15 – 28 Eylül 2009
13 gün süren, çok ayaklı, Orta Avrupa ağırlıklı seyahatimden güzel anılarla geri döndüm. Her şey geçen sene bu zamanlarda Alp’in Polonya’da düzenlenecek olan Eurobasket 2009’a “Gider miyiz?” demesiyle başladı. Ekip uzadı, kısaldı sonunda Alp ve ben, iki seyyah, 12 Dev Adamın peşinde Polonya yollarına düştük. Önce Varşova’ya gidecek sonra tren veya otomobil ile Katowice’ye geçecektik. Boş günlerimizde civar şehirleri gezecektik. Bu arada finallere bilet almakta gecikmiştik. Elimizde çeyrek final biletleri vardı fakat yarı finallerin ve final maçının biletleri internette tükenmişti. Neyse ki Alp’in sevgili eşi Çağla devreye girip bize eksik biletleri ayarladı. Ona buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.
Kadim dostum Volkan ile eşi Nermin’in Prag’a gitmek istediğini biliyordum. Haritaya bakıp Katowice ve Prag’ın yakın olduğunu görünce hemen bir plan yaptım. Maçlar bitince ben Katowice’den, Volkanlar da Bremen’den yola çıkacak, Prag’ta buluşacaktık. Sonrasında da Frankfurt’ta düzenlenen IAA 2009 Otomobil Fuarını ziyaret edecektik. Tabi benim bu planlarımı duyanlar fikir beyan edip yol haritamın genişlemesine sebep oldular. Bu yazımda seyahatin özet hikayesini anlatacağım. Zaten 3000 küsur fotoğrafı organize etmem süre alacak. Daha sonraki yazılarımda gezdiğim şehirleri, basketbol turnuvasını, otomobil fuarını daha detaylı bir şekilde anlatacağım. Bu yazı biraz da seyahat boyunca tuttuğum notlardan oluşacağı için bir nevi günce sayılır. Çok fazla kitapsal bilgi verip yazıyı şişirmeyeceğim. Buyurun, fotoğraflarla gezelim Avrupa’yı.
15 Eylül, Salı: İstanbul – Varşova
Seyahatimiz, Tuğrul’un beni Alp’e bırakırken dalıp Ümraniye sapağını kaçırmasıyla başladı. Bir cebe girip Alp’in taksi ile beni almasını bekledim. Havalimanına rahat bir şekilde ulaştıktan sonra Check in işlemlerinde boyumuzu posumuzu gösterip “Exit” rica ettik. Görevli de kırmadı bizi. Fakat işin komiği uçakta exit ile diğer koltuk mesafeleri aynıydı. Sıkış tıkış bir uçuştan sonra akşam üzeri Varşova’ya indik.
Polonya’nın taksicileri turist kazıklamakta ustaymış. Biz taksi durağındaki İngilizce bilen görevliye ne kadar tutar dedik, en fazla 15 Euro cevabını aldık. Taksimetreyi açtırdık. Ben de Hatice’yi açıp navigasyonu çalıştırdım. İstanbul’da ödevimi iyi çalışmış bütün gideceğimiz yerleri navigasyona girmiştim. Taksici bizi dolaştırmadan otele götürdü. Belki de elimdeki navigasyonu görünce cesaret edemedi. 32 PLN (8 Euro) tutan ücret için biz 10 Euro verdik. Adam başladı yok biz 15 Euro’ya anlaşmıştık. Zaten İngilizcesi yok eliyle işaret ediyor. Aslında bavullar olmasa bırakır parayı inerdim arabadan ama istediği 5 Euro’yu da verdik hıyar taksiciye.
Otelimiz Old Town’da butik otel: Castle Inn. Meydan taşıt trafiğine kapalı o yüzden bavulları çekerek otele gittik. Bu arada oteldeki yatakların hepsi çift kişilik yatakmış. İki ayrı yatak isteseniz de yokmuş. Hotels.com’a sevgilerimi yolluyorum buradan. Bu gece böyle idare edecekmişiz, yarın ek yatak koyacaklarmış.
Akşam yemeği için civardaki bir lokantaya gittik. Hemen Polonya’nın yerel tatlarını test ettik. Önce “Zurek” denen sosisli, sebzeli, baharatlı geleneksel Polonya çorbasından içtik sonra… Sonrasını Varşova yazısında fotoğraflı anlatırım. Yediklerimizi yakmak için iki saate yakın şehri dolaştık.
16 Eylül, Çarşamba: Varşova (Türkiye – Slovenya maçı)
Sabah erken kalkıp kahvaltıyı otelde yaptık. Hava çok güzel. Şort, tişört dolaşacağız. Önce Varşova’nın kuzeyini gezdik. Daha sonra merkeze inip gökdelenlerin yanına gittik. Kültür ve Bilim Sarayı’nın (Ruslar yapmış) tepesine çıkıp şehrin panoramik manzarasını fotoğrafladık. Golden Terraces isimli alışveriş merkezinde öğle yemeğimizi yedik. Bu arada civarda akşam oynanacak olan Türkiye – Slovenya maçını veren bir spor bar arıyorduk.
