25-28 Temmuz 2009
Ve GSA yeni bir Karadeniz turnesine çıkıyor. Bu geziye, takımın şuursuz elemanı Kaliforniya’da gününü gün ettiğinden, Alp ve ben iki kişi olarak çıkıyoruz. Zaten motorla gideceğimizden İsocan ya arkamızdan su dökecekti ya da dayanamayıp onu da terkime atacaktım. İstikamet Batı Karadeniz’in en doğusu: Kastamonu, Sinop. Ayrıca Türkiye’nin en kuzeyi olan İnceburun da ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Bir gün önce doğum günüm olduğundan yediğim browni ve pastalarla yol için epey enerji depolamıştım. Yalnız geç yattığım için uykusuzluk problem olabilirdi.
Bu yol hikayesi için bir de uyarım olacak. Gurme ağırlıklı bir gezi olduğundan, göreceğiniz yöresel lezzetlerin fotoğrafları midenizde istenmeyen kasılmalara neden olabilir. O yüzden aç karnına bu yazının okunmasını tavsiye etmiyorum.

1. Gün: Kırmızı hat: İstanbul – Gerede – Safranbolu – Araç – Kastamonu
2. Gün: Pembemsi hat: Kastamonu – Küre – İnebolu – Çatalzeytin – İnceburun – Sinop
3. Gün: Sarı hat: Sinop – Erfelek – Taşköprü – Kastamonu – Karabük – Gerede
4. Gün: Mavi hat: Gerede – İstanbul
25 Temmuz Cumartesi
Sabah saat yedide Anadolu Otobanı gişelerinde Alp ile buluşup yola koyulduk. Bugün gezinin ilk ayağı olduğundan ısınma babından parkurumuz kolaydı. Ya da biz öyle düşünüyorduk. Türkiye’de yol planları hiç bir zaman evdeki hesaba uymaz.

Hava güneşli ve ılıktı. Fakat ilerleyen saatlerde iyi sıcak yapacağının sinyallerini de veriyordu. Kulağımda sevdiğim melodiler tatlı tatlı gaz açtım. Ortalama bir tempo ile yaklaşık bir saat sonra ilk mola yerimiz olan Berceste Tesislerine ulaştık. Buraya kadar beni bir buçuk muz getirmişti ama bundan sonra bünye bal kaymak ister.

Berceste kahvaltıları süper oluyor: 40 çeşit peynir, bal-kaymak, tereyağı, bir sürü reçel, sucuklu yumurta, kuruyemiş ve benim rağbet etmediğim unlu mamüller (poğaça, börek, açma …). Karnımızı iyice doyurdurduktan sonra tekrar yola koyulduk. Hedefimiz Ilgaz.


Otobandan çıkmadan önce aygırların susuzluğunu dindirdik. Biz de kendi suyumuzdan içtik. Motor kullanmak bir nevi spor sayıldığından vücudunuzun susuz kalmaması lazım. En güzeli her molada içebildiğiniz kadar su içmek. Su kaybı konsantrasyon bozukluğuna yol açıyor. İşin özü acıkmadan yemek, susamadan içmek.
Otobandan çıktıktan sonra yanıma harita almadığımı fark ettim. Neyse ne de olsa bu gezide testini yapacağım yeni navigasyon cihazım Garmin var. Ben Kastamonu’da kalacağımız konağın adresini girdim. Ama umduğum gibi Ilgaz üzerinden değil, Karabük-Araç üzerinden Kastamonu rotası çizmiş. Ben durumu anladığımda Karabük yolunda ilerliyorduk. Alp, Safranbolu’yu görmediği için geri dönmedim ve Safranbolu’ya doğru gaz açtık.



Kırk dakika içinde Safranbolu’ya ulaşmıştık. Daha önceki gezi yazılarımda çokça bahsettiğim için tekrar anlatmayacağım. Daha önce o gezi yazılarımı okumayanlar buraya ve buraya tıklayarak ilgili yol hikayelerini bulabilirler.
Alp’e hızlı bir şehir turu attırıp Cinci Han’da öğle yemeğimizi yedik. Bu arada hem yaprak sarma hem de cevizli erişte çok güzeldi. Yemeğin üstüne de Arasta Çarşısı’na gidip Boncuk Kahve’de kahvelerimizi içtik.





