25 Eylül 2005
Frankfurt Otomobil Fuarını ve Frankfurt’u gezip Tuğrul’u İstanbul’a yolladıktan sonra Bremen’e döndük. Selçuk da Pazar günü İstanbul’a dönüyordu. Onu Hannover havalimanına bırakacaktık. Serengeti Park da Bremen-Hannover yolunun tam ortasındaymış. Program belli olmuştu. Serengeti Park’a gidecektik oradan da Selçuk’u Hannover’den İstanbul’a yolculayacaktık. Güneşli bir Pazar sabahı yola koyulduk. Nermin yanımıza havuç vermişti.
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra parkın kapılarına dayandık. Bizi uzun bir kuyruk bekliyordu. Aşağıdaki resimde görülen siyah Golf bizim otomobil. Yanında yürüyen de korumamız Ahmet. Bizi olası vahşi hayvan saldırılarından koruyacak.
Biraz parkın özelliklerini anlatayım size. Park oldukça büyük. Ya kendi otomobilinizle ya da safari otobüsüyle parkı geziyorsunuz. Bazı hayvanları elinizle besleyebiliyorsunuz. Eskiden bazı yerlerde otomobilden inip hayvanları sevmenize de izin veriyorlarmış ama artık araçtan inmek yasak. Hatta aslan gibi tehlikeli hayvanların olduğu bölümlerde camları aralamak bile yasak. Biz yurdum insanı olarak aslanların fotoğrafını daha net çekmek amacıyla camı araladığımızda, kuleden bir uyarı aldık. Hemen plakayı söyleyip uyarıda bulunuyorlar. Ayrıca parkın devriye araçlarıyla da sürekli kontrol ediyorlar.
Parka girer girmez sizi zürafalar karşılıyor. Bu zarif hayvanlar salına salına kendilerine yiyecek veren araçların arasında geziyorlar. Ben hem kamerayı hem de fotoğraf makinesini kullanıyordum. Baktım ikisi birden olmuyor fotoğraf makinesini Selçuk’a verdim. Bu arada da yavru zürafaya ellerimle havuç yedirdim. Sonra da Ahmet’in yavru zürafayı maymun edişini videoya aldım. Adam havucu dondurma gibi yalatıyor ama ısırmasına izin vermiyordu.
Zürafalardan sonra antilopları ve deve kuşlarını gördük. Burada parkın ilk kısmı bitiyordu. Parkı çeşitli alanlara bölmüşler. Afrika, Asya, Avustralya, Amerika.. gibi. Örneğin ilk bölüm Afrika’ydı ve orada yaşayan hayvanlar yer alıyordu. Aslan da Afrikalı ama onun bölümü özel. Bölüm aralarında ise hayvanların diğer bölümlere geçmesini engellemek için çitler ve yerde dönen silindirler var. Araçlar silindirlerin üzerinden geçebiliyor ama hayvanlar geçemiyor.
Hayvanlar elle beslenmeye o kadar çok alışmışlar ki kafalarını araçların camlarından içeri sokmaktan çekinmiyorlar. Hatta bazıları epey yüzsüzlük yapıyor. Ben camdan sarkıp video çekimi yaparken bir eşek popomun tadına bakmak istedi. Volkan’a gazla diye bağırdım. Epey bir müddet yanımızda koştu. Bir an popomu kıtlayacağını düşündüm. Tabi arabanın içindekiler koptular.