Öğleden sonra şehrin güneyine inip şehrin parklarını dolaştık. Lezienski Parkı oldukça güzeldi. Ünlü romantik müzisyenleri Chopin’in (Şopen) burada bir de heykeli var. Çok güzel fotoğraflar çektim. Aslında vakit olsa Chopin heykeline karşı güneşlenip, kitap okumak isterdim. Hatta yanında bol tarçınlı elmalı tart ve Alman kış çayı…
Akşam güneş batarken Royal Route denen, şehrin önemli tarihi yapılarını üzerinde barındıran yoldan merkeze, otelimize geri döndük. Hazırlanıp taksi ile öğlen yer ayırttığımız Marriot Otelinin altındaki Champions isimli (İstanbul’da Polat Oteli’nin de altında bir tane var) spor bara gittik. Aynı saatte şampiyonlar ligi maçı da olduğunda masalı kısımlarda yer bulamamıştık. Orada bizi hoş bir sürpriz bekliyordu. Kapıda rezervasyon görevlisine bara geçip Türkiye – Slovenya maçını seyretmek istediğimizi söyledik. Sigara içip içmediğimizi sordu. İçmiyoruz deyince bir masanın boş olduğunu söyleyip bizi oraya götürdü. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Hem masaya oturmuş olduk hem de karşımızda basket maçı… Arka masada burada yaşayan bir Türk vardı: Gürkan. Çok sıcak kanlı bir arkadaştı. Yanında Yunan ve İspanyol konukları vardı. Onlar da bu maçı seyredeceklermiş. Grubumuza ön masadan iki Yunanlı daha katıldı ki bu arkadaşlarla Katowice’de de beraber maç seyredecektik, üstelik salonda kanlı canlı. Ne yazık ki maçı 2 sayı ile kaybettik. Bu yenilgi Milli Takıma ileride pahalıya patlayacaktı. Bizim masanın hesabını Gürkan jest yapıp kapatmış. Sağ olsun çok kibardı. Otele dönünce ek yatağı görüp sevindim :).
17 Eylül, Perşembe: Varşova – Katowice (Çeyrek Final Maçları)
Sabah yine erkenden kalktık. Zaten gezi moduna girince saat çalmadan kaçta kalkmam gerekiyorsa kalkıyorum. Hem de çakı gibi. Bugün hava biraz kapalı ve serindi. Köprüden Vistül Nehri’nin karşı yakasına geçtik. İki kilise bir pazar yeri (elbise, kürk) gezip yağmura yakalanmadan hediyelik eşya alışverişimizi tamamladık. Otelden tren istasyonu 20 PLN tuttu.
Tren umduğumdan daha şıktı. Altı kişilik kompartımanda bizden başka bir Polonyalı vardı. Amerika’da öğretim üyesiymiş. Ben ayakkabıları çıkarıp 3 koltuğa birden yayıldım. HaTiCe’yi çıkarıp navigasyonu açtık. Ortalama seyir hızımız 150 km/sa. Memleket oldukça yeşil, tren ormanların arasında yol alıyor. Hava da güneye indikçe açıyordu.
Varşova’dan sonra Katowice oldukça yavan geldi. Neden FIBA, Avrupa Şampiyonası Finallerini Varşova ya da Krakow dururken buraya vermiş anlayamadım. Belki şehrin gelişmesi için diyeceksiniz ama sonuçta o kadar küçük bir şehir ki doğru dürüst otel bile yok. Zaten uçak, maç biletlerini ve Varşova otelini hemen ayarlamış fakat Katowice’de yer bulmakta zorlanmıştık. Daha sonra Alp’in ayarladığı bu otelde Ukraynalı dans grubu Red Foxes ile kaldığımızı öğrenecektik. Hem de aynı koridorda :). Bu arada bize yine tek yatak ayarlamışlar ama isteğimiz üzerine rezervasyonumuzu iki yataklı bir odaya çevirdiler.
Yarın kullanacağımız arabayı resepsiyondan ayarlayıp dört civarı otelden ayrıldık. İyi ki buradan halletmişiz. Ben İstanbul’dan fiyatlara baktığımda 50-60 Euro/gün fiyat alıyordum. Burada işi 31 Euro’ya bitirdik. Hem de araç otele gelecekti. Yürüyerek şehir merkezine yarım saatte gittik. Önce karnımız doyurduk sonra Spodek Arena’nın yolunu tuttuk. Dün beraber maç seyrettiğimiz Yunanlı arkadaşları salonda görünce maçları beraber seyrettik. Zaten salonun yarısından çoğu boştu. Polonya elenince bir sürü bilet açığa çıkmıştı. Hatta Yunanlılar beleş yarı final ve final bileti bulmuşlar. Polonya halkının basketbolla pek alakası yok anlaşılan.