Safranbolu’dan ikindi vakti ayrıldık. Önümüzde yaklaşık 100 km manzaralı bir yol vardı. Manzara süper süper olmasına da yol yapım çalışmaları nedeniyle biz göremiyoruz. Araç mevkiinde duble yol çalışması yüzünden taş toprak bir yola girdik. Önümüze de bir kamyon düştü. Etrafı öyle bir toz dumana katıyor ki göz gözü görmüyordu. Her yanım toz toprak oldu. Yaptıkları yol da bir şeye benzese. Toprağı sıkıştırıp üzerine kum atıp düzlüyorlar. Sonra zift onun da üzerine mıcır. Ne zaman kurtulacağız bu mıcır kepazeliğinden bilmiyorum. Sonra denetleyemedikleri yük haddini aşmış kamyonlar o yolu bozuyor. İlk kışta bozulan yerlere su giriyor, gece donuyor, yolu patlatıyor. Oluşan çukurlar beceriksizce yamanıyor. Çukurlardan kaçmak isteyen otobobiller de benim üstüme çıkıyor.

Yol çalışması sonunda sağa çekip Alp’i bekliyorum. Bu arada navigasyonun çıkan kablosunu bağlıyorum. Alp’e devam et diye işaret ettim. Sonra da onu yakalamak için çevirdim gaz kolunu. Yolun yenilenmiş kısmı güzeldi. Biraz hızlanıp tozlarımı döktüm. İleride radarı görünce hemen hızıma baktım 90-100 arasıydı. Alp’i yakalayıp önüne geçtim. Az sonra polis bizi durdurdu. Ben 97 km/sa ile radara girmişim. Önce anlamadım “Meskun mahal mi?” diye sordum. Memur efendi yok dedi motorun hız limiti 70 km/sa. Of dedim yine aynı hikaye. Bizim bilmem kaç senesinden kalma yönetmeliğe göre Bukefalos’un hız limiti şehirlerarası yollarda 70km/sa, otobanda 80km/sa. Yani kamyondan kötü. Aslında ben de biliyorum öyle olduğunu da uygulayan polise pek denk gelmiyordum. Çünkü o takdirde trafikte gördüğünüz o son model arazi taşıtlarının da hız limitleri benimle aynı. 110.000 euro verip aldığınız son model X5 ile otobanda en fazla 80km/sa hıza çıkabilirsiniz. O kıçından duman atan, rampalarda 30km/sa hıza düşen (otoban en düşük hız limitinin altı) 80-90 model kamyonların hız limiti ise 90km/sa. Polisler de bunu biliyor aslında ve bu araçlara otomobil gibi muamele ediyor. Ama kraldan daha kralcı küçük kasaba memuru bana en yüksek cezayı kesti: 256 TL. Derdini karşındakinin anlayabildiği ölçüde anlatabilirsin. Ben de karşımda dengimi bulamayınca derdimi anlatmaktan vazgeçtim. Ama laf geçirmeyi de ihmal etmedim. Günlük keseceği toplam ceza kotasını benimle mi doldurduğunu sordum. Soteye yatıp haybeye ceza kesmekle de suçladım ama bir şey diyemediler. 40 km toprakta giden adam yeni yapılmış duble yolu bulunca nasıl olsa hızlı gider hesabı ceza kesmek için yatmışlar soteye. Bu sayede kazaları önlüyor benim küçük kasaba memurum.

Saat altı buçuk civarı Kastamonu’ya ulaştık. Garmin sağ olsun Toprakçılar Konağı’nın önüne kadar götürdü. Gerçi ben ona inanmayıp esnafa da oteli sordum. Motorları konağın önüne park edip serin avluya geçtik. Koca konakta bizden başka kimse yokmuş. Biz tek oda ayırtmıştık ama bize iki ayrı odayı ilk anlaştığımız fiyattan verdiler.
Ben bu konağı motosikletli gezi yazılarını beğenerek okuduğum Altuğ Saygılı’nın bir gezi yazısından öğrendim. Altuğ gittiyse güzeldir diye düşündüm. Henüz tanışmadık ama belki bir gün motorlu bir gezide yollarımız kesişir. Konaklar hakkında ayrıntılı bilgi için www.toprakcilar.com adresine bakabilirsiniz.



Konak 11 odadan oluşuyor. Ben 3 numarada kaldım. Alp ise 4 numaralı odada kaldı. Benim odam eski konağın “başoda”sıymış. Tavanı, fotoğraftan da görebileceğiniz gibi oldukça süslü. Alp’in odasında ise Türk hamamı köşesi vardı. Merkezdeki büyük hamamlar “Corner” vermişler konağa. Ben halimden oldukça memnun kendimi duşa attım. Evet İso doğru duydun duş.



