduk. Lakin Beypazarı’nı gezdikçe adama da hak vermedim değil. Zira hava karardıktan sonra esnaf dükkanları kapamış. Bize tavsiye edilen Taş Mektep de kapılarını kapayan müesseseler arasındaki yerini almıştı. Lokantalar kapalı ama pastaneler, berberler, ikinci el telefon alıp satan dükkanlar açıktı. Karnımın aç olmasının da etkisiyle buz gibi soğudum bir anda Beypazarı’ndan.

Bir lokanta buluruz diye Beypazarı sokaklarını epey bir arşınladık. Bu arada sokaklar Doğan görünümlü Şahinlerden geçilmiyor. En son bu kadar çok kuşu 20 sene önce falan bir arada görmüşümdür. Hepsi de kötü şekilde modifiye edilmiş. Kıçları yerde, bozuk bas sesleri içinde bayık şarkılar çala çala geziyorlar. Hani piyasa yapıyorlar diyeceğim ama hem mekan çok küçük hem de saat sekizden sonra sokaklar bomboş. Sanırım buralar sadece yazın şenlikli oluyor.

Cep telefonumdan Tripadvisor’ı açtım. Bakalım buranın en iyi lokantası neresiymiş? Komagene çıkmasın mı, beni bir gülme tuttu. Tabi hemen yorum sayısına baktım: 1 kişi yorum yapmış. Bize önerilen Taş Mektep üçüncü sırada ama ona da yapılan yorum sayısı 11. Sonuç olarak 30 yorumun altında olduğu için normal dağılıma uygun olmadığından bu yorumları dikkate alamıyoruz. Yani lokanta konusunda ne kadar bilimsel takılıyoruz anlayın durumumuzu. Sonunda Değirmencioğlu diye bir lokantaya girdik. Zaten tek açık olan lokanta da o olduğundan başka şansımız yoktu. Yöresel yemek dedik bize güveç, tirit ve yaprak sarma getirdi. Tirit kötüydü, güveç ise vasat altı. Fotoğraflarını bile çekmedim. Ama yaprak sarmasını beğendim. Hem tadını, hem de sunumunu. Hatta bir tabak daha istedim. Yanına da buz gibi yayık ayranı.

Bu gezide yediğim en güzel yaprak sarma

En son Beypazarı ev baklavası ile çay istedik. Beypazarı’nda gezerken gördüğümüz tatlıcılar camlara şöyle yazmıştı: 80 gatlı, yemesi pek datlı ev baklavası. Hatta bir tanesi 79 katlı deyip mor inek olma yolunda bir adım atmış. Bizimki kaç katlıydı saymadım ama gayet lezzetliydi. Şekeri neyin de kararındaydı. Geçende çarşı usulü bir baklava yedim boğazım yandı. Malum hiç şeker tüketmediğim için bu tip tatlılar artık içimi bayıyor. Beni bilenler şokta tabi. Bir oturuşta bir tepsi baklava yiyen Kayı şimdi bir dilimde bayılıyor. Şekerli ve rafine unlu gıdalar çağımızın en önemli sorunu obezitenin nedenleri. Türkiye’deki obez sayısı Avrupa ortalamalarının çok üzerinde. Okul çağındaki çocuklarımızı bellerinde bir simitle görmek beni üzüyor.

Çay keyfinden sonra çakma konağımızın yolunu tuttuk. Bakalım bu minyatür yataklarda nasıl uyuyacağız.

80 gatlı, yemesi pek datlı…

29 Ekim Salı

Bayram sabahı horozlar ötmeden uyandım. Bütün gece küçücük yatakta dönüp durmuş, hatta düşme tehlikesi bile geçirmiştim. Uykum olmasına rağmen yatağa geri dönemedim. Bu gezide adet olduğu üzere bir süre telefonu kurcaladım. Sonra kalkıp çantamı topladım. Alp de erkenciydi. Saat yedi buçuk civarı odayı terk ettik. Beypazarı yeni uyanıyordu. Esnaflar Cumhuriyet Bayramı nedeniyle gelecek olan turistler için hazırlık yapıyordu. Evet bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Hepimize kutlu, mutlu olsun!

