8 – 15 Şubat 2009
Geçtiğimiz hafta Alp ve eşrafının düzenlediği Güney Afrika, Cape Town gezisine iç güveysi olarak katıldım. Uzun zamandan beri ilk defa bir seyahatin planlama bölümünde yer almadım. Bilgisayardan yazışmaları takip ettim ve sadece uçak biletimi aldım. Gerisini Atılgan ve Çağla kardeşler ile Alp halletti.
Sefere çıkmama 2-3 gün kala hafif bir halsizlik belirdi bende. Perşembe ağır bir Yonca Spor antrenmanı yapmıştım. Cuma günü yol öncesi dinlenmek istiyordum ama taze yoncimik İsmail’i kırmayıp Hillside’a spora; üzerine de çıkışta sinemaya (Benjamin Button) gittik. İşte filmi seyrederken benim film koptu. Sinemada burnum çeşme moduna girdi. Sinema çıkışında Ahmet ve Zeynep’e rastladık. Onlar da benim gözleri kırmızı, burnumu sümüklü görünce filmde ağladığımı zannettiler :). Hoş ağlasam ne olur.
Cumartesi sabahı halsiz bir şekilde yataktan kalktım. Yapılacak alışveriş işlerini bir an önce halledip 13 saat sürecek uçak yolculuğu için hem dinlenmek hem de kendimi o kadar saat koltukta oturmaya hazırlamak istiyordum. Neyse ki Gülsen bana Exit ayarlamıştı. Bu arada ilaç almaya başladım. Tek umudum hafif bir şekilde hastalığı geçiştirmekti. Bütün sene hasta olma, tam tatile gidecekken hastalan.
Akşam saat onda Alp ve çetesi ile havalimanında buluştum: Alp, Alp’in eşi Çağla (Shell), Çağla’nın abisi Atılgan (BP, La ilahe illallah yav :)), Atılgan’ın babası, Alp’in lise arkadaşı Aynur ve Aynur’un kocası Tolga (Total). Gördüğünüz gibi petrol ağırlıklı bir grubumuz var. Atılgan ve Tolga iş münasebetiyle daha önce Cape Town’da bulunmuşlar. Atılgan bütün gidilecek yerlerin listesini yapmıştı. Her şey çok güzel planlanmıştı. Evdeki hesap bakalım oraya uyacak mıydı?
Uçak yolculuğu benim için oldukça zor oldu. Yol uzun, burnum çeşme, üzerine halsizlik ve uyuyamama problemi… Fakat sayılı saatler geldi geçti ve Cape Town Havalimanı’na sağ sağlim indik.
8 Şubat, Pazar
Havalimanına tarifeden 15 dakika kadar önce inmiştik. Pasaport kontrolünden vizemizi alıp geçtik. Evet Güney Afrika’ya vize yok, vizenizi ülkeye giriş yaparken alıyorsunuz ve herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. İlk işimiz para bozdurmak oldu. Böylece Güney Afrika’da para bozdurmanın ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu öğrenmiş olduk. Bir sürü kırtasiye işi var. Önce pasaportunuzun iki tane fotokopisi çekiliyor, sonra otel isminizi ve Türkiye adresinizi, telefonunuzu yazıp bir iki tane imza atıyorsunuz. Baktık işlem uzun sürüyor, pratik Türk zekası hemen devreye girdi. Para bozduran Atılgan’a dövizleri yapıştırdık, aman verdik ve bekleme süresini asgariye indirdik. Bundan sonra her para bozdurduğumuzda bir gönüllü seçip paraları ona verecektik. Bu arada bu satırları yazdığım tarihte 10 Zar 1 USD ediyor.
Havalimanından çıkınca, güzel bir güneş ve sıcak hava hepimizi selamladı. Transfer aracımızla Park Inn adlı otelimize doğru yola koyulduk. Güney Afrika’da trafik sağdan akıyor. Ben bunu bilmeme rağmen gayrı ihtiyari sürücü kapısını zorladıysam da muavin olmaya razı olup ön sol koltukta yerimi aldım.
Otel girişinde bir saat sonra lobide buluşmak üzere sözleştik. Odamda bavulumu yerleştirip güzel bir duş aldım. Biraz kendime gelmiştim. Burnumun akıntısı da sıcağı görünce biraz durmuştu.
Lobide toplanıp öncelikle otele yakın olan V&A Waterfront denen şehrin kalbi de diyebileceğimiz alışveriş ve eğlence yerine gittik. Buradan Table Mountain’ı (şehrin önemli sembollerinden) tüm güzelliği ve ihtişamıyla görebiliyorsunuz. Bir sürü yeme içme yeri (aralarında bayağı iyi lokantalar var), müzeler, amfi tiyatro, tarihi binalar, sinemalar bu bölgede yer alıyor. Buradaki önemli alışveriş merkezlerinden bazıları Victoria Wharf, Alfred Mall, Clock Tower’dı. Burası üstü açık alışveriş merkezleriyle bana biraz da San Diego’yu hatırlattı. Ayrıca Roben Adası’na (Mandela’nın hapis yattığı hapishanelerden birinin bulunduğu ada) günlük tur düzenleyen tekneler de buradan kalkıyor. Yine turizm bilgi merkezi ve yaptığınız alışverişlerin vergi iadesini alabileceğiniz Tax Refund bu bölgede (Clock Tower) yer alıyor. Biz biraz çevreyi dolaştıktan sonra iskelenin üstünde bir lokantada okyanusa karşı karnımız doyurduk. Gördüm ki yemekler ve içecekler inanılmaz ucuz. Tek derdim halsizlikti onun dışında çok güzel bir tatil geçireceğimin sinyallerini burada geçirdiğim ilk saatlerden alıyordum.
Karnımızı doyurduktan sonra soluğu Clifton sahillerinde alıyoruz. Amacımız yörenin meşhur kulüplerinden La Med’e gidip güneşi burada batırmak. Şansımıza hava çok bulutlanmıştı. Beni bir titreme aldı. Alp sağ olsun yağmurluğunu bana tahsis etti. Fakat ben ona rağmen üşüyordum. Burada biraz daha vakit geçirdikten sonra Clifton’dan sonraki durağımız olan Camps Bay’e gidip şirin bir İtalyan lokantası olan “Primi Piatti” da akşam yemeğimizi yedik. Bütün transferleri taksi ile yapıyorduk ki o da sudan ucuzdu. İki gün sonra kiraladığımız aracımızı teslim alacaktık.
Camps Bay oldukça favori bir yer. Güzel bir plajı ve plajın arkasında şirin cafeleri var. Yemekten sonra çevreyi turladık, sonra ver elini otel. Ne de olsa herkes yol yorgunuydu. Akşam karnım doyup biraz yürüdükten sonra kendimi daha iyi hissediyordum. Buranın yerlileri tarafından “Mother City” olarak adlandırılan bu güzel şehirde ilk güneşimi batırmış, günü arkada bırakmıştım.
09 Şubat, Pazartesi
Sabah saat çalmadan yedi buçukta sırıl sıklam kalktım. Hastayken gece terlemek iyidir derler ya ben de oh artık iyileştim diye sevindim. Doğru duşa. Kahvaltı için lobiye indim. Otelin kahvaltısı oldukça zayıftı. Peynir yok, zeytin yok :). Bol bol tost ekmeği alıp yağ bal olayına giriştim. Yalnız kahvaltıda şöyle bir güzellik vardı, sebilden sıkma portakal suyu akıyordu.
Bugünkü rotamız Ümit Burnu Doğal Parkı ve çevresi (Peninsula) şeklinde başlayıp, penguenleri göreceğimiz Boulders Beach ile devam edecekti.
Sabah dokuz civarı rehberimizle Peninsula’ya doğru yola koyulduk. Yaklaşık 60km sonra parka giriş yapmıştık. Bizi önce deve kuşları karşıladı.
Biraz da tarih diyelim. Ümit Burnu’nu 1488’de Portekizli kaşif Bartelemou Dias keşfetmiş ve buraya Cape of Storm (Fırtına Burnu) adını vermiş. Fakat bu isim denizcileri korkuttuğundan daha sonra Cape of Good Hope (Ümit Burnu) olarak değiştirilmiş. Amaç Osmanlı İmparatorluğu’nun denetiminde olan ipek yoluna bir alternatif aramakmış.
Bir çok kimse Ümit Burnu’nu Afrika’nın en güney ucu zannetse de aslında en güneyi Cape Town’un doğusunda kalan Cape Agulhas.
Önce Cape of Good Hope’a sonra da Cape Point’e gidiyoruz. Cape Point’te bizi bir sürpriz bekliyor. Yukarıdaki deniz fenerine bizi çıkaracak olan tramvay çalışmıyormuş. Tabana kuvvet yukarı çıkıyoruz. Çevrede babunlar var ve kadınların, çocukların elinden yemek çalıyorlarmış. Yol üzerinde bununla ilgili uyarı tabelaları vardı.
Yükseldikçe manzara nefes kesmeye başladı. Benim zaten hastalıktan nefesim kesilmişti bir de manzara böyle olunca sürekli durup fotoğraf çekiyordum. Hem vücudum dinleniyordu hem de manzara karşısında ruhum huzura kavuşuyordu.
Cape turumuzu tamamladıktan sonra rotamızı Hint Okyanusu kıyısındaki Boulders Beach’e çevirdik. Burada bir penguen kolonisini yaşıyor. Muhtemelen kutba en uzak yaşayan koloni. Plajın girişinde, elinde yavru penguen taşıyan bir görevli gördük. Ne olduğunu sorduğumuzda ufaklığı sıcak çarptığını öğrendik. Bu plajda su Atlantik plajlarına göre oldukça ılıkmış ama biz o an kıymetini bilemedik. İlerleyen günlerde Atlantik’in soğuk sularıyla epey maceramız olacaktı.
Fotoğraflardan da görüldüğü üzere penguenler oldukça sevimliydi. Oldukça güzel kareler yakaladım. Bazıları arkadaşlarım için masaüstü fotoğrafları oldu.
Penguenleri arkamızda bırakıp öğle yemeği için Groot Constantia çiftliğinin içindeki Simon’s Restaurant’a gittik. İçinde bulunduğumuz çiftliğin şarap bağları, yörenin en eski şarap bağları. Kökeni 1685 yılına uzanıyor. Nefis bir yemekten sonra çiftliği dolaşıyoruz. İlgili arkadaşlar şarap tadımına katılıyor, ben de kendi ilgi alanım olan fotoğraf çekmeye gidiyorum. Fakat yemeğin verdiği ağırlıktan mı yoksa hastalığın etkisinden mi bilinmez bir banka çöküp kalıyorum. Hasta hasta memleket gezmek de zormuş.
Fotoğraflarda her üzüm bağ sırası önünde güller göreceksiniz. Bu güller sağlıklı ise toprakta sorun yok, bağlar güvende demek oluyormuş. Ne zaman güllerde problem olursa o zaman toprakla ilgili bir sıkıntı olduğunu anlayıp tedbir alıyorlarmış.
Yeni rotamız Atlantik sahilleri. Manzaralı yollardan geçip Chapman’s Point’e ulaşıyoruz. Yol aslında devam ediyor fakat kaya düşme riski yüzünden taşıtlara kapalı. Atılgan’ın dediğine göre bisiklet ile gidilebiliyormuş. Ama, ne manzaralı yol. Şimdi atım yanımda olaydı, açıvereydim gazı. Boxer çığlıkları, martı çığlıklarına karışıp Atlantik’i selamlasaydı.
Manzara yine nefes kesiciydi. Karşı kıyı Hout Bay. İki yerleşim yerini (East Fort – West Fort) sahil şeridi birleştiriyor. Zaten bu manzaranın biraz daha tadını çıkarıp oraya gidecektik.
Rehberimiz bizi Hout Bay’in doğu ucuna bırakıp arabayla batı ucuna gitti. Plajdan yürüye yürüye oraya gidecektik. Ayakkabılarımı çıkarıp çıplak ayak kumlara bastım. Su buz gibiydi. Manzarayı aşağıda fotoğraflarda görebilirsiniz. Bütün düşüncelerimden sıyrılıp kendimi doğanın kucağına bıraktım. Yaşamak ne güzel.
Benim için günün son durağı Camps Bay’di. Burada arkadaşlar okyanusun serin sularıyla tanıştılar. Ben hasta olduğumdan şansımı fazla zorlamadım. Onları fotoğraflamakla yetindim.
Güneş alçalırken dağların üzerine bulutlar da çöreklenmeye başlamıştı. Ben arka arkaya deklanşöre basıyordum. Çocuklar gibi şendiler.
Akşam otele gelip duşumu aldım. Yemek için hazırlandım. Daha vakit vardı. Biraz uzanayım dedim. Ne kadar uyudum bilemiyorum, kapının çalınışı ile uyandım. Gelen Alp’ti. Uzun bir süredir kapıyı çalıyormuş. Kendimi çok halsiz hissediyordum. Dışarı çıkarken bana bir titreme geldi. Halime acıyıp beni otele geri yolladılar, onlar da Camps Bay’de bulunan meşhur deniz ürünleri lokantası Codfather’a doğru yola koyuldular. Odama çıkar çıkmaz kafayı yastığa gömdüm. Bir gün daha bitmişti.
10 Şubat, Salı
Sabah yine kan ter içinde uyandım. Duş ve kahvaltı klasiğinden sonra lobide bugünkü rehberimizle buluştuk. Bu arada kiraladığımız aracın otele teslim edilmesini bekliyorduk. Sonradan öğrendik ki araç sekiz buçukta gelmiş fakat bizi bulamayıp geri dönmüş. Getiren kişiye enteresandır bizim telefonlar verilmemiş, o da bize ulaşamamış. Her neyse sonunda aracımıza (Toyota Quantum) yerleşmiş, yola çıkmıştık.
Hedefimiz Paarl bölgesi ve buradaki şarap tadım merkezleri. Önce bir tepenin üzerine çıkıp Afrikaan Dili Anıtını ziyaret ediyoruz. Gerçi içeriye, neden bilmiyorum, girmiyoruz. Sonradan öğrendiğime göre bu anıt, Afrikaan dilininin (bir çeşit Hollanda Afrika dil karışımı) ülkenin resmi dil oluşunun 50. yılı şerefine yapılmış ve 1975 yılında bitirilmiş. Ben tepeden yöreyi fotoğraflıyorum.
Tepeden indikten sonra Laborie Çiftiliğine gidiyoruz. Burada arkadaşlar şarap tadımı yapacaklar. Çiftlik, Constantia kadar olmasa da, oldukça güzel. Dilerseniz burada konaklama imkanınız da var. Ben çevreyi araştırırken üzümlerin boşaltıldığı yeri de keşfedip fotoğrafladım.
Laborie’den sonra bir hapishanenin önünde duruyoruz. Burası Mandela’nın hapis yattığı yerlerden biri. Robben Adası’nda sağlık sorunları baş gösterince başka bir hapishaneye gönderilmiş. Orada da verem olunca önce hastaneye sonra da buraya gelmiş. Buranın önemi özgürlüğüne kavuştuğu yer olması.
Yolumuzun üstündeki bir kasabada alışveriş molası veriyoruz. Ben sadece fotoğraf çekmekle yetiniyorum. Oldum olası alışverişi sevmemişimdir. Hele ki ihtiyacım olmayan bir şeyi sadece turistik amaçla almış olmak, bana çok manalı gelmiyor. Ha dersiniz ki Kayı; motosiklet bakacağız, plazma alacağız, ev sineması kuracağız o zaman eyvallah.
Artık karnımız zil çalıyor. Hastalığın verdiği ağırlık nedeniyle enerjim bitmek üzere. Soluğu yörenin meşhur Fransız lokantası “Le Petite Ferme”de alıyoruz. Lokanta bir tepenin eteğine kurulmuş. Çok şirin bir yapı. Bahçesi ve manzarası muhteşem. Yemekten sonra kalan şarabınızı veya kahvenizi bahçede çimlere yayılıp bu güzel manzaraya karşı yudumlayabiliyorsunuz. Evet biz de aynen öyle yaptık.
Lokantadan sonra başka bir Şarap Çiftliğine gidiyoruz. Ben çiftliğin arka tarafında üzüm toplayan işçileri fotoğraflıyorum. 70-200mm arabada kaldığı için çekebileceğim güzel portreleri kaçırıyorum. Acaba böyle geziler için yeni çıkan Canon’ın 18-200mm objektifini alsam mı? Belki kaliteden ödün vereceğim ama bu şekilde tak çıkar tak çıkar da zor oluyor. Ya da al bir tane 5D geniş açıyı ona tak, tele 40D’de kalsın, çift tabanca dolaş :).
Akşam yemeği için otelden ayrılırken bizi kuvvetli bir rüzgar karşıladı. Hatta fırtına çıktı diyebilirim. Taksiye atladığımız gibi Waterfront’a gittik. Gideceğimiz et lokantasının adı “Belthazar”. Bu lokantanın şöyle bir önemi var. Öncelikle Dünyanın en büyük bardak şarap çeşidine sahip olduklarını iddia ediyorlar. Ayrıca iki yıl (2005-2006) üst üste Güney Afrika’nın en iyi et lokantası seçilmişler. “Steakhouse” sözünü duyunca bile heyecanlanan ben, tabi ki et siparişi verdim. İsteyen deniz ürünleri de söyleyebilir. Ama kırmızı et varken benim börtü böcekle işim olmaz. Şöyle birer porsiyon 1/2 kg Chicago Cut söyledik Alp ile. Ben tabi içi kanlı canlı olsun istedim. Çok pişince et kuruyor ve bir şeye benzemiyor. Gerçi millet de benim nasıl içi kanlı et yediğimi merak ediyor ama bilmiyorlar ki ben küçükken çiğ kıyma ve çiğ kuşbaşı ile büyüdüm. Annem kasaba yolladığında, dönüşte hep tırtıklardım etleri. Neyse biz lokantamıza geri dönelim. Et gelince önce gözüm doydu. Kendisi de pamuk gibiydi. Dörtte üçünü büyük bir keyifle yedim. Fakat sonuna gelince bir kaç sinir ve etin soğuması biraz tadımı kaçırdı. Fakat yediğim en güzel etlerden biriydi diyebilirim. Üstelik de bu fiyata (25 usd civarı). Daha önce de dediğim gibi oldukça ucuz bir memleket. Yediğim tiramisuyu ise çok beğenmedim. İçinde krema vardı ve kahve yoktu. Zaten en güzel tiramisuyu Nermin yapıyor. Belthazar ile ilgili (şarap listesini merak edenler olabilir) geniş bilgi için tıklayınız.
Bugün tam bir gurme günü şeklinde geçmişti. Table Mountain’a yine çıkamamıştık. Yoldaşlar casinoya giderken ben otelin yolunu tuttum.
11 Şubat, Çarşamba
Bir Cape Town klasiği olarak yataktan yine terli kalktım. Ne zaman iyileşeceğim yahu. En azından ağrılarım biraz azalmıştı. Lobiye indiğimde bir tek rehberimiz Joe vardı, o da cep telefonu ile konuşuyordu. Casinocular daha kalkamamıştı. Gecikmeli olarak kahvaltımızı yapacağımız Radisson Otele gittik. Otel küçük bir marinanın hemen yanıbaşındaydı. Manzarası süper, kahvaltısı vasattı.
Kahvaltıdan sonra Kirstenbosch’a, Botanik Bahçesine, gittik. Benim İstanbul’da gezdiklerime göre epey büyüktü. Sadece Afrika’ya özgü bir sürü bitki vardı. Benim bitkilere pek ilgim olmadığından daha çok manzara ile ilgileniyordum. İlgili biri burada oldukça uzun süre geçirebilir. Biz şöyle bir dolaşıp konser alanına seriliyoruz.
Cape Town’ın kontrolü İngilizlere geçtikten bir kaç sene sonra, 1811 yılında, bölgeyi alan Albay Christopher Bird kaynak sularını toplayan kuş şeklindeki bu havuzu yaptırmış. Burada toplanan sular eve veriliyormuş.
Botanik Bahçesinden sonra yönümüzü Table Mountain’a çeviriyoruz. Bugün örtüsü (bulut) yok üzerinde ama bu sefer de dün akşam çıkan ve bugün de devam eden sert rüzgar engeline takılıyoruz. Rüzgar belli bir şiddetin üzerine çıktığında teleferik güvenlik nedeniyle çalışmıyormuş. Biz de yine yüksek bir tepe olan “Signal Hill”e gidiyoruz. Burada şehrin panoramik fotoğraflarını çektim.
Signal Hill’den sonra soluğu Clifton Plajlarında alıyoruz. Biz 2 numaralı plaja yerleştik ama hepsini gezdik. Bu arada üç numaralı plaj, adı gibi 3. cinsin mekanıymış. Su bildiğiniz buz. İlk heves koşarak kendimi Atlantik’in kucağına bıraktım ama 10 dakika dayanamadım. Üç beş kulaçtan sonra soğuk nefesimi kesti. Biraz dalgalarla oynadım ama soğuk galip gelince paşa paşa sudan çıkıp güneşlenmeye başladım. Tam dalmıştım Atılgan’ın sesine uyandım. Güneşi batırmaya başka bir sahile gidiyormuşuz. Biraz mırın kırın ettiysem de kalkıp minibüsteki yerimi aldım.
Yeni hedefimiz şehir merkezinin kuzeyinde kalan Bloubergstrand plajı. Blue Peter Hotel’inin kafesine kurulup pizza söylüyoruz. Bir taraftan da ellerimizde fotoğraf makineleri güneşin batışını bekliyoruz. Bu bölgede oldukça fazla uçurtma sörfü (kite) yapan insan var. Sanırım bölgede şartlar bu spor için çok uygun.
Cape Town’a geldiğimizden beri ilk defa güneşi bu kadar net batırabildik. Ben de özlemişim bu manzarayı. Malum İstanbul’da pek yakalayamıyoruz bu sahneyi.
Otele dönüp duşumu aldıktan sonra lobiye indim. Rüzgar kesilmişti. Hava çok güzeldi. Bu akşam üzerime bir şey almadan dolaşabilecektim. Otelin önünde kahvemizi içtikten sonra şehrin sokaklarında yürümeye başladık. Otelin yakınında yer alan “Long Street” Cape Town’un en eski caddelerinden biri. Adım başı özel güvenlik var. O yüzden gecenin ilerleyen saatlerinde de sıkıntı yaşamadan dolaşabiliyorsunuz. Bu caddede bir sürü eğlence mekanı var. Biz biraz yürüdükten sonra şehrin meşhur gece kulüplerinden biri olan Cubana Havana’ya gittik. Biz Cuba müziği beklerken güncel müzik bulduk. Biraz takılıp sohbet ettikten sonra otele geri döndük. Tatilin çoğu bitmiş azı kalmıştı.
12 Şubat, Perşembe
Sabah yine terli terli, söylene söylene kalktım. Ama artık eklem ağrım ve halsizlik yoktu. Gerçi dün geceden bir baş ağrısı vardı, sanırım artık iyileşmiştim.
Kahvaltıdan sonra bugünkü rehberimizle lobide buluştuk. İlk hedefimiz District Six Müzesi. Bugün oldukça sıcak bir gün. Rehberimizin arabasından inip (kendi aracımızı almamız tavsiye edilmedi) müzeye 20 – 30 metre kadar yürüdüm ter içinde kaldım.
1966 yılında, bu bölgede yaşayan 60.000 siyah zorunlu olarak evlerinden çıkarılıp Cape Flats denen yere sürülmüş ve evleri buldozerlerle yerle bir edilmiş. Bu bölgenin önü okyanus, arkası ise Table Mountain manzaralı. Müze yaşanan bu ayıbın unutulmaması için Aralık 1994 yılında açılmış. İçinde sürgün öncesi yaşam tarzını yansıtan eşyalar, fotoğraflar var. Hatta o zaman oturulan evlerin örneği müzenin bir bölümünde canlandırılmış. Müzeyi gezip anı defterini imzaladıktan sonra kentin varoşu olan Townships gezimiz için aracımıza geri dönüyoruz.
Townships sadece siyahların yaşadığı tek göz odalardan oluşan gecekondu mahallesi. Ayrımcılık politikası zamanlarında siyahlar her yerde aşağılanır ve küçümsenirmiş. Verilen uzun mücadelelerden sonra özgürlüklerine kavuşmuşlar fakat ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu kötü şartlar devam etmiş. Zaten bu mahalleyi gezince Güney Afrika’yı daha iyi anlıyorsunuz. Bir tarafta gökdelenler diğer tarafta bu gecekondular. Belki ülkemizde de buna benzer tezatlar var fakat 1.5 milyon insanın tek göz odalarda aylık 50-60 dolarla geçinmeye çalıştıkları bir sefalet ortamı ben görmedim. Johannesburg’da bulunan Tintown’da ise tam 5.5 milyon insan bu şekilde yaşıyormuş. Her ikisine de yanınızda yerel rehber olmadan gitmeniz tavsiye edilmiyor.
Townships gezimiz bir seramik atölyesi ziyaretiyle başlıyor. Bir yardım programı sonucu burada yaşayan genç sanatçılara iş imkanı yaratmak amacıyla kurulmuş. Seramik ocaklarının maliyeti yüksek olduğundan bu atölye ve ocak, dönüşümlü olarak mahalle sakinleri tarafından kullanılıyormuş. Bütün seramik eserlerinin altına yardım programı adı ile sanatçının adı yazılıyor. Ben de bir kaç hediyelik eşyayı buradan aldım. Hatta aldığım kupa aşağıdaki fotoğrafta görülen kırmızı-siyah desenli olandan. Bu ara Stendhal’in “Kırmızı ve Siyah”ını okuyorum, onun etkisinde mi kaldım acaba? :).
Bir sonraki durağımız bölgede bulunan Dalukhanyo Anaokulu. Okula girer girmez bir sürü şirin çocuk etrafımızı çevirdi. Uzun objektifimi getirmediğime pişman oldum. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra okulun içine girdik. Okul, gelen yardımlarla yapılmış. Buraya gelen her çocuk için ayda R50 (yaklaşık 5 usd) para alınıyormuş. Yani siz okula R100 yardım yaparsanız iki çocuğu 1 er ay okutmuş oluyorsunuz. Sizin için küçük bir bedel ama onlar için anlamı büyük.
İçeride öğretmenler bize okulla ilgili bilgi verdiler. Sonra sınıf bize bir şarkı söyleyip bir de gösteri yaptı. Karşılığında bizim de onlara bir şarkı söylememizi rica ettiler. Önce “daha dün annemizin” diye olaya girdik. Sonra baktım bunlar pek hareketlenmediler, hemen 10. Yıl Marşını devreye soktuk. Böylece marşımızı Cape Town’un varoşlarında seslendirmiş olduk; bir bayrağımız eksikti. Çocuklar da gaza gelip oynamaya başladılar.
Anaokulunu istemeye istemeye terk ettik. Çocukların sıkıntı çekmesine hiç dayanamıyorum. Nedense biz büyüklerin hatalarını hep onlar ödüyorlar.
Aslında aşağıda gördüğünüz mahalleye de girecektik fakat bazı protesto gösterileri nedeniyle bu gezi iptal oldu. Belediye bu bölgeye otobüs seferi koyunca taksiciler de bu olayı protesto etmek için yol kapatıp gelen geçeni taşlıyorlarmış.
Taksi demişken biraz Cape Town taksilerinden bahsedeyim. İki tip taksi var. Biri iyi şirketlerin, kravatlı sürücülerinin kullandığı ve taksimetre ile çalışan modern taksi versiyonu. Diğeri korsan tipinde, bakımsız sürücülerin (gece biniyorsanız sarhoş olma ihtimali yüksek) taksimetre açmayıp turistlerden biraz daha fazla para koparmaya çalışan döküntü taksiler. Biz her ikisini de kullandık. Genel olarak taksi ücretleri çok ucuz olduğundan ikinci tipe bile binseniz en fazla 1-2 dolar fazla para veriyorsunuz. Bir de bizim gibi 7 kişi (7 kişilik taksiler var) bir taksiye biniyorsanız ulaşım bedavaya yakın oluyor.
Townships gezimizi bitirdikten sonra otelimize dönüp kendi arabamızı aldık. Hava açık ve rüzgarsızdı. Bu ne demek oluyor? Evet Table Mountain’a çıkabileceğiz. Teleferiğe bineceğimiz yere gidince bir sürpriz bizi bekliyordu. Yaklaşık 5-6 gündür Table Mountain kapalı olduğundan herkes buraya akın etmiş. Bir saat kadar teleferik kuyruğunda bekledikten sonra yukarı çıkabildik. Aslında bir de yürüme parkuru varmış. Rüzgar nedeniyle teleferik çalışmazsa, 2 saatlik bir tırmanışla da yukarı çıkabiliyorsunuz.
Table Mountain Dünya’nın en eski dağ oluşumlarından biri. Hatta Cape Town’lulara göre Dünya’nın en eski dağı. Bize verilen broşürlere göre Himalayalar’dan 6 kez, Rockie Dağları’ndan ise 5 kez daha eski bir oluşum. Adı masa gibi düz olan şeklinden geliyor. Genellikle bu masanın bir de örtüsü oluyor. Bulutlar bir örtü gibi üzerini kapladığında aşağıdan manzara süper oluyor ama o an yukardaysanız ne yaparsınız bilemiyorum. Zaten böyle bulut riski olduğunda ziyaretçilere düdük dağıtılıyormuş.
Tepeye çıkınca gruptan ayrılıp çevreyi ve yukardan Cape Town’u fotoğraflamaya başlıyorum. Süremiz kısıtlı olduğundan yemek yiyerek bu fırsatı kaçırmak istemiyorum. Üç tane yürüyüş parkuru var. Bunlardan Dassie Walk en kısa olanı. Ben orta uzunlukta olan (30 dakikalık) Agama Walk parkurunu yürüdüm. Yürüyüş için oldukça sıcak bir gün. Bir de Canon 40D ve saz arkadaşlarının ağırlığı var. Epey tak çıkar yaptım ama değdi doğrusu.
Table Mountain’dan, geldiğimiz gibi, teleferikle inip geleneksel Afrika gecesine katılacağımız Speir mevkiindeki çitliğe doğru yola koyulduk. Biraz kaybolduk ama yollar o kadar güzel ve manzaralı ki ben kaybolduğumuza memnun bile oldum. Sonunda tesislere ulaştık. İlk hedefimiz kapanmadan Çita Çiftliğinde Çita mıncıklamak.
Çok şanslıyız, çiftlik tam kapanmak üzereyken içeri girdik. Hatta kapattık dediler ama uzaktan geldiğimizi söyleyip onları ikna ettik. Bir kaç form imzalayıp, renkli kedimizin yanında yerimizi aldık. Çita hayvanı bildiğiniz gibi karada yaşayan en hızlı avcı. Bakıcı, çita ile ilgili bir takım bilgiler verirken ben de onun sırtını okşamaya başladım. Ama bu aralar elektrik problemi yaşadığımdan mı bilinmez beni pek sevmedi. Sürekli pati atıp durdu. Bazen sevmezmiş okşayıcılarını :).
Bu arada bizim Sivas Kangal bu çitaların hayatını kurtarmış. Nasıl mı, anlatayım: Çitaların doğal yaşam alanlarına insanlar girince problemler başlamış. Av sahası daralan çitalar kolay av olarak koyun sürülerine saldırmaya başlamışlar. Çobanlar da çitaları vurunca bu muhteşem yaratıkların bu bölgedeki soyları tehlikeye girmiş. Çözüm olarak çobanlara eğitimli kangallar bedava olarak dağıtılmış. Çita kendinden iri bir hayvana saldıramıyormuş. E bizim Sivas Kangallardan iri köpek de azdır. Bir de mükemmel çoban köpeği olduklarından çitaları sürülerden uzak tutuyorlarmış. Böylece çobanlar da çitaları öldürmüyormuş. Proje halen başarı ile devam ediyormuş.
Çita faslından sonra akşam yemeğini yiyeceğimiz Moyo tesislerini geziyoruz. Önce yapay göletlerin kenarında çimlere uzanıp dinleniyoruz. Vakit gelince de içeri geçiyoruz. Burası oldukça büyük bir lokanta. İrili ufaklı bir çok bölümden oluşuyor. Önce bir ağacın altında oluşturulan terasta bir şeyler içtik, sonra gelip yüzlerimizi boyadılar. Alacakaranlıkta da ateşleri yaktılar. Böylece eğlence başlamış oldu.
Yemek için kendimize sahneyi güzel gören bir masa seçtik. Sonra oldukça uzun olan açık büfenin yolunu tuttuk. Geleneksel Afrika yemeklerinden kendime güzel bir menü yaptım. En çok antilop şişi beğendim. Arkadaşlar kuzuyu da beğendiler ama bana ağır geldi. Zaten sulu et olayını pek sevmem, ille de ızgara olacak :).
Bu arada gösterilere bizim grup bizzat iştirak etti. Çağla’nın babası davulun başına geçti. O kadar güzel çaldı ki ona kadro teklif ettiler :).
Oldukça güzel bir Afrika gecesini daha sonlandırmıştık. Mutlu mesut otelimize döndük.
13 Şubat, Cuma
Sabah erkenden kalktım. Bugün safari günü. Saat altı buçukta yola koyulduk. Bugün arabayı ben kullanıyordum. Önce ters yöne girdim. Sonra bir kaç kez arabayı hoplattım. Zaten kaç sene oldu düz vites kullanmayalı bir de sol elle vites değiştirmek değişik geldi. Sinyaller de sağda olduğundan ilk başta her sinyal vermek istediğimde silecekleri çalıştırdım. Sonunda otobana çıkmıştık. İki saat kadar gittikten sonra kaybolduk. Yalnız bu iki saatin son bir saati gittiğim yollar çok manzaralıydı. Sırf bu manzarayı görmek için bile bu yolu giderdim. Arabada uyuyan arkadaşlar adına üzüldüm. Bir de Buke yanımda olmadığı için… Zaten sonradan öğrendiğime göre bu yol Dünyanın en güzel 10 manzaralı yolundan biri sayılıyormuş. İsteyenler Route 62 diye netten araştırabilir. Ne yazık ki geç kaldığımız için durup fotoğraf çekme şansım olmadı.
En sonunda, sora sora Aquila Safari çiftliğine ulaştık. Çiftlik diyorum çünkü burası elektrikli çitlerle çevrilmiş bir alan. Jip safari yanında, ATV ve atla safari yapma imkanınız da var. Kahvaltıyı tesislerde yapıp bir araçla, safari aracıyla buluşmaya gidiyoruz. Geç kaldığımız için onlar bizi beklememiş safariye başlamışlar. Biz olaya ortasından girecektik.
Big Five denen; aslan, leopar, gergedan, bufalo ve fil beşlisini bu çakma safaride görecektik. Fil, gergedan ve bufaloyu doğal ortamlarına yakın bir şekilde gördük. Aslanlar içinse ayrıca bir kapıdan geçtik. Biraz bekleyince tembel hayvanları bir ağacın altında şekerleme yaparken gördük. Zaten günün 20 saati uyuyorlar. Leoparları ise hiç göremedik. Onun yerine kapalı bir bölümde çita ve aslan gösterdiler bize. Diyeceğim odur ki bu şekilde bir safariden fazla bir şey beklemeyin. İmkanınız varsa ülkenin kuzeydoğusundaki Kruger Milli Parkına gidin. Gerçi böyle olacağını az çok kestiriyordum. O yüzden hayal kırıklığım küçük oldu. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim, tur sırasında ikram ettikleri üzüm suyu şahaneydi. Öğle yemeğini de burada yedikten sonra şehre dönmek üzere tesislerden ayrıldık.
Bahçe safarisinden sonra serinlemeye bir zengin mahalle plajına gittik. Bütün zengin mahallerinde olduğu gibi burada da mülkiyet özel güvenlik şirketlerince korunuyor. Sitelerin içinde bu özel güvenlik güçlerinin arabaları geziyor ve hepsi silahlı. Zaten her yerde kameralar ve uyarı yazıları var. Şiddete tolerans gösterilmeyecektir deniyor. Kısaca tipinizi beğenmezsek sizi vururuz ona göre, demeye getiriyorlar. Çevrede hiç siyah yok.
Plaja gidip bir kayanın yanına seriliyoruz. Biraz rüzgar olduğundan kendimize kayayı siper alıyoruz. Su derseniz yine buz gibi. Ama gelmişken girmemezlik olmaz. Açılışı ben yapıyorum. Sonra hep beraber girip üşüyoruz. Sahil oldukça canlı. Surf yapanlar, köpek gezdirenler, sahil sporları yapanlar… Bir de güneşi batırmaya gelen gruplar vardı.
Biz akşam üstü plajdan ayrılıp Camps Bay tarafına geçtik. Güneşi, Bay Beach Club isimli şirin yerde, suşi eşliğinde batırdık.
Akşam yemeğine, Waterfront’ta bulunan, ünlü balık lokantası Baia’ya gittik. Cape Town’un en ünlü balık lokantalarından biri. Gerçekten de yemekler ve servis oldukça iyiydi. Bizi tek rahatsız eden arada hızla esen şiddetli rüzgardı. Güzel bir yemeğin ardından otele döndük. Yarın Alp ile büyük beyaz köpekbalığı dalışı yapacağımız için erken kalkacaktık.
14 Şubat, Cumartesi
Sabahın beşinde ayaktayım. Bugün en çok görmek istediğim canlılardan biri olan büyük beyaz köpekbalıklarını yakından görecektim (sen öyle san :). Bizi alacak olan transfer arabası biraz gecikti. Altıya doğru araçtaki yerimizi aldık. Servis hesabı, insanları toplaya toplaya arabayı doldurduk. Sonra Cape Town’dan iki saat uzaklıkta olan Gansbaai’ye doğru yola koyulduk. Aslında biraz kestirmek istiyordum ama sürücümüz oldukça hızlı kullanıyordu. Yol da virajlı olunca ben de camdan manzarayı seyrettim. İyi ki de öyle yapmışım çünkü manzara dünkü gibi yine nefes kesiciydi.
Limana varınca önce bize kahvaltı ikram ettiler. Sonra kullanacağımız ekipmanı teslim edip bizi brifing odasına aldılar. Tam 39 kişiydik. Kafese altışarlı gruplar halinde girecektik. Alp 36 ben 37 numaraydım. Son gruptaydık. İstanbul’dan ıslak elbisemi ve şnorkel takımımı da getirmiştim.
Tekneyi görünce biraz moralim bozuldu. Açık deniz balıkçı teknesinden bozma 50ft civarı bir tekneydi. Arkasında dalış kafesi taşıyordu. Aslında tekne fena değil de 40 kişi için küçük kalmıştı. Yaklaşık bir saat Hint okyanusunda yol aldıktan sonra köpek balığı bölgesine bağlandık. Yolda bir de balina görmüştük ama ben fotoğrafını çekene kadar daldı gitti. Yine gördüğümüz yunusları aşırı sallantı yüzünden çekemedim. Durduğumuz yerde de sallanmaya devam ediyorduk. Bir de kapalı alanda tekne brifingi alınca Alp dahil bir çok kişiyi deniz tuttu. Arkadaşlar teknenin ön kısmından balıkları beslerken teknenin arka kısmından da köpek balıkları için balık yağı ve balık kanı karışımı denize dökülüyordu. Teknenin oltasına da iri bir balık takılmıştı.
Ve bekleme başladı. Ben yarım saat sonra buranın ana baba günü olacağını düşünüyordum. Öyle ya, belgesellerde döküyorlardı yemi bir sürü köpek balığı teknenin başına üşüşüyordu. Ama gerçek hayatta işler böyle yürümüyormuş. Meğer köpek balığı ve balina mevsimi haziran ayıymış. Biz üç saat bekledik gördüğüm iki yüzgeç oldu, onların da fotoğrafını çekemedim. Bazı hevesliler kafese girdiler ama ben onları seyretmekle yetindim. Madem balık yok kafese niye gireyim? Böylece Güney Afrika’daki en büyük hayal kırıklığımı yaşamış oldum. Bize ucu açık dalış bileti verdiler. Olur da bir daha buraya yolumuz düşerse kullanalım diye :).
Haydi Türkiye!
Kal şu finallere.
Aşkına dalsın Kayı,
Engin denizlere…
Aynı manzaralı ve virajlı yollardan Cape Town’a geri döndük. Üstelik bu sefer ben muavin koltuğunda oturuyordum. Geldiği gibi dönüşü de oldukça hızlıydı şoförümüzün. Ama direksiyonunu beğendim. Bir kaç kere huzursuz olduysam da sağ sağlim otele ulaştık.
Duşumuzu aldıktan sonra Atılgan ile buluşup Camps Bay’deki Caprice Cafe’ye gittik. Sevgililer günü olması nedeniyle Camps Bay cıvıl cıvıldı. Yemeğimizi yiyip biraz Caprice’de takıldıktan sonra ver elini Casino. Ben yine en iyi yaptığım iş olan fiş bekçiliğine soyundum. Alp 21’de kazandıkça fişleri cebe attım ve tam ayrılma saatinde haydin otele dedim. Biliyorsunuz casinonun temel kuralıdır; her zaman kasa kazanır. Ama ben varken değil :). O yüzden ben oynamam ama oynayan arkadaşlara mukayyet olurum. Çünkü oynarsan sen de o atmosfere kendini kaptırıyor ve kontrolü kaybediyorsun. Zaten biraz gözlem yapınca insanların makinelerin başında şuursuzca nasıl vakit geçirdiklerine tanık oluyorsunuz. Sonuçta Alp 100 Euro’ya yakın karla casinodan çıktı. Cape’teki son gecemiz de bu şekilde bitmiş oldu.
15 Şubat, Pazar
Son iki günün üzerine bugün geç kalktım. Son gece de terlemiştim ama ilk gecelerle kıyaslandığında kupkuruydum. En azından bugün uçakta telef olmayacaktım. Duşumu alıp bavulumu yerleştirdim. Odayı kontrol edip check out için lobiye indim. Kahvaltıdan sonra Waterfront’a gittik. Burada grup ikiye ayrıldı. Ben akvaryum tayfası ile Two Oceans Aquarium’a gittim.
Hannover’de gezdiğim akvaryumun bir benzeriydi ama ana tankı daha büyüktü. Zaten kocaman köpekbalıklarını ancak bu büyüklükte bir tankta yüzdürebilirsiniz. Doğal ortamında göremediğim köpekbalıklarını burada yakından görmüş oldum.
Akvaryum gezisinden sonra Waterfront’ta biraz alışveriş yaptım. Son olarak, Cape Town’a geldiğimizde ilk yemek yediğimiz yerde, buradaki son yemeğimizi yedik ve havalimanının yolunu tuttuk. Kiralık aracımızı teslim edip check in e gittik. Yine Exit dönecektim, hem de burnum akmadan :).
Uçakta yanıma Volkan isimli hoş sohbet bir diş hekimi oturdu. Burada çalışan doktor arkadaşlarını ziyarete gelmiş. Bu güzel ülkede edindiğimiz izlenimleri paylaştık. Bu arada uçakta oldukça fazla Rus yolcu vardı. Çoğu da sarhoş. Hatta bir tanesi bizim sevimli ve civelek hostesimizi taciz etti. Hostesin adını öğrenemedim ama konuşması, mimikleri, yolculara ve sarhoş Ruslara karşı olan tavırları bizim için eğlence oldu. Yolcularla arasındaki mesafeyi pek ayarlayamıyordu. Bir de girdiğimiz türbülansta kafayı tavana vurdu, neyse ki ucuz atlattı.
Rahat bir yolculuktan sonra sorunsuz bir şekilde İstanbul’a indik. Dışarı çıkınca 3 derece, yağmurlu ve rüzgarlı bir hava bizi karşıladı. Biriktirdiğim güzel anılara yenilerini ekleyip evime dönmüştüm.
Bu güzel gezide emeği geçen bütün arkadaşlarıma buradan bir kere daha teşekkür ediyorum.