Kapıdan çıkarken Alp’ten kısa mesaj geldi: “Uyuma :)”.
Ben de cevap verdim daha doğrusu zarf attım: “Bahçeye indim gel”.
Merdivenleri inerken bir mesaj daha:
“E
Bahçedeyim”
Tam o anda göz göze geldik. Yakalandım :). Son mesajı neden mi iki satırda yazdım? Çeşme tatilinde cep telefonunu (BB) suya düşüren Alp’in boşluk tuşu çalışmıyor. O yüzden mesaj ve e-postalarında kelime aralarına ya virgül koyuyor ya da entere basıp böyle manzum eser şeklinde yolluyor. Bu şekilde yazılmış ilk mesajı aldığımda “Aa Alp bana şiir yazmış” diye düşünüp sevinmiştim :).

Bukefalos’a atladığımız gibi Kastamonu Kale’sine çıktık. Kalenin girişindeki bilgi yazısı şöyle diyor:
Kastamonu’nun güneybatısındaki sırtta, 112m yüksekliğindeki kayalık bir tepede bulunan Kastamonu Kalesi, Bizans İmparatoru Komnenos döneminde 12.yy sonlarında yapılmıştır. Kalenin şehri kuşatan ve vadiye kadar inen dış surları günümüze gelememiştir. İç kale Bizans döneminde yapılmış olmasına rağmen günümüze gelen bölümler Candaroğulları zamanında yapılmıştır. Osmanlı zamanında onarılan kale 1943 depreminde büyük zarar görmüştür.
Güneyden kuzeye 155m uzunluğunda, doğudan batıya 30-50m genişliğindeki kalenin yapımı taş ve harç olup aralarında ahşap hatıllar da kullanılmıştır. 15 büyük kule ve burçla güvenliği sağlanmıştır.
Kastamonu Kalesi 1990 yılında 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir.
Biz yukarı çıktığımızda güneş iniyordu. Işığı kaybetmeden panoramik fotoğraflarımı çektim. O burç senin bu kule benim gezdikten sonra, aşağı Buke’nin yanına indik.







Kale’den şehre dönerken, Atabeygazi Camii’nin önünde durduk. Şansımıza akşam ezanı okunuyordu. Cemaat namaza dururken ben de bu atmosferi fotoğrafladım. İnternette pek kaynak bulamadım. www.kastamonum.com sitesinde sayın Turhan Yılmaz’ın cami ile ilgili açıklamaları şöyle:

(KIRK DİREKLİ) Kastamonu’da hüküm süren dört Ata Bey’den hangisinin yaptırdığı kesin bilinmemektedir. Muzaffer YAVLAK ARSLAN zamanında yaptırılmış olması kuvvetli ihtimaldir. Cami kitabesinden M. 1273 yılında inşa edildiği anlaşılmaktadır, kesme ve moloz taştan yapılmış olup; ahşap direkli, ahşap tavanlıdır. Giriş kapısından mihraba doğru sıralanan ahşap direklerden dolayı (Kırk Direkli Camii) de denilmektedir.

Bir sonraki hedefimiz Saat Kulesi. Önce tepeye saat kulesi mi kurulur dedim ama düşününce de hak verdim adamlara. Sonuçta saatin şehrin her yerinden görülmesi lazım. Kale bir uçta, saat kulesi karşı uçta. Saat kulesinden, ışıklandırılmış kaleyi fotoğrafladım ama makineyi sabitleme problemi çektiğim için çok net olmadı. Hala alamadık bir monopod. Muhtemelen siz de bu üç ayak, tek ayak serzenişlerimi okumaktan sıkıldınız :). Gelelim kulenin hikayesine. Saat Kulesi’ni Kastamonu Valilerinden Abdurrahman Nureddin Paşa 1884-1885 yıllarında yaptırmış ve saatini de Avrupa’dan getirtmiş. Saat kulesinin çevresi yeşillendirilmiş. Hemen önündeki çay bahçesi olmasa daha iyi olurmuş. Sonuçta kulenin manzarasını bozuyor. Alt taraftaki çay bahçelerine bir şey demeyeceğim. Bütün Kastamonu buradaydı herhalde. Akşam, püfür püfür esen rüzgar eşliğinde, Kastamonu’nun ışıklarına bakarak çaylarını yudumluyorlardı. Bizim karnımız aç olduğundan Buke’yi Cumhuriyet Meydanı’na park edip meydanın karşısındaki Münire Medresesi’ne gittik. Tabi giderken şehrin ortasından geçen kanalı ve iki yakasını birleştiren tarihi Nasrullah Köprüsü’nü fotoğraflamadan edemedik.




Medrese, günümüzde el sanatları çarşısı olarak hizmet veriyor. Biz medresenin içini şöyle bir dolaşıp yemeğimizi yiyeceğimiz Münire Sultan Sofrası isimli yöresel yemek çeşitlerinin bulunduğu şirin lokantaya girdik. Garsonla biraz hoş beş ettikten sonra yiyeceğimiz yemeklere karar verdik. Öncelikle yörenin meşhur “Ecevit Çorbası”‘ndan sipariş ettik. Aslında ben çorba istememiştim ama Alp’in çorbasının tadına bakınca hemen bir tane de kendime söyledim. Çorbanın üstüne ekşili pilav (bulgur ile yapılan ve içine bir sürü ot konan bir yemek) aldık. Aslında bu da koyu bir çorba kıvamındaydı.
Biz ekşili pilavı hüpletirken mekanın sahibi Yavuz Bey de yanımıza gelip bizimle yakından ilgilendi. Bu lokantayı nasıl açtığını ve yöresel yemekleri bize anlattı. Hatta sağ olsun yarın geçeceğimiz İnebolu-Sinop sahil yolunun açık olup olmadığını bizim için öğrendi. İki gün önce kapalıymış çünkü, ama şu an sorun yokmuş.

Gelelim ana yemeklerimize. Önce Banduma geldi. Sonra Tirit. Hani türküsü var ya: “tiridine, tiridine, tiridine bandım bedavamı sandın para verip aldım :). İşte o türküdeki tirit. Yemekler hamur işi ağırlıklı. Banduma yufka ve hindi eti ile yapılıyor. Üzerine ceviz dökülüyor. Yavuz Beyin dediğine göre aslında kaz etiyle yapılırmış ama günümüzde kaz eti bulmak zor olduğundan hindi etiyle yapılıyormuş.

Simit tiridi ise susamsız simitle yapılıyormuş. Et suyu ile ıslatılan simitlerin üzerine sarımsaklı yoğurt dökülüyor. En üste de kavrulmuş kıymalı sos ve tereyağı. Fotodan da gördüğünüz gibi nefis bir yemek. Bir nevi mantı ama daha hafif. Alp de ben de bayıldık.

Ve tatlı kısmı. Kaşık helvası (un helvası) ile ev baklavası istedik. Helva çok başarılıydı. Bu helvanın üzerine baklava pek olmadı. Zaten şireli tatlıları yazın ben yiyemiyorum. Ama helvanın hakkını vermek lazım. Bir daha gidersem yemekten önce yiyeceğim. O zaman daha çok tatlı yiyebiliyorum :). Merak edenler için lokantanın internet sitesinin adresi: www.muniresultansofrasi.com

Yemek sonrası Cumhuriyet Meydanı’nda biraz gezindik. Sonra ver elini konağımız. 4 saatlik uykuyla, 500km motor sırtında yol gelmiştim. Vücudum artık kendini kapatıyordu. Kafamı yastığa koyar koymaz uyudum diyecektim ki HaTiCe’ye mail geldi. Ulen İso bir elin ayağın rahat dursun dürtme de uyuyalım :). Poke İso!

26 Temmuz Pazar
Gece bir kaç defa uykum bölündü. Önce yatak küçük geldi. Biraz deli yattığımdan tam yatağın ucundan aşağı kayarken uyandım. Diğer yatağı yanıma çekip uyku sahamı genişlettim. Tam artık rahat ettim dedim bir alarm uyandırdı bu sefer de. Uyku sersemi Buke’nin alarmı çalıyor diye cama çıktım ama o sakin sakin bıraktığım yerde duruyordu. Görünürde araba falan da yoktu. Ama alarm hala çalıyordu. Temiz hava alınca uykum da açılmıştı. Tekrar yatağa döndüm ama sabaha kadar bölük pörçük uyuyabildim.
Sabah Alp ile konağın iç avlusunda kahvaltı için buluştuk. Kahvaltıda çok özel bir şey yoktu. Bildiğiniz otel kahvaltısı. Berceste’den sonra yalan geliyor ama ortamımız güzeldi. Garsonumuz da sağolsun bizimle yakından ilgilendi. Zaten motorları görenler bize hemen ilgi gösteriyorlar. Büyük motorun Anadolu insanı üzerinde derin bir saygı ve sevgi uyandırdığına çokça şahit oldum.


Kahvaltıdan sonra şehri bir de gündüz gözüyle görelim dedik. Konağımızdan tabana kuvvet Cumhuriyet meydanına gittik. Şehre tur otobüsleri gelmiş, her yer yerli turist dolmuş. Turistten çok da çarşı iznine çıkmış asker vardı.