Beypazarı – Nallıhan – Mudurnu – Taşkesti – Akyazı – Sapanca TEM – İstanbul
Beypazarı’nda bayram sabahı

Öncelikle Hıdırlık Tepesine çıkıp bu tarihi şehre tepeden baktık. Otelden yürüyerek yaklaşık 15 dakika sürdü ama yol dik olduğundan serin havaya rağmen terletti. Bu arada hemen her kasabanın, nahiyenin hatta şehrin bir hıdırlık tepesi var. Örnek olarak Safranbolu, Akşehir, Ankara, Kırıkkale, Kütahya benim gördüklerim. Kim bilir daha nicesi var. Bir görüşe göre Hızır A.S. kendini Allah’a yakın hissetmek için bir tepeye çıkar dua edermiş. Bu nedenle de şehrin en yüksek tepesine Hıdırlık denirmiş. Hızır Arapça ve Türkçe seslerin farkından Hıdır olmuş. Bu bilgiye de www.beypazarliyiz.com sitesi üzerinden ulaştım.

Hıdırlık tepesinden Beypazarı
Hıdırlık Tepesi

Hıdırlık Tepesi’nde bir tesis var ama bu saatte kapalıydı. Halbuki bu manzaraya karşı kahvaltı edip, çay içmek güzel olurdu. Biz fotoğraf çekerken yavru köpeğin biri bize eşlik etti. Yaramaz bizde yemek mi var sandı bilmiyorum ama peşimizi aşağı inene kadar bırakmadı. Şehir biraz daha hareketlenmişti. Hatta erkenci turistler şehre girmeye başlamışlardı.

Esnaf dükkanları açıyor

Kahvaltı yapacağımız Taş Mektep’in önüne geldiğimizde saat sekize geliyordu. Tesis sekiz buçukta açılıyormuş. Alp acıkmış olacak ki görevliyle sekiz çeyrek olmaz mı diye pazarlık yaptı. Lakin adam iyi duymuyordu, pek anlaşamadılar. Şehrin sokaklarında biraz daha gezinip tam sekiz buçukta kahvaltı için Taş Mektep’e geri döndük. Lakin kahvaltı tam bir hayal kırıklığı oldu. Biz yöresel ürünlerle köy kahvaltısı beklerken önümüze iki yıldızlı otellerde verilen tipte bir kahvaltı geldi. Tek yöresel öğe Beypazarı kurusuydu. Peynir, zeytin, ekmek, sınıfta kaldı. Yumurta vasattı. Bir gözleme bile veremediler. Ama kahvaltının üzerine yediğimiz ev baklavası şahaneydi. Ama siz siz olun kahvaltı için buraya gelmeyin.

Kahvaltı sonrası çok gatlı ve de datlı ev baklavası keyfi

Kahvaltıdan sonra ilk durağımız Yaşayan Müze oldu. Burası özel müze olduğundan müze kartlarımız geçerli değildi. Eski bir Beypazarı evini alıp aslına uygun şekilde restore etmişler. Her odasında da eski zanaatkarlıklardan örnekler sergileniyor. Üstelik ebru sanatı, kumaş boyama, kilim dokuma gibi aktivitelere ücretini ödeyerek katılabiliyorsunuz. Hatta dilerseniz nazara karşı kurşun bile döktürebilirsiniz. Ben kurşun murşun işine inanmam ama Didem olsa 15 TL’yi verip kesin döktürmüştü. Benim hoşuma en çok el işi tahta oyuncaklar gitti. Küçükken çok sevdiğim bir tahta trenim vardı. Artık her şeyi plastikten yapıyorlar. Sevmiyorum plastik kullanmayı. Mümkün olsa da her şey tahta, deri, cam ve metalden imal edilse. Apple’i biraz da ondan seviyorum. Tüm ürünlerinde minimum plastik kullanıyor.

El işi tahta oyuncakları satın alabilirsiniz
Ebru sanatı

Müzeyi gezerken aldığım bir bilgi hoşuma gitti. Bu tip büyük evlerde haremlik ve selamlık bölümü var. Haremlik kapısının yanında bir döner dolap bulunuyor. Bunu Safranbolu evlerinde de görmüştüm. Bu dolaba avludan yemek koyup döndürdüğünüz zaman kimse kimseyi görmeden odaya servis yapılmış oluyor. Tabi  bu dolaplara sadece yemek konmuyormuş. Evin genç kızının sevgilisi de mektuplarını, hediyelerini bu dolaptan iletirmiş. İşte “Biz senin ne dolaplar çevirdiğini iyi biliriz!” deyimi buradan geliyormuş.

Kumaş baskısı
Nazar için kurşun döktürme
Buzdolabı yokken sebze ve meyveler bu şekilde saklanırmış
Evin mutfağı
Gölge oyunu: Karagöz ile Hacivat
Evin avlusunda çay, kahve keyfi yapabilirsiniz

Yaşayan Müzeyi bitirdikten sonra türünün ilk ve tek örneği olan Türk Hamam Müzesine gittik. Burası da özel müze. Aslında iki müzeyi de gezecekseniz kombine bilet alabilirsiniz. Bu şekilde fiyat daha uygun oluyor. Biz öyle yaptık. Şehrin eski hamamlarından olan bu yapı restore edilerek müzeye çevrilmiş.  “Nalın, buhurdan, ibrik, sürmedan, kirdenlik, mücre ve hamam tası” gibi Türk el sanatlarından örnekler; “hamamcı minderi, kaynana arkalığı, hamam bohçası, yaygı, peştamal, pullu, bindallı, hamam beyazı, dindin, bürgü, içlik, üçetek, haşlama, salta” gibi Beypazarı’na özgü yerel kıyafetler ve hamam kültürüne ait dokumalar ziyaretçilerin beğenisine sunuluyor. Ayrıca canlandırmalarla o tarihe ait hamam kültürü ziyaretçilere anlatılıyor. Beypazarı adetlerine göre gelin hamamının nasıl yapıldığını bu müzeyi ziyaret ederek görebilirsiniz.

Türk Hamam Müzesi
Hamamda kullanılan eşyalar

Şehrin diğer müzelerini pas geçiyoruz. Konya’da ziyadesiyle müze gezdik zira. Fakat şehrin simgelerinden havuç suyunun tadına bakmadan gitmeyi asla düşünmüyoruz. Havuç bu şirin ilçenin önemli gelir kaynakları arasında yer alıyor. Öyle ki Türkiye’nin toplam havuç üretiminin yarıdan fazlasını Beypazarı karşılıyor. Kalite açıcından da Dünya’nın sayılı havuç tiplerinden biriymiş. Bizzat test ettik gayet tatlı ve güzeldi. Bir şişesine 2 TL verdik ama az ilerde 1 TL’ye satana da rastladık. Hoş o bardakta veriyordu. Miktarlarını kıyaslamadık ama bizim içtiğimiz daha çoktur diye kendimizi avuttuk :).

Meşhur Beypazarı Havuç Suyu Tadımı

Otele gidip motor ekipmanlarımızı kuşandık. Az sonra yine yollardaydık. Neyse ki Konya Ovasının dümdüz sıkıcı yolu yerini virajlı yollara bırakmıştı. Nallıhan Kuş Cennetinde fotoğraf molası için mola verdik. Mevsimden dolayı sular epey çekilmişti. Burası sulak, çamur düzlükleri, ağaçlık, bozkır ve kayalık alanları ile çok çeşitli ekosisteme sahip olduğundan, pek çok türün beslenip barınmasına fırsat vermekte. Öğrendiğime göre 168 kuş türüne ev sahipliği yapmaktaymış. Soyu tehlikede olan Kara Leylek de en çok burada görülüyormuş. Biz Kara Leyleği burada göremedik ama şu son dört günde “leyleği havada gördün” deyimine uygun bir gezi yapıyorduk. Önümüzde önce Mudurnu sonra da virajlı Taşkesti geçidi var.

Beypazarı – Nallıhan arası
Nallıhan Kuş Cenneti
Nallıhan Kuş Cenneti
Mudurnu’ya doğru

Alp çok geç olmadan eve varmak istiyordu. O yüzden saatimi kontrol edip Mudurnu’yu pas geçmeye karar verdim. Malum, İremcik 4 gündür babasını bekliyor. Mudurnu’dan sonrası motorla defalarca geçtiğim ve artık ezbere bildiğim yollar. Taşkesti’de bizi oldukça keyifli virajlar bekliyordu. Bukefalos da ben de özlemişiz virajları. Hoş koca aygıra yeni lastikler gerekiyor. Üzerindeki Metzeler Tourance EXP’ler bu gezi ile 20 bin kilometreyi devirdiler. Zaten arka tarafın hafiften kopmaya meyilli olduğunu hissedebiliyorum. Bu kez lastik olarak Michelin Anakee 3 deneyeceğim.

Taşkesti – Dokurcun arası

Akyazı’da otobana çıkmadan önce köfte-pirzola molası verdik. Etler bu gezi için oldukça vasat olduğundan fotoğraf çekme ihtiyacı duymadım. Otobandan sakin bir sürüşün ardından hava kararmadan evlerimize ulaştık. Bir başka gezide tekrar buluşmak dileğiyle…