İlk çeyrek final maçında Sırbistan, Rusya’yı farklı mağlup etti. İkinci maç ise Fransa-İspanya maçıydı. Benim favorim (zaten turnuva boyunca favorim) İspanya idi. Gerçi Fransa’da da Tony Parker ve diğer NBA oyuncuları vardı ama Gasol faktörü çok önemli. Adam LA Lakers’a gelince takımın çehresi değişti ki o takımda Kobe var. Bu şampiyonaya iki gömlek fazla kalıyor (bence). Zaten maç da 20 oldu. Gasol son çeyreği, maçı kenardan izleyerek geçirdi.
18 Eylül, Cuma: Krakow, Çeyrek Finaller (Türkiye – Yunanistan, Slovenya – Hırvatistan)
Sabah bir önceki güne göre daha da erken kalktık. Nasıl işse bu seyahatte her geçen gün daha erken kalkmak zorunda kalıyoruz. Kahvaltıyı otelde halledip kiralık otomobilimizi teslim aldık: Opel Corsa. Müdür beni şoför yaptı. Ne de olsa şahin bakışlı, uzun yol, kış, yurt dışı şoförüyüm. İsocan anladı ne demek istediğimi. Ama daha ilk denemede araba stop etti. Sonra bir daha, bir daha. Alp bir şey demedi ama ben kendimi mahcup hissettim. O şahin bakışlar, karnı aç, ağlamaklı kedi yavrusu bakışlarına döndü. Unuttuk mu acaba düz vites araba kullanmayı :). Hemen otelin karşısındaki benzinciye girdik. Benzin aldıktan sonra boşta çalıştırdım yine stop etti. Üç dört kere daha tekrarlayınca suçun bende değil arabada olduğu ortaya çıktı.
Saat on civarı Krakow’a vardık. Polonya’nın üçüncü büyük kenti olan Krakow aynı zamanda en turistik şehri. Hızlandırılmış bir şehir turu yapıp kaleyi, sarayı ve eski şehir meydanını gezdik. Akşam maçlar altıda başladığından rotamızı Auschwitz Toplama Kampı’na çevirdik.
Toplama kampı, Krakow ile Katowice arasında. Bu ziyaret ikimizin de içini kararttı. İnsanın insana yapacağı bir zulüm değil bu. İlerde zaten anlatacağım ama şunu söylesem yeter sanırım. Kampa çeşitli bölgelerden 1.5 milyon esir gelmiş ve bunların 1.3 milyonu burada can vermiş. Çoğu da açlıktan ölmüş. Günlük 1500 kalorilik yemekle 4-5 bin kalorilik iş yaptırılıyormuş. 55 kg giren bir kadıncağız öldüğünde 28 kg geliyormuş. Ölülerin saçları bile tıraş edilip kilosu 50 Fenig’ten satılırmış. Bunlarla kumaş dokunurmuş. Gaz odalarını zaten duymuşsunuzdur. Ama insan yerinde görünce çok daha fazla etkilenip, üzülüyor.
Saat 17:30’da Spodek Arena’ya ulaştık. Arabayı park edip formaları üzerimize çektik. Bayrağımızı kaptığımız gibi soluğu tribünde aldık. Ne yazık ki maçı pisi pisine kaybettik. Bu seviyedeki bir maçta bu kadar şahsi hata yapılmaz. Hidayet de Ersan da kendilerine yakışmayan hatalar yaptılar. Zaten Hidayeti Orlando’daki düzende oynatmak niye. Orada Howard var, topu havaya atsan alıp içine vuruyor. Bütün ilgi Howard’ın üstünde. Burada ise ilgi odağı Hidayet. Adama top getirtiyoruz. Neyse bu tespitleri maç yazısına saklayayım.
Bizden sonraki maçta Slovenya Hırvatistan’ı yendi ve yarı finale yükseldi. Bu arada devre arası Alp yarı final ve final biletlerimizi Fiba’nın sponsorlarla ilgili kontağı Anna’dan aldı. Bizim maça moralim çok bozuldu. Alp teselli etmeye çalıştıysa da böyle bir mağlubiyeti hazmedemiyordum. Kös kös otele gittim.
19 Eylül Cumartesi: Yarı Finaller (İspanya – Yunanistan, Slovenya – Sırbistan)
Yeni bir Katowice sabahı. Ben kalktığımda Alp sabah koşusundan gelmiş duş alıyordu. Aslında ben de koşmak istiyordum ama hem getirdiğim ayakkabılar ayağıma vurmuştu hem de dünkü milli maçtan ötürü keyfim yoktu. Kahvaltıyı Red Foxes dansçıları ile beraber yaptık.