Cumhuriyet Meydanı’nda Şehit Şerife Bacı Anıtı’nı bir de gündüz fotoğrafladık. Bildiğiniz gibi Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında Kastamonu’nun lojistik açısından büyük önemi vardı. Rusya’dan gelen yardım gemileri ile İstanbul’dan gizlice muhimmat kaçıran gemiler İnebolu limanına geliyor ve Kastamonulu mavnacılar değerli mühimmatı karaya taşıyordu. Eli silah tutan erkekler cephede olduğundan geride kalan Şerife Bacılarımız, Halime Çavuşlarımız, Salih Reislerimiz mühimmatı İnebolu-Kastamonu üzerinden Ankara’ya taşırlarmış. İşte bu yola İstiklal Yolu deniyor. Şerife Bacı da bebeği ile beraber top mermilerini taşırken soğuğa yenik düşüp Kastamonu kışlası önünde donarak şehit olmuş. Bu anıt sadece Şerife Bacı için değil, Kurtuluş Savaşı döneminde şehit düşmüş tüm kadınlarımız adına yapılmış. Kurtuluş Savaşı kolay kazanılmadı, bu devlet kolay kurulmadı, değerini bilmek lazım.




Hükümet Konağı (valilik binası) şehrin sembollerinden biri. Oldukça zarif bir yapı. Valiliğin hazırladığı Kastamonu broşüründe bina ile ilgili şöyle bir bilgi var:
Çevresindeki 19. yüzyıl anıtsal kamu yapılarıyla birlikte geçmişe ait bir panaroma oluşturan Hükümet Konağı 1902 yılında ulusal mimari akımının kurucusu Mimar Vedat Tek tarafından yapılmıştır.
Zemin üstüne iki kat olarak yapılan bina, stil açısından batı klasizmi ile dış duvar süslemeleri ve pencere şekillerindeki Osmanlı oryantalizminin bir eklektizmini taşımaktadır.
Yapı 107 senedir hem işlevini değiştirmeden hem de ciddi anlamda bir restorasyon geçirmeksizin Kastamonu’nun yaşayan sembollerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir.


Bir sonraki durağımız dün yemek yediğimiz Münire Medresesi El Sanatları Çarşısı. Mederesenin içinden geçip hemen yandaki Nasrullah Camii’ne gidiyoruz. Bu caminin önemi Kastamonu’ya yapılan ilk Osmanlı eseri olması. Zamanın Kadısı Nasrullah Efendi tarafından 1506 yılında yaptırılmış. Kurtuluş Savaşı zamanında İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy bu camide milli mücadeleyi ateşleyici vaazlar vermiş. Bu yönden de önem arz ediyor.


İlk yapıldığında 6 kubbesi olan camiye daha sonra 3 kubbe daha eklenmiş. Şadırvanın içinde iki tane orijinal havuzlu abdest alma yeri mevcut.




Şehir turumuzu tamamladıktan sonra konağımıza gelip yol hazırlığımızı yaptık. Motor gezilerinde bu toplanma işi biraz daha uzun sürüyor. Öncelikle eşyalarınızı motorun küçük bagajına sığacak şekilde düzgün toplayacaksınız, sonra kılık kıyafetleri giyeceksiniz (bot, pantolon, içlik, mont, eldiven, balaklava, kulak tıkacı, kask), en sonunda da malzemeleri motora yükleyip güzelce bağlayacaksınız. İyi bağlamazsanız bir bakmışsınız arka bagaj uçmuş, gitmiş :).
Saat on bir civarı yeniden yollardaydık. Hedefimiz, yukarıda bahsettiğim İstiklal Yolu’nun başlangıcı olan İnebolu. Hava açık ve güneşliydi ama hareket halindeyken sıcağı anlamıyorsunuz. Zaten rakım olarak da epey yükseleceğiz. İçliğimi depo üstü çantama koydum. Üşürsem çıkarıp giyeceğim. Kendime güzel bir müzik açıp manzaranın keyfini çıkarmaya başladım.




Yarım saat içinde Küre Milli Parkı sınırlarına dahil olmuştuk. Tabiat birden değişti. Yemyeşil ormanları yara yara ilerliyorduk. Buke de sevdiği virajları bulmuş bir o yana bir bu yana yatarak yolun tadını çıkarıyordu. Kaskın vizörünü açıp içime serin dağ havasını çektim. Yolda olmak güzel be…





İnebolu’da yeşilin yanına bir de mavi koyduk. Solumuz mavi sağımız yeşil, sahil yolunda süper manzaralar eşliğinde yol almaya başladık. Saat de yavaş yavaş öğlene geliyordu. Biz acıkmaya başlamıştık motorlar da susamaya…


Abana – Çatalzeytin arası yol, zaman zaman tepelerin üstünden veya arkasından geçiyordu. Bir hafta önce bu bölgeyi vuran sağanak yağışlar bazı yerlerde toprak kaymasına neden olmuş. Yol açılmış fakat heyelanın izleri belli oluyor. Hatta bir kaç yerde çalışmalar hala devam ediyor ve trafik tek şeritten veriliyordu. Zemin kaygan olduğundan ve önümüze ne çıkacağını kestiremediğimizden bu bölgede daha temkinli gidiyoruz. Zaten hızlı gidip de manzarayı kaçırmak olmaz.


Çatalzeytin civarında güzel plajlar gördük. Pazar günü olması nedeniyle de epey kalabalık vardı. Plajların karşısı arabalara park olmuş. Çoğu yerde iki araba yan yana geçemiyor. Çatalzeytin’e ulaştığımızda önce benzinlik aradık. Zira Buke’nin yol bilgisayarı 30km sonra ben daha gitmem diyordu. İlçe çıkışı benzinliği bulduk. Benzin aldıktan sonra ilçe merkezine geri döndük. Pompacı çocuktan adını aldığımız Yalı Lokantasını üç dört defa merkez turu atarak bulabildik. Şirin bir esnaf lokantasıydı. Bu arada lokantada komik bir anımız oldu. Tam yemeğimi bitirmiş önümdeki bardağa peçetemi daldırıp kaskın vizörünü siliyordum ki sevgili Deniz aradı. Kızcağız LCD TV alacakmış bana danışıyordu. Ben de şöyle yap böyle yap derken dalmışım, önümdeki bardağa uzanıp az önce kaskı temizlediğim suyu bir dikişte içiverdim. Bu arada konuşmaya devam ediyorum ama bir donukluk oldu. Alp yerlerde. Hesabı ödeyip ayrıldık daha önümüzde alınacak çok viraj var.




Sinop’a yaklaşırken gözüm İnceburun tabelasını arıyor. Sinop’a yaklaşık 10 km kala tabelayı görüyoruz ve yanından geçiyoruz. Dönüp sağdan orman yoluna giriyoruz. Bizi önce Akliman karşılıyor, sonra da meşhur Hamsilos koyu. Ben bu koyun Türkiye’nin tek fiyordu olduğunu okumuştum ama Vikipedi bunun doğru olmadığını söylüyor:
Hamsilos, Sinop il sınırları içinde, Türkiye‘nin en kuzey ucunu oluşturan İnceburun üzerinde bulunan bir koydur. Koy bir fiyordu andırır, hatta halk tarafından “Türkiye’nin tek fiyordu” olarak bilinir ama bu yanlıştır. O kadar ince-uzun bir yapısı vardır ki ancak ölçeği aşırı küçük bir harita tarafından net gösterilebilir. Koyun şekli bir fil kafasını andırır. Koyun denizle birleşen yeri daha geniştir ve kayalıktır. Koydan içerilere gidildikçe etraf ormanlaşır. Koy çevresindeki doğa turistlerin ilgisini çekmektedir. Koyun en ucuna araba yolu vardır, ama çok bozuktur ve hiç bir araba giremez, yürüyerek gidilir. Hamsilos’a giden tek yol Akliman‘dan geçer.




Hamsilos’tan sonra İnceburun’u aramaya koyuluyoruz. Garmin’in haritasında nasıl gideceğimiz belli değil. Sora sora yolunu buluyoruz. Çok güzel bir orman yolu. Zemin de fena değil. Aslında yer yer çukurlar var ama Pazartesi günü gideceğimiz yol ile kıyaslarsak bildiğiniz otoban :).







Kısa bir yolculuktan sonra İnceburun’a ulaştık. Evet, Anadolu yarımadasının en kuzeyindeydik. Hemen navigasyonun fotoğrafını çektim. Zaten başka işe de yaramadı. Geldiğimiz yol, haritasında kayıtlı değildi. Siz siz olun navigasyon cihazınıza güvenip de Karadeniz yollarına haritasız düşmeyin. Navigasyon en fazla sizi Trabzon’dan Rize’ye götürür. İstanbul ve bir kaç büyük şehir tamam ama Anadolu haritasında hala çok eksik var. Hele bizim gibi gezenler için.

İnceburun’da biraz vakit geçirdikten sonra ben navigasyona otelimiz Diyojen’i girdim. Sinop yolunda ilerlerken hapishane tabelasını gördüm. “Yahu bu hapishane şehrin içinde değil miydi? Neyse şimdi gidelim bir daha geri dönmeyiz” diye kendi kendime konuşup sapaktan saptım. Gayet kocaman ve modern görünüşlü bir bina. Kapısına gidince bizi bir asker karşıladı. “Gezeceğiz” dedik, “Olmaz” dedi. “Neden?” dedik, burası yeni hapishaneymiş gezilmezmiş. Biz de fazla ısrarcı olmadık ve şehir yoluna geri döndük :).
Garmin bu sefer güzel çalıştı ve bizi otelin önüne kadar getirdi. Odamıza gidip bütün ağırlıklarımızdan kurtulduk. Alp ile birbirimize baktık: Deniz mi, havuz mu? Ben deniz dedim. Hemen otelin aşağısındaki plaja inip kendimizi Karadeniz’in serin sularına bıraktık. Bütün yolun yorgunluğunu, kirini, tozunu denize havale ettik. Pırıl pırıl otele dönerken bir de havuza girdik. Ama havuz, hem imamın abdest suyu gibiydi hem de çok klorluydu. Girmemizle çıkmamız bir oldu. Duşları alıp Buke’ye atladığımız gibi soluğu Sinop’un merkezinde aldık. Yolda da kaleyi ve hapishaneyi gördük.

Sinop sahili cıvıl cıvıldı. Ben bu kadar kalabalık beklemiyordum. Kordon boyunca yürüyüş yapanlar, çay bahçelerinde okey oynayanlar, çay içenler, dondurma yiyenler ve sahil kasabalarının vazgeçilmezi çekirdek çitleyenler…
Alp ile sahili boydan boya yürüdük. Sonra Yoncimik Emrah’ın bize verdiği lokanta listesini çıkardık. Menüde balık, mantı, Sinop pidesi vardı. Biz mantı yemeye karar verdik. Teyze’nin Yeri adlı mekanı bulup mantılarımızı söyledik. Burası küçük ve şirin bir lokanta. Çalışanların hemen hepsi kadın. Mantı lokantanın ortasında sarılıyor. Hem cevizli hem de yoğurtlu yiyecektik. Ara sıcak olarak sigara böreği ile çi börek söyledik ama onlar mantıdan sonra geldi. Mantı yediğim en güzel mantılardan biriydi. Alp de benimle hemfikir. Bir daha gidersem iki tabak yoğurtlu mantıdan yiyeceğim. Cevizli de güzel ama yoğurtlu varken tercih etmem. Çi börek ve sigara böreği ise zayıftı. Belki de mantıdan sonra böreklerin marjinal faydası epey düştüğü için bize öyle geldi. Sinop’a gidip de burada mantı yemeden dönmeyin.

Yemekten sonra sahilde oturup çay içtik. Zaten Alp ile dolaştığım zaman iki günde üç aylık çay kotamı dolduruyorum. Biraz daha sık geziye çıksam çay tiryakisi olacağım :).
Çaydan sonra otele dönüş ve hemen yatış. Yarın yorucu bir gün olacak. (Umduğumuzdan da yorucu :))
27 Temmuz Pazartesi
Sabah erkenden uyandık. Dışarıdan serpinti sesi geliyordu. Ben çimleri suluyorlar herhalde diye düşündüm ama kafayı camdan uzatınca kapkara bir gökyüzü ve orta hızda yağan yağmur beni selamladı. Yaz yağmuru gelir geçer dedik. Mayoları giydiğimiz gibi sabahın yedisinde soluğu denizde aldık. Çoktandır yağmurda denize girmemiştim, özlemişim.



Deniz sonrası kahvaltıya giderken yağmur kesilir gibi oldu ama gelen bulutlar hiç iç açıcı değildi. Hava alçalıyordu ve yolda yağmura yakalanma riski artıyordu. Üstelik Alp’de yağmurluk da yoktu. Kale ve hapishane gezisi için merkeze gittiğimizde Alp’e yağmurluk almaya karar verdik.



Buke’yi Sinop Cezaevi’nin karşısına park edip hapishane gezintimize başladık. Açıkçası cezaevi ile ilgili girişte doğru düzgün bir bilgi verilmiyor. Burada ben yine Vikipedi’ye başvurdum:
Tarihî Sinop Cezaevi, bir dönem “Anadolu’nun Alkatrazı” tabiri ile de tanınan ve 1999 yılında kapatılarak müzeye çevrilen cezaevidir. Tarihi eskilere dayanan yapı, şiirlere, şarkılara konu olmuştur.
Üç yanı deniz olan ve tarihi kale duvarlarının içersinde yer alan cezaevine ev sahipliği yapan kale yaklaşık 4000 yıl önce bölgenin hakimi Gaskalılar tarafından yapılmıştır. Grek, Pontus, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlılarkendi dönemlerinde kaleyi korumuş ve güçlendirmişlerdir. Kalenin cezaevi olarak kullanımına ait en eski belgeler ise 1568 yılına dayanmaktadır. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu zindandan şöyle bahsetmiştir;
“Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”
İç kalenin resmi olarak zindana dönüşmesi ise 1887 yılında olmuştur. O dönem Sinop Mutasarrıfı Veysel Paşa yeni binalarla birlikte bir de hamam eklemiştir. 1939 yılında da Çocuk hapisanesi olarak kullanılmak üzere bir bina daha yapılmıştır.
Kırım Hanı Devlet Giray, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, [Zekeriya Sertel], Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek bu cezaevinde yatmış bazı isimlerdir. Cezaevini anlatan şiirler Sabahattin Ali’nin kaleminden de çıkmış ve bunlardan “Aldırma Gönül” popüler olmuştur.



Şimdi gönül ister ki yukarıda sayılan ünlü isimlerin hangi koğuşta yattığı yazılsın, o zamanki hapishane yaşamı ile ilgili bilgiler verilsin, hatta koğuş duvarlarına varsa o zamana ait fotoğraflar asılsın. Kültür turizmi adına daha gidecek çok yolumuz var.



Sinop Kalesi dedikleri de zaten hapishanenin yanı ve karşısı. Gerçi merkezde de surlar ve kuleler var ama ara duvarlar yıkılmış. Fazla zaman kaybetmeden yola çıkmayı planlıyorduk. Sahilde Onurlar Marin adlı doğa sporları malzemeleri satan bir mağazadan Alp’e yeşil yağmurluk aldık. İyiki de almışız çünkü Erfelek sonrası oldukça ihtiyacımız oldu.




Otele dönüp yol için hazırlandık. Eşyaları motorlara yükleyip Erfelek’e doğru gaz açtık. Yağmur ara ara atıştırıyordu ama yağmurlukları giyecek kadar hızlı yağmıyordu. Sanırım sabah bizi otelde yakalayan yağmur Erfelek’e doğru gitmişti. Biz de yağmurun ardında bıraktığı ıslak yollardan, toprak kokusunu içimize çeke çeke ilerliyorduk. Manzara yine tadına doyulmaz bir hal almıştı. Orman geçişlerinde böyle puslu havaları çok severim. Bir miktar kurt kanı var sanırım damarlarımda.




Erfelek ilçesinin merkezinden geçtikten bir kaç kilometre sonra şelale tabelasını görüp sağa saptık. Yol umduğumdan iyiydi fakat giderek bozuluyordu. Karasu ırmağının üzerine kurulmuş olan Erfelek Barajı’na geldiğimizde ise yol oldukça bozuldu (umduğum hali aldı:). Kafam kadar taşların arasından taş-toprak arası bir yolda ilerliyorduk ve daha 10 km yolumuz vardı. Kenarlara yığdıkları kumlardan ilerleyen zamanda bu yolun düzeleceğinin sinyalini aldık. Zaten ben bozuk haliyle geçerim ertesi sene cirlop gibi asfalt olur o yol. Hep bir sene ileride gidiyorum :).

Şelalelerin yakınındaki tesislere motorları park ettik. Ben hemen Canon 40D’yi arka çantadan çıkardım. Tesisler ilk şelalenin hemen önüne kurulmuş. Vasıtanızı park ettiğiniz yerden bir köprü karşıya geçiyorsunuz. İsterseniz fazla derin olmayan çayın içinden de arabanızla geçip şelalenin önüne kadar gidebilirsiniz.


Bu bölgede 20 küsur tane irili ufaklı şelale varmış. Bizim vaktimiz ve ekipmanımız sınırlı olduğundan sadece iki tanesini görebildik. Aslında Atlıca Takım Şelaleri’nin tamamını görmek için (kamp amaçlı) bu bölgeye bir kere daha gelmek istiyorum. Muhteşem bir doğa. Kalbimizi burada bırakıp istemeye istemeye motorların yanına döndük.




Yeniden yola çıktığımızda saat epey ilerlemişti. Amacımız Taşköprü’de kuyu kebabı yemek olduğundan Hