03-05 Nisan 2009
Şampiyon takımımız GSA, Doğu Karadeniz turnesine çıktı. Herşey yıldız oyuncumuz İsocan’ın, Alp ve beni, memleketi olan Trabzon’a davet etmesi ile başladı. Benim İspanya seyahatim öncesi yolculuğu planlayıp uçak biletlerimizi aldık.
3 Nisan Cuma
Akşam saat beş civarı sağ olsun Tuğrul; İsmail ve beni Sabiha Gökçen Havalimanı’na bıraktı. İsmo’nun uyarısı üzerine takım olarak öğle yemeğini hafif yemiştik. Uçakta herkes Trabzon’da yiyeceğimiz köfteleri hayal ediyordu.
Uçaktan inince benim daha önceden ayarladığım kiralık otomobili, Clio’yu, teslim aldık. Oy birliği ile ben şoför, İsmo muavin, Alp de müdür oldu. Gerçi Alp zaten müdür, yeri her zaman sağ arka koltuk :). Muavinin tarifi sonucu Akçaabat’taki Köfteci Nihat Usta Tesislerine ulaştık. Eskiden esnaf işi küçük bir dükkanı varmış ama bizim girdiğimiz yer adeta bir köfte sarayı. Aslında böyle fabrika işi yerleri sevmem ama köfte gayet başarılıydı. Servisten de oldukça memnun kaldık. Garsonla aramızda komik bir diyalog geçti. Biz “Üç kişiye 2kg köfte yeter mi?” diye sorduk, o çok bile dedi. “Yiyemezsunuz ama biz sarup eve paket yaparuk”. Tabi arkadaş bizi tanımıyor, aşağıdaki fotoda görülen iki salatayla beraber köfteleri iç ettik. Bu arada Alp ve İsmo’nun biberlerini ben yiyince adım biber canavarına çıktı. Neymiş, Kayı 3 kg biber yemişmiş :). Üzerine irmik helvası istedim ama o yokmuş. Herhalde Sultan Ahmet’teki tarihi köfteciden alışkanlık olmuş bende köftenin üzerine irmik helvası yemek. Çayımızı içip mutlu mesut köfteciden ayrıldık.
Karnımızı doyurduktan sonra önce İsmo’nun en küçük teyzesine gidip çayımızı içtik, tatlımızı yedik. Bu arada şunu da belirteyim hayatımın hiç bir döneminde bu kadar çok çay içmemiştim. Muhtemelen bir senede içtiğim toplam çay miktarını bu iki günde geçmişimdir. İki günlüğüne de olsa çay tiryakisi olmak güzeldi :).
Teyzeden sonra İsmo’nun anneannesine gittik. Her gittiğimiz yerde o kadar candan karşılanıp iyi ağırlanıyorduk ki kendimi mahçup hissediyordum. Burada da ikramların biri gidiyor biri geliyordu. İsmo da sağolsun Alp ve benle uğraşıp duruyordu.
Saat geç olduğundan anneanne evini bize bırakıp 4. kata İsmo’nun diğer teyzesinin yanına indi. Biz de kafaları vurup yattık. Ha belirtmeden geçmeyeyim İsmo ve Alp duşlarını alıp yattı. Ben zaten o gün Hillside’da duş aldığımdan hemen yattım ama bu yüzden ilerde hakkımda epey söylenti çıkacaktı.
4 Nisan Cumartesi
Sabah yedibuçuk civarı uyandım. Sekiz gibi de ananemiz eve gelip kahvaltı için hazırlıklara başladı. Kahvaltı muhteşemdi. Yörenin meşhur kuymağı (Trabzon peyniri, Trabzon tereyağı ve mısır unu ile yapılıyor), peynirli su böreği, ev kaymağı, bal, ev reçelleri, peynir, zeytin, domates, salatalık, Vakfı Kebir ekmeği… İnsan sofradan kalkmak istemiyor. Midem bayram etmişti.
Kahvaltıdan hemen sonra yollara düştük. İlk hedefimiz Uzungöl. Karadeniz otoyolu çok rahat ama sahilin görüntüsünü bozmuş. Anladığım kadarıyla yöre halkının önceliği, istediği yere çabuk ulaşmak. O yüzden onlar görüntüye pek takılmıyorlar. Zaten şehirdeki ve daha sonra göreceğimiz yaylalardaki çirkin yapılaşma da bu tezimi doğruluyor. Yeni yapılar estetik kaygılardan o kadar uzak, o kadar çirkin ki yolculuk boyunca fotoğraf çekerken, onlar kareye girmesin diye epey uğraştım.
Uzungöl için, sağa, dağlara doğru sapınca kendimizi yeşil vadilerin içinde bulduk. Her taraftan su akıyordu. Zaman zaman durup bu lezzetli buz gibi sulardan kana kana içtik. Zaten fotoğraf aşkına bugünkü pilotumuz İsocan’ı sık sık durduruyordum. İsmo da kapıyı açık unuttuğumda bana söyleniyordu.
Uzungöl’e gelince ufak çapta bir hayal kırıklığı yaşadık. Muhtemelen Doğu Karadeniz’in en turistik gölü olmasından dolayı her yer bina doluydu. Ben daha bakir bir yer bekliyordum. İşte otobanın zararlarından biri. Korkarım bu gidişle Doğu Karadeniz’in bütün göllerinin sonu böyle olacak. Hani doğa ile uyumlu güzel evler yapılsa içim yanmayacak ama bu çirkin yapılaşma gözlerimi acıttı.
Uzungöl’ü yukarıdan fotoğraflayabilmek için bir patika yola giriyoruz. Neyse ki Clio keçi gibi, taş toprak demeden ilerliyoruz. Bu arada bir de baskın yapıyoruz. Yol üstünde Uzungöl manzaralı bir virajda otomobilin biri park halinde, sesimizi duyunca arka koltuktan iki kişi kalkıp kendilerine çeki düzen veriyorlar. Biz gülerek yanlarından geçip yolumuza devam ediyoruz ama bize makara yapmak için epey malzeme çıkıyor.
Uzungöl’ü yukarıdan da fotoğrafladıktan sonra geldiğimiz yoldan aşağı iniyoruz. Burada daha fazla kalmanın manası olmadığından yönümüzü Rize’nin Ayder yaylasına çeviriyoruz. Otobandan Rize’yi geçtikten sonra, Ayder tabelasından yine sağa, dağlara vuruyoruz Clio’yu. Bu arada karnımız da zil çalıyor. Burası Uzungöl yolundan daha da yeşil. Bahar yeni yeni geliyor buralara. Eriyen kar suları yola paralel akan Fırtına Deresi’ni besliyor.
Çamlıhemşin civarında fotoğraf molası veriyoruz. Burada bir kaç tane eski taş köprü var. Onları fotoğraflayıp yola devam ediyoruz. Herkes kurt gibi acıkmış durumda.
Ayder’e yaklaştıkça kapalı olan hava açmaya başladı. Bir virajı dönünce yukarıdaki fotoğrafta görülen manzara ile karşılaştık. İso ben demeden kendiliğinden durdu. Fotoğrafı çekip tam yola koyulduk ki diğer virajın arkasından da aşağıdaki manzara bizi karşıladı. En iyisi bu yolu yürüyerek gitmek sanırım. Otomobilin fotoğraf için motosiklete göre bariz bir avantajı var. Kask çıkarma, fotoğraf makinesini hazırlama derdi olmadan rahatça fotoğraf çekebiliyorsunuz. Sırf bu fotoğraf aşkı yüzünden sanırım Doğu Karadeniz gezisini otomobil ile yapacağım.
En sonunda Ayder’e ulaşmıştık. Ne yazık ki burası da Uzungöl gibi fazlası ile bina doluydu. Bir de öyle çirkinler ki yaylanın güzelliğini fena halde bozuyorlar. Bir iki yayla evinin haricinde yüzüne bakılabilecek bir bina göremedim. Bir kaç fotoğraf daha çekip kendimizi buradaki tesislerden birine atıyoruz. Güzel bir ızgara ziyafeti çekiyoruz. Öyle ki tesisin pirzolalarını bitirdik bifteklerine geçtik :).
Ayder’de biraz daha oyalanıyoruz. İsmo’nun bana ayarladığı güreşçi ayılar gelmeyince, yayladan ayrılıyoruz. Güneş dağların arkasına girdiğinden ben bir kaç yerde durup (artık direksiyon bende) tül efekti için çalışmalar yapıyorum. Tabi bu fotoğrafları çekmeye çalışırken uygunsuz pozlarımı Alp sağ olsun yakalamış. Alp’ten fotoğrafları alınca belki buraya eklerim :).
Rize’nin Çayeli ilçesinin doğu girişinde bulunan, yörenin meşhur kurufasulyecisi Hüsrev’e uğramadan geçmiyoruz. Hatta sapağı kaçırıp 20km kadar yolu uzatıyoruz. Ama içimizdeki kuru aşkı yol dinlemiyor. Ben beğendim ama Alp’in dediğine göre Süleymaniye Camii karşısında bulunanan Kanaat Lokantası’nın kurusu daha güzelmiş. Gerçi denemeden bilemezdik değil mi? Bu noktadan sonra benim tatlı olayım başlıyor. Burada yediğim sütlü kadayıf oldukça başarılıydı.
Eve dönünce bizi ananemizin yaptığı karalahana sarması bekliyordu. Benim en favori yemeklerimdendir. Böyle güzelini bulmuşken karnımız tok da olsa hayır diyemiyoruz. Üzerine sütlaç yedik. Bu arada en büyük teyze de revani yapıp getirmiş. Eh yemesek ayıp olur. Ama o kadar güzeldi ki İsmail’in revaniyi de yedim. Bunu gören İsmo bana bir revani daha kitledi sağ olsun. Yaklaşık bir saat içinde üç günlük tatlı ihtiyacımı karşılamıştım. Bu enerji ile artık düz duvara tırmanırdım ama zaten yarın Sümela’ya çıkacaktık ki o da bir nevi düz duvar sayılır :).
Biz yemeği yerken, revaniyi yapan teyzenin oğlu, kuzen Serdar geldi. Bizi alıp Trabzon şehir turu attırdıktan sonra Boztepe’ye çıkardı. Burası Trabzon’un terası. Şehir olduğu gibi ayaklarınızın altında seriliyor. Bir kaç foto çekip bu sefer Giresun yolu üzerindeki Akyazı’ya gidiyoruz. Yörük Çadırı denilen tesislere asansör ile çıkıp (tepede bir mekan) Trabzonu karşımıza alıp çayımızı içiyoruz. Sanırım Trabzon’un gece manzarası daha güzel. En azından o çirkin yapıları görmüyoruz. Hoş İstanbul’da da heryerde çirkin bina var ama yaşadığım yerden olsa gerek onlar bu kadar gözüme batmıyor. İki hoş beşten sonra eve gidip dinlenmeye çekiliyoruz.
5 Nisan Pazar
Bir gün önce epey yorulmuş olmalıyım ki gece hiç uyanmadan iyi bir uyku çekmişim. Saat sekiz gibi ev ahalisi uyandı, anane eve geldi. Kahvaltıda kıymalı yiyecekmişiz. Bu bildiğiniz kapalı pide. Mayalı hamurun içine kavrulmuş kıyma, ki bizimki ev işiydi, koyuluyor fırının birinde pişiriliyor. Biz bu kıymalımızı pişirtmek için meydandaki Ertuğrul Ekmek Fırını’na gidiyoruz. Kıymamızı verip üst salona çıkıyoruz. İsmo ananeyi eve bırakırken biz de Alp ile simit, çay keyfi yapıyoruz. Bir kaç dakika sonra da İsmo ve pidelerimiz teşrif ettiler. İçini biz verdiğimiz için malzeme çok boldu, pideli kıyma yedik. Hatta Alp pidenin kıymalarını kaşıkladı :).
Yemek işini halledip Sümela Manastırı için Maçka’ya doğru yola koyulduk. Yeni kaptan şoförümüz Alp’ti. Sahil yolundan içeri doğru girince yine manzaralı yollar başladı. Hava şansımıza dünkü gibi günlük güneşlikti. Radyoda Karadeniz ezgileri eşliğinde güle oynaya yol alıyorduk. Baharı bu şekilde, yükseklerde kucaklamak bana büyük bir keyif veriyordu.
Yaklaşık yarım saat sonra Sümela Manastırı görüş alanımıza girmişti. Eskiden o dik merdivenlerden manastıra çıkılırmış fakat artık yeni yapılan yol önüne kadar gidiyor. Gerçi biz gittiğimizde yolun son 500-600 metrelik kısımında parke çalışması vardı. Hatta ben yanlışlıkla arkadaşları bir patika yola da soktum. Yol karla kaplanana kadar da devam ettik ama direksiyondaki müdür, İsmo’nun ikna çabalarına rağmen (“N’oldu müdür maceracı ruhuna?”) önce güvenlik deyip geri döndü :).
Sümela Manastırı şanssız bir restorasyona kurban gitmiş. Görünce içim acıdı. Hem içi hem de dışı gıcır gıcır yapılmış. İnşaatlarda kullanılan, bildiğiniz ytonglarla restorasyon adı altında yapıya tecavüz edilmiş. Beni en çok üzen de kilisesinin duvarlarına acımasızca çizilen şekiller, yazılan yazılar.
Sümela Manastırı’nda on beş yirmi dakika zaman geçirip buradan ayrılıyoruz. Ben eski yoldan yürüyerek indim. Alp ve İsocan ise arabayı alıp beni aşağıda karşılayacaklardı. Yolun çoğu düzgün, sadece bir kısmı çakıl taşlıydı. Biraz tabanlarım acıdıysa da on dakikada tepeden aşağı iniverdim. Öyle ki ben Alpleri aradığımda onlar daha arabaya ulaşmamışlardı. Aşağıda, arkadaşları beklerken, bir kaç fotoğraf daha çektim.
Sümelayı arkamızda bırakıp Zigana’ya doğru yola koyulduk. Amacımız yeni yoldan geçip eski yoldan gelmekti. Fakat zaman kısıtı yaşıyorduk. Trabzonspor maçına biletimiz vardı ve 15:15’e yetişmemiz gerekiyordu.
Zigana Dağı’nın yokuşlarında bizim Clio epey zorlandı. Çoğu yerde 2. vitese kadar düştük. Biraz da bu yüzden zaman kaybettik. Sonunda tünele ulaştık. Bu tünel ulaşımı oldukça rahatlatmış. Zaten eski yolu da vadinin karşı tarafında görebiliyorsunuz. O yol geçişini zaman kısıtımız nedeniyle iptal ettik. Tünelin hem Trabzon hem de Gümüşhane tarafında biraz vakit geçirip fotoğraf çektikten sonra Trabzon’a doğru yeniden yola koyulduk. Bu arada dağda yörenin meşhur Hamsiköy sütlacının tadına bakmayı da ihmal etmedik.
Trabzon’a saat üç civarı ulaştık. Arabayı eve parkedip minübüs ile Avni Aker’e ulaştık. Ben Alp ile giriş kapımızı ararken İsocan da yarım ekmek arası tükürük köftesi alıyordu seyyar satıcıdan. Biz statta yerlerimizi aldığımızda maç henüz başlamıştı.
Çok kötü bir maç oldu ama Trabzonluların içli içli, şiveli küfürlerini işitmek hepimizi güldürdü. Maç 0-0 bitti. Çıkarken biz de “Ersun Yanal istifa!” diye bağırdık :).
Maç çıkışı minibüsle meydana gittik. Şehrin esas döner lokantası olan “Akçay Döner” kapalı olduğundan “Lezzet” adında başka bir lokantaya girdik. Alp ve ben maçta üşüyen vücudumuzu içten ısıtmak amacıyla önden çorba söyledik. Üzerine 250’şer gram döner istedik. Tabi o kesmeyince 150’şer gram daha ilave ettirdik. Garsonların bakışı çok komikti.
Yemekten sonra biraz Uzun Sokak’ta piyasa yaptık :). Sonra İsmail’in kuzeni Serra ile buluşup cafe-pub tarzı bir mekana gittik. Artık çay içmek istemiyordum ve sahlep sipariş ettim. Serra’dan yeni mekanlar öğrendim. Örneğin Özdemir’de çok güzel ızgara oluyormuş. Diğer yandan şehrin yerlisi Akçaabat köfte için Cemil Usta’yı tercih ediyormuş. Akçay Döner Lokantasını zaten İsmo söylemişti ama Pazar günleri kapalı oluyor, giderseniz aklınızda bulunsun.
Saat sekize doğru çarşıdan ayrılıp eve döndük. Ben kalan revanileri bitirirken İsmo’nun kuzeni ve kuzeninin sevimli kızı Zeynep geldi. Küçük Zeynep bu kadar uzun adamı bir arada görünce biraz şaşırdı biraz da çekindi. Ben hadi senin fotoğraflarını çekeyim deyince yüzü güldü. En çok bizimle iletişim kurmak için annesini kullanmasına güldüm: “Anne, söyle de fotoğrafları bana göstersin” :).
Uçağımız bir kere rötar yemişti. 22:15’te kalkacak uçak 23:45’e alınmıştı. Biz on buçuk gibi evden çıkıp havalimanına gittik. Arabayı kiralama şirketine teslim edip (Sağolsun “Ceyhun Rent A Car” süreyi geçtiğimiz halde bize ceza uygulamadı) içeri girdiğimizde bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Uçak bir saat daha rötar yapmış ve kalkış saati 00:45 olmuştu. Biz de banklara serildik. Sonra bir ananos daha: Uçak yine rötar yapmıştı.
Uçak havalandığında saat bir buçuktu. İç hatlarda 3 saat rötar yemiştik. Bir daha Pegasus’a binersem iki olsun. Zaten bu ilk binişimdi hiç iyi bir tanışma olmadı. Eve geldiğimde duşumu alıp 🙂 yattım. Ben yatarken saat dördü geçiyordu. Haliyle sabah yapacağım sahil koşum yalan oldu.
Çok güzel ve verimli bir gezi olmuştu. Hatta tadından yenmedi diyeceğim ama yemediğimiz bir şey kalmadı. Esnaf bizden çok memnun kaldı :). İyi ki otel yerine İsmo’da kalmışız. Bu sayede Karadeniz insanının o sıcaklığını, misafirperverliğini yakından tanıma fırsatı buldum. Bu gezide emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Bakalım GSA’ nın bir sonraki turnesi nereye olacak :).