Gezi modunda yürüyerek Spodek Arena’ya ulaştık. VIP biletlerimizi gösterip FIBA VIP salonuna giriş için bileklik taktık. Salondaki yerimizi aldığımızda Türkiye – Fransa maçı başlamıştı. Maça iyi başlayıp farkı 10 sayının üstüne çıkardıysak da Tanyeviç’in saçma sapan alan savunması ısrarı yüzünden maçı farklı kaybettik.
Hırvatistan – Rusya maçından önce FIBA VIP salonuna uğrayıp karnımızı doyurduk. Bu salon otel açık büfesi gibiydi. Peynir tabağı ve meyveler favori atıştırmalıklarım. Şu peynirleri sabah kahvaltısında neden vermezler? Zaten bugün ve yarın taksi dışında hiç para harcamayacaktık: Ekmek de FIBA’dan, su da.
Gündüz maçları bitince arenanın dışına çıkıp Katowice’de biraz turladık. Kısa bir kasaba turundan sonra sıkılıp arenaya geri döndük. Şehirin sokakları bomboş. İşin eğlence kısmı hep arena ve çevresinde gerçekleşiyor.
Yarı final ilk maçında, İspanya Yunanistan’ı ezdi geçti. Özellikle ikinci çeyreğin başından itibaren Yunanistan’a top göstermedi. Fark 30 olunca Gasol kenara gidiyor 20’ye düşünce oyuna giriyor ve fark yine 30 oluyordu. Maçın devre arasında Allen Iverson salona geldi. Bildiğiniz gibi AI bu sene Memphis Grizzlies’ta oynayacak. O takımın pivotu Marc Gasol. AI da yeni takım arkadaşını ziyarete gelmiş. Tabi salon yıkıldı. Herkes fotoğraf için bizim tribüne hücum etti.
Yarı final ikinci maçı turnuvanın şu ana kadar en güzel maçı oldu (bizim Yunan maçı ile beraber). Slovenya hep önde götürdüğü maçta Sırbistan’a son çeyrekte yakalandı. Uzatmaya giden maçı da Sırbistan kazanıp finalde İspanya’nın rakibi oldu. Bu maç öncesi Facebook’a “Bu maçta turnuva ikincisi belli olacak” diye not düşmüştüm.
20 Eylül, Pazar: Final Günü (İspanya – Sırbistan)
Alp yine sabah koşusuna gitmişti. Bugün büyük gün: Akşama final var. Aynı zamanda Bayram. Alp ile bayramlaşıp kahvaltıya indik. Bayram telefonlarından sonra (Hatice ve Skype sağ olsun) soluğu Spodek Arena’da aldık. Tabi yürüyerek. Zaten havalar şansımıza çok güzel gidiyor. Hep kısa kollu dolaşıyoruz.
Sabah, sıralama maçlarının ilkinde Fransa Hırvatistan’ı yendi. Biz maçtan çok maça gelen ünlülerle ilgileniyorduk. Bizim hemen alt tribünde Boston Celtics’in efsanevi pivotu Bill Russel ile Oscar “The Big O” Robertson yan yana oturuyorlardı. Tony Parker’ın eşi “Desperate House Wife”, Eva Longaria ise kocasının fotoğraflarını çekiyordu. Ben de onu fotoğrafını çektim. Tabi yoldaş Alp’i de unutmadım. Bayrağımızın arkasında onu da fotoğrafladım :).
Fransa maçı kazanıp 5. oldu. Biz Rusya maçını kaybedip 8. olduk. Maça Hidayetle başlayınca şaşırdım. Böyle iddiasız bir maça bu kadar tok bir oyuncuyla başlamak… Alan savunmasına devam. Rusya 16/24 üçlük yolladı potamıza. Üçlük savunmamız rezalet. Zaten istatistikler de bunu gösteriyor. Rakiplerimiz bize karşı %37’lik bir üç sayı yüzdesi tutturmuş. Bu da bizi tüm takımlar içinde 9. sıraya koyuyor.
3.lük ve final maçı öncesindeki arada dışarı çıkmadık. Spodek Arena ve FIBA VIP salonunda takıldık hep. Burası Katowice’deki evimiz olmuştu. Gün içinde en çok zamanı burada geçiriyorduk. Bugün salonun kablosuz internet şifresini de elde etmiştik. Böylece Turkcell roaming korkusu olmadan özgürce yazdık netten.
Maçların başlamasına az zaman kala salonu turlayıp Yunan, İspanyol seyircilerin arasına karıştık. Arenanın çevresi karnaval alanı gibiydi. Görünen o ki çeyrek ve yarı finallerde bile tam dolmayan salon bu akşam dolacaktı.