Popo demişken Can Yücel’i de anmadan geçemedim. Yazılarında “göt” kelimesini açık açık kullandığı için mahkemeye verilen Can Yücel, mahkemedeki sözlü savunmasını “Ne diyeyim hakim bey. Bizim köyde göte göt derler” diye bitirir, ancak öncesinde bir de fıkra anlatır mahkemede: Bir köyde ateşli bir hasta vardır. Köylüler hastayı kasabaya doktora getirir. Koca devletin koca doktoruna. Doktor hastaya fitil verir ve köye döner dönmez hastaya fitili anüsten vermelerini söyler. Köylüler “Tamam doktor bey” deyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgelere bile, ama kimse anüs ne demektir bilmez. Bu nedenle bir türlü ilacı da veremezler hastaya. Hastanın durumu da gitgide kötüleşmektedir. Bunun üzerine köylü, doktora, koca devletin koca doktoruna, telefon etmeye karar verir ama kimse buna yanaşmaz. Ne cüret di mi doktoru arayacak bir köylü. Neyse durumun vahameti üzerine muhtar aramayı kabul eder. Bütün köylü toplanır santrale, muhtar arar, “Biz ne yapacağımızı bilemedik doktor bey” falan der. Karşıdan doktor bir şeyler söyler. Muhtar teşekkür edip telefonu kapatır döner arkasına: “Makattan verin dedi doktor” der. Yine tüm köye sorarlar, komşu köylere birilerini yollayıp sordururlar falan, ama makat ne bilen yoktur yine. Hasta ise gitti gidecek, ateşler içinde kıvranıyor. İhtiyar meclisi toplanır. Doktorun bir kez daha aranmasına karar verilir. Yine kimse aramak istemez doktoru. nihayetinde biri kandırılır, telefonun başına geçer, bir yandan da söylenmektedir: “Çok kızacak doktor bey çok!” diye. Sonunda telefonu açar, durumu anlatır, doktor bir şeyler söyler yine. Telefondaki köylü, yüzü allak bullak, arkasını döner: “Gördünüz mü ben size söylemiştim çok kızacak diye; götüne sokun dedi”. (C. Yücel bu davadan beraat etmiştir.)
Neyse biz yine Serengeti’ye dönelim. Midilliler çok şekerlerdi. Ben bir kaç tanesine şeker de verdim. Kıtır kıtır yiyorlar. Keşke yanımızda bisküvi getirseydik. (Ahmet: “Keşke yanımda biraz çubuk kraker olsaydı”.)
Derken Amerika’ya giriş yaptık. Kuzey ve Güney Amerika’ya has hayvanlar bu bölümde yer alıyordu. Ben lamanın birine şeker verdim. Zaten o sırada camın dışındaydım. Vermesem suratıma tükürürdü. Lamalardan sonra ise bufalolar vardı. Ben çoktan otomobilin içine girmiştim. Ahmet bufaloları çok beğendi. Bufalolardan sonra ise, benim en sevdiğim büyük kedi olan, leoparları gördük. Çok zarif hayvanlar. Bunlar çok çevik olduklarından tel örgülerin arkasında tutuluyorlar.
Amerika’dan sonra Asya’ya giriş yaptık. Bufaloların Asyalı akrabaları olan yaklar karşıladı bizi.
Derken merakla beklediğimiz an geldi. İşte aslanları bölümündeydik. İhtiyar erkek aslanın çok korkutucu bir yüzü vardı. Canlı görünce insan ne kadar heybetli olduklarını daha iyi anlıyor. Ormanda bunlardan biriyle burun buruna geldiğimi düşünemiyorum. Harem de yan tarafta miskin miskin takılıyordu. Zaten bu kedilerin cümlesi uykuya bayılır. Aslanlardan sonra kaplanları gördük. Onlar da yerlerine uzanmış dinleniyorlardı.
Camlarınızın sonuna kadar kapalı olması gereken diğer bir bölüm de, maymunların olduğu bölüm. O kadar arsızlar ki yiyecek için yapmayacakları şey yok. Çocukların elindeki yiyecekleri bile çalıyorlarmış. Arabaların üstünden inmiyorlar zaten. Biz maymunlarda durmadan hızla geçtik.
Yine Afrika temalı bir bölümdeydik. Burada da zebraları besledik. Ben zebranın birini kameraya alırken arka taraftan bir Allah sesi yükseldi. Meğer Selçuk Ahmet’in tarafından resim çekerken zebranın biri bunun açık camından ensesini yalamış. Adamın rengi değişti bir anda. Biz yerlerde tabi. Ahmet de yavru gergedanı beslemek istedi. Aslında camların kapalı olması gerek. Ama Ahmet bu ille de sevecekmiş. Bu arada annesi olduğunu sandığım iri bir gergedan bize doğru hareketlerdi. Volkan bas gaza! Ahmet hala “Ne olacak ya amma korktunuz ha” gibi cümleler kuruyordu. Aslında indirecektik adamı istediği gibi sevsin, oynasın, beslesin.
Son durağımız fillerin olduğu bölümdü. Burada otomobili park edip fillerin yanına gittik. Ben arabadan şeker de almıştım yanıma. Millet fillere doğru elma, armut fırlatıyordu. Filler de ağızlarını açmış kısmetlerini bekliyordu. Yere düşenleri de hortumlarıyla alıp ağızlarına götürüyorlardı. Ben şekeri elimle file uzatınca o da hortumunu uzattı. Elimden şekeri alıp yedi ama elim çamur içinde kalmıştı. Fırça gibi hortumları var. Elimi zımparalanmış gibi hissettim. Burada da biraz foto çekilip parkın hayvan kısmını bitirdik.
Filleri geçince başladığımız noktaya geri gelmiş olduk. Yine zürafaları gördük. Oradan düz geçip parkın eğlence kısmına girdik. Otomobili park edip karnımızı doyurduk. Sonra da parkın kalanını dolaşmaya başladık.
İçerde yemek içmek hariç her şey beleş olduğundan ilk gördüğümüz oyuncağa Selçuk ile bindik. Hay binmez olaydık. Volkan ile Ahmet akıllılık yapıp biz sizi aşağıdan çekeriz siz binin dediler. Aslında Tatilya’da da buna benzer bir şeye binmiştim ama bu epey döndürdü. Biz Selçuk’la tam bitti artık diyorduk ama makine bir türlü durmuyor dönmeye devam ediyordu. En sonunda Selçuk’un rengi gittikten sonra durdu. Yengeç misali yan yan yürüyerek aşağı indik.
Bir sonraki aletimiz dönme dolaptı. Volkan mırın kırın etti. Sakat bu makine dedi ama zorla bindirdik adamı. Volkan’ın şansına epey gıcırdadı dolap hatta bir de makinist tarafından çevrildik. Volkan adama epey saydırdı. 20 tane dolap vardı, geldi bir bizim oturduğumuzu çevirdi. Herhalde bunlar genç, heyecanı severler diye düşündü.
Dönme dolaptan sonra biraz parkı gezdik. Çarpışan arabalara bindik. Sonra da su kaydırağına. Su kaydırağı süperdi. Kanoya en fazla 4 kişi biniyor. Biz de bir kanoya oturduk ama herkes yüz kiloya yakın olduğundan istibdat haddini geçtik. Virajlarda kanoyla beraber yatarak hız kazanmaya çalışıyorduk. Ne de olsa üç tane motorcu vardı kanoda. İlk düşüşte ağırlığımızdan ötürü kano suya çok daldı. En önde oturan Volkan epey ıslandı. İkinci düşüş ise çok daha yüksektendi. Ben en arkada kameraya alıyordum. Selçuk tam siper alınca ben ve kameram ıslandı.
Gider ayak küçük trene de binelim değil. İyi ki binmişiz. Beyaz Kaplan durağını görünce indik. Burayı otomobille görememiştik. Gidip beyaz pisicikleri de gördük. Yukardan çok şeker duruyorlardı. İnsan sarılıp güreşmek istiyor. Ama çok kötü kokuyorlar. On dakika duramadık yanlarında. Yan taraftaki gorile bakmaya gittik. Onda da bir kafa var ki sormayın.
Zaman su gibi akıp geçmişti. Selçuk’un uçak saati de yaklaşmıştı. Yavaş yavaş parkı terk etmek lazımdı. Son olarak minik göleti ve üzerindeki nehir teknesini çektim. Köprüden geçip otoparka ulaştık. Çok güzel bir gün olmuştu. Şansımıza hava da süperdi. Eylül sonunda Almanya’da böyle güzel havayı bulmak zormuş. Selçuk’u uçağına bindirip Bremen’in yolunu tuttuk.