Yunanistan – Slovenya maçının başlamasına 20 dakika kala salondaki yerimi aldım. Meğer biz şimdiye kadar yanlış yerde oturuyormuşuz. Aslında yerimiz saha içiymiş. Çevremiz basketbol şöhretleri ile çevrilmişti.
Komşu savaşarak Slovenya’yı devridi ve haklı bir 3.’lük elde etti. Onlar da Ruslar’a grupta yenilmeseler İspanya’nın gazabına finalde uğrayabilirlerdi. Maçın devre arası eski basketbolcular onore edildiler.
Final maçını ise İspanya herkesin beklediği gibi farklı kazandı. Ama bu genç Sırbistan da iyi takım. 2-3 sene sonra daha büyük başarılara imza atabilirler. Özellikle Teo’yu ben çok beğendim. MVP tabi ki Paul Gasol oldu.
Güzel bir turnuva tatlısıyla acısıyla geride kalmıştı. Burada bulunmaktan büyük keyif aldım. Darısı İstanbul 2010 Dünya Şampiyonası’nın başına diyelim.
Böylece benim için bu seyahatin Polonya ayağı tamamlanmış oldu. Yarın ver elini Çek Cumhuriyeti.
21 Eylül, Pazartesi: Katowice – Prag
Sabah taksi ile tren istasyonuna geçtik. Taksi 12 PLN yazdı. Alp ertesi gün bindiğinde ise 8 PLN yazacaktı. Gelirken 20 PLN yazmıştı :). Tren istasyonunda hiç bilgi yok. İşin kötüsü İngilizce bilen de yok. Bir şekilde peronumu buldum. Tren 5 dakika gecikmeli geldi. Alp ile vedalaşıp kompartımanıma kuruldum.
Ben hemen navigasyonu açtım. Prerov’da tren değiştireceğim ama iki tren arası sadece 2 dakika. Yolda makinistin 5 dakikalık rötarı kapatacağını umuyordum. Polonyalı kondüktörlere Prerov’u sordum bilemediler. Tabi ben biraz endişelendim ama küçük HaTiCe’den nete girip trenin orada duracağını öğrenince rahatladım. Bilgi her şey gerisi yalan. Tabi hala oraya vaktinde varabilecek miydim bilemiyordum.
Çek sınırında 10 dakika kadar çekicinin değişmesini bekledik. Artık görevliler Çek ve İngilizce biliyorlar. Ama ben aktarma trenime yetişemedim. Prorev denen kasabada bavulumla kala kaldım. İstasyondaki infoya Prag’a nasıl gidebileceğimi sordum. Onların da İngilizcesi kıttı ama yaza yaza derdimi anlattım. Olomuuc’a gidip başka bir trene binecekmişim. Böylece bir fazla aktarma ve bir saat gecikmeyle Prag’a ulaşacaktım. Volkan’a kısa mesaj atıp durumumu bildirdim.
Olomouc’tan Prag trenime bindim. Bizim Adapazarı Ekspresinden biraz halliceydi. Klima neyin de çalışmıyordu. 3 saat boyunca sauna misali daracık koltukta seyahat ettim. Hlavni Nadrazi’de (Prag tren istasyonu) inince navigasyonu açtım. Kalacağım Chopin Otel’i İstasyona yakın seçmiştim. Navigasyon bulunduğum yeri gösteriyordu. Nasıl yani deyip kafayı kaldırınca oteli gördüm. Yolun karşısına geçip otele giriş yaptım. Otel çok güzel çıktı. Oda gayet rahat ve ferahtı. Benden iki saat önce Prag’a gelen Birben ailesi ile hasret giderdikten sonra hep beraber kendimizi bu güzel şehrin sokaklarına attık.
Hava Prag’ta 25 derece. Keşke daha fazla şort getirseydim yanımda. Önce meşhur meydana gittik. Oradan da Charles Bridge’e. Tuğrul’un önerdiği Celnice Lokantasına girip güzel bir akşam yemeği yedik. Bana önerilen “Ekmekte Gulaş” çorbasını sipariş ettim. Çorba aslında Macar yemeği ama ben burada denedim. Yemekten sonra kahve içip biraz daha meydanda vakit geçirdikten sonra otele döndük. Tabi ki yürüye yürüye. En rahat Kağan. O arabasında uyuya uyuya gitti.
22 Eylül, Salı: Prag
Sabah kalktığımda, uyku sersemliğiyle, bir an nerede olduğumu anlayamadım. Boş boş odaya baktıktan sonra Prag’ta olduğumu hatırladım. Duşumu alıp kahvaltıda Volkanlarla buluştum. Kahvaltı Polonya’ya göre daha zengindi. Tabi ben de bu zenginliği sonuna kadar sömürdüm. Alp anlamıştır ne demek istediğimi. Evet yavaş yavaş forma giriyordum.
Otelden çıkıp Hilavni Nadrazi’nin önünden Muzeum’a geldik. Zaman kısıtlı olduğundan bu müzeyi bir başka Prag Seyahatine saklıyorum. Zaten hava yine çok güzel, insan hep dışarıda olmak istiyor. Wroklaw Meydanı’ndan aşağıya inip saat kulesinin olduğu meydana ulaştık. Kağan kulenin tepesindeki insanları görünce yukarı çıkalım diye tutturdu. Benim de canıma minnet, yukarıdan bu şirin kentin (Hitler bile bombalamaya kıyamadı derler) panoramik fotoğraflarını çektim.
Aşağıya indiğimizde saat kulesinin önü kalabalıklaşmaya başlamıştı. İnsanlar saat başlarında, saatin içinden çıkacak figürleri seyretmek için toplanıyordu. Bu arada gelin arabaları da saatin önüne geliyordu zira yarım saatte bir burada nikah kıyılıyormuş. Nikahtan çıkan çiçeği burnunda evli çiftleri, turistler çılgınca alkışlıyor. Adet üzerine çiftler faytona binip şehir turu atıyorlar. Benim çok hoşuma gitti. Hem sade hem de son derece romantik…
Öğlene doğru nehri geçip kaleye gittik. Kale ve civarını dolaştıktan acıkan karınlarımızı, üzerine Nutella sürülen yağda pişmiş hamur ile doyurduk. Daha sonra kısa bir tekne turu yaptık. Tekne turundan gelince ise kalenin alt tarafındaki bahçelere daldık. Biraz yolumuzu kaybettik, biraz korunun sessizliğinde kendimizi bulduk.
Artık hava kararıyordu. Charles Bridge’in başındaki surda, nöbetçi akşam borusunu çaldı. Karnımızı meydandaki lokantalardan birinde doyurmaya karar verdik. Ben en kalabalık olanını seçtim: “Staramestska Restaurace”. Benim menüm belli: Gulaş, üzerine de kanlı canlı güzel bir et. Et gayet başarılıydı ama büyüklük olarak beni pek kesmedi.
Yemekten sonra meydanda biraz daha takılıp fotoğraf çeke çeke otelin yolunu tuttum.
23 Eylül, Çarşamba: Karlovy Vary, Dresden
Karlovy Vary, Çek Cumhuriyeti’nin kaplıca cenneti. Prag’tan, otomobille 1,5 saat süren rahat bir yolculuk sonrası bu şirin şehre ulaştık. Hava yine günlük güneşlik. Nehir boyunca içeri doğru yürüdük. Şehir vadinin tabanına, nehrin iki kıyısına, kurulmuş. Etrafı ormanlarla çevrili. Kışın kar yağdığında manzaranın nasıl olacağını düşündüm. Ama ben yaz insanıyım ve kendime göre en güzel mevsimde geziyordum.
Almanya’ya yakın olduğundan (sınır yaklaşık 60km) etrafta Çek’ten çok Alman var. Zaten esnafın hepsi Almanca konuşuyor burada. Şifalı suyun aktığı yılanlı çeşmeden ibriklerimizi doldurup su içtik. Su yaklaşık 30 dereceymiş, tadı ise sodalı. Kağan çok sevdi, gazoz niyetine kana kana içti. Öğle yemeğini de burada halledip (ne yazık ki bu seyahatte yediğim en kötü yemekti) yöresel et yemeklerinin peşinden koşmayı bu yemekle beraber bıraktım :). Dresden’e doğru yola koyulduk.
Kalovy Vary – Dresden arası 170km ve otomobille yaklaşık 2 saat sürüyor. Yol otoban olduğundan oldukça rahat. Saat altıya doğru Dresden’e ulaştık. Neden bilinmez kendimi evime gelmiş gibi hissettim. Yollar, trafik hemen düzene girmişti. Kağan da çok mutluydu, otomobilden inince çevresine Almanca laf atmaya başladı. Elbe Nehri’nin üzerine kurulmuş olan bu tarihi şehri gezmeye başladık.
Dresden için Kuzeyin Floransa’sı diyorlar. Biz kısıtlı vaktimizde sadece Old Town bölgesini gezebildik. Vakit olsaydı Avrupa’nın en güzel su saraylarından biri olan Moritzburg’u da gezecektik. Artık başka bahara kaldı. İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Almanya’da kalan bu şehrin barok yapıları nefes kesici, özellikle de geceleyin. Zaten aşağıda fotoğrafları görüp siz de bana hak vereceksiniz.
Elbe Nehri’nin iki kıyısında da spor alanları var. Zaten kente girer girmez her yanımızı bisikletler sardı. Çok seviyor Almanlar bisikleti. Bütün şehir bisiklet yolları ile örülü ve trafikte geçiş üstünlükleri var. Otomobilleyseniz her dönüşte bisiklet geliyor mu diye kontrol etmeniz gerekiyor. Belki bu düzeni sevdiğimden Almanya’yı da seviyorum.
İki kıyıya da gezip şehri hem gündüz hem de gece haliyle fotoğrafladım. Ne güzel cıvıl cıvıl derken saat sekiz oldu ve sokaklar boşaldı. Klasik Almanya diye düşündüm. Nerede o Prag’ın canlılığı? Akşam yemeğini Arjantin et lokantası zinciri olan Maredo’da yedikten sonra yola koyulduk. Bremen’e 4 saatlik yolumuz vardı.
Alman otobanlarında bildiğiniz gibi hız sınırı yok. Sadece çıkışlarda ve yol çalışmalarında hızınız belli limitlere çekiliyor. Otomobili ben kullanıyordum. HaTiCe de navigasyon konusunda yardımcı oluyordu. Yol çalışmalarının birinde 60km/sa tabelası vardı. Fren yapmadan gazdan ayağımı çekip, otomobilin o hıza düşmesini beklerken bir flaş patladı gözümün içinde. Volkan gülerek “Seyyar radara yakalandın” dedi. Aman ne güzel. Hızıma baktık 70-75km/sa. Hız sınırını çok geçmediğim için fazla ceza gelmezmiş. 50 Euro civarı gelebilir dedi Volkan.
Bremen’e ulaştığımızda saat sabaha karşı iki buçuktu. İkinci evime gelmiştim. Hemen çatı katımdaki odama çıkıp kendimi yatağa attım. Çatı penceremden bu sefer yıldızları seyretmedim, hemen uykuya daldım.
24-25 Eylül, Perşembe-Cuma: Bremen
Sabah taze ekmek kokusuyla uyandım. Özlediğim Türk tipi bol peynirli, zeytinli, sucuklu, yağlı-ballı kahvaltı beni bekliyordu. Yanında da ılık ballı süt. Sütü bulunca çay olayını hemen sattım tabi. Zaten Alp de yok yanımda :).
Bremen’de iki gün boyunca alışveriş yaptım. Öncelik Bukefalos’un: Revit’ten kırmızı-bej yeni bir ceket (off track), pantalon (desert, sonunda boyuma uygun bir pantolonum oldu), artçım için yine Revit’ten kırmızılı ceket, Schubert’ten S1 Pro kask, depo üstü çantamın içine uzun yolculuklarda durup kaskı çıkarmadan su içebileceğim Camelbak su torbası. Ayrıca gezi öncesi İstanbul’dan sipariş ettiğim Buke’nin gaga koruması. Çizme işini ise halledememiştim. Louis ve Polo’yu gezmiş bir tane Daytona çizme beğenmiştim ama aklım BMW’deki Santiago çizmelerde kalmıştı. Bremen BMW’de numara kalmamış ben de şansımı Cumartesi fuara gittiğimde Frankfurt’ta denemeye karar verdim.
Cuma günü ise Bremen’in outlet merkezlerine gittim. Stuhr bölgesinde yer alan merkezde Nike, Adidas, Marco Polo, Tommy, Esprit gibi markaların mağazaları var. Vaktiniz varsa oldukça uygun fiyata güzel şeyler bulabiliyorsunuz. Benim vaktim azdı. Aradığım bisiklet taytını da bulamadım. Arkadaşlarıma hediyelik bir şeyler alıp eve geri döndüm zira Kağan’ın futbol antrenmanına yetişecektik.
Almanya’da spor imkanı o kadar çok ki. Ailelere tek düşen bu parasız ya da çok cüzi bir katılım payı ödediğiniz spor okullarına çocuklarını getirmek. Kağan da Cuma günleri futbola gidiyor. Ayrıca haftada iki gün havuzda yüzüyor. Zaten küçük adamın hayatı bisiklet üzerinde geçiyor.
26 Eylül, Cumartesi: IAA 2009, Frankfurt
Sabahın beş buçuğunda uyandım. Yorucu bir gün bizi bekliyor. Sıkı bir kahvaltıdan sonra Uluslararası Frankfurt Otomobil Fuarı (IAA) için yola koyulduk. Yaklaşık 4.5 saat sonra ilk durağımız olan Frankfurt BMW’deydik ve evet burada 44 numara Santiagolar mevcuttu. Giydim, ayağıma cuk oturdu (2013 Kayı’nın Notu: Küçük almışsın, yürüdüğüm bütün patikalarda 2009 Kayı’ya sövüyorum). Dedim hemen sarın Tax Free belgesini de düzenleyin.
Çizme işini halledip fuara gittik. Şansımıza fuarın kendi otoparkı müsaitti. Otomobili parkedip bir üst kata çıkıp biletlerimizi aldık. Biletler hafta sonu 18 Euro. İçeri girince mahşeri bir kalabalıkla karşılaştık. Değil fotoğraf çekmek otomobilleri bile göremiyorduk.
Fuarı, kapılar kapanana kadar gezdik. Benim için önemli olan Dünya premierleri yapılan otomobillerdi ve hepsini fotoğraflamayı başardım. Neyse ki kapanış saatine doğru ziyaretçi sayısı azaldı da temiz fotoğraflar alabildim. Fuardan sonra eski şehir merkezine (Altstadt) gidip hem biraz dinlendik hem de karnımızı doyurduk.
Dönüş yolunda Volkan biraz rahatsızlanınca direksiyona ben geçtim. Almanya’da oldukça meşhurum ki yine fotoğrafımı çektiler. Volkan yarı uykulu “Olum ben sekiz senedir buradayım tek ceza yemedim sen dört günde iki kere radara girdin”. Ben sistem kurbanıyım, neyse artık hız tabelası ne yazıyorsa yanından geçerken o süratte olmam gerektiğini biliyorum. 80km/sa tabelasını görünce hoop fren, tabelanın yanında 80 km/sa’e düşüyorum :).
27 Eylül, Pazar: Lüneburg
Dün yol yorgunu olmama ve saat ikide yatmama rağmen, yedi buçukta uyandım. Havasından mı nedir, bu kadar uyku bana yetiyor. Hem de yataktan sağım solum ağrımadan zıpkın gibi kalkıyorum. Hem vücut, hem kafa olarak iyi dinlendim.
Bugünkü istikametimiz Hamburg yakınlarındaki şirin Lüneburg. Şehir 11.yy’da Ilmenau Nehri’nin yakına kurulmuş ve günümüze kadar gelmiş. Oldukça iyi korunmuş ki biz 16. ve 17.yy’dan kalma bir sürü ev gördük. Bugün Almanya’da genel seçimler var. O yüzden bu turistik şirin kent fazla kalabalık değil.
Önce tarihi su deposunun tepesine çıkıp şehrin panoramik fotoğraflarını çektik. Sonra da yüzlerce yıllık sokaklarında dolaştık. Şehir meydanında da yemeğimizi yedikten sonra Lüneburg’u arkamızda bıraktık. Benim umduğumdan çok daha güzel bir şehirmiş. Ayrı bir yol hikayesine sahip olmayı hak ediyor.
Akşam Bremen’e döndüğümde bavul işine giriştim. Zar zor bavulu kapattım şimdiden limitim olan 30kg’ı geçmiştim. Bakalım yarın ne yapacağız.
28 Eylül, Pazartesi: Hannover – İstanbul
Evet yolculuğumun son ayağına geldim. Sabah Kağan ile vedalaştım. O okula giderken ben de Volkan ile Hannover yoluna koyulduk. Aslında Hannover Bahçelerini de fotoğraflayacaktım ama üşendim açıkçası.
Havalimanında Tax Free ofisi bana yine yamuk yaptı. Öncelikle çizmelerimi yedek parçadan saydı. Geri zekalı kadın, “BMW’den çizme mi alınırmış” diye diretti. Ayrıca Adidas’tan aldığım fişin üzerinde “customer copy” yazıyordu. Aslını istiyormuş haspam. Adidas bana bunu verdi diyorum anlatamıyorum. Orada “copy” yazıyor mu yazmıyor mu diye soruyor. Hatta Volkan Almanca da anlatamadı derdimizi ve benden daha çok sinirlendi. Uçak vakti geldiğinden boş ver Kayı dedim kendi kendime. Böyle güzel geçen bir seyahatin sonunda 3-5 Euro için kendini üzmeye değmez. Neyse ki 40kg gelen toplam valiz yüküm için ekstra para ödemedim. O da Alman bu da Alman, bir hıyar yüzünden hepsine kızmaya gerek yok.
Rahat bir uçak yolculuğundan sonra akşam üstü İstanbul’a vardım. 13 gündür unuttuğum trafik keşmekeşine balıklama daldım. Trafikteki çoğu araç gibi benim taksici de tetris oynuyor, nerede bir boşluk varsa hemen dolduruyordu.
Çok güzel bir gezi arkamda kalmıştı. Ulen bir de madalya alsak on üzerinden on bir verecektim.
Toplam mesafe: Uçak 4500km, tren 1000km, otomobil 2000km
Gezilen Toplam Şehir Sayısı: 10
En Güzel Şehir: Prag
En Güzel Yol: Prag – Karlovy Vary arası (Buke’nin yolu)
En Güzel Sürpriz: Katowice’de maçları VIP olarak ünlülerle beraber seyretmemiz
Çekilen Fotoğraf Sayısı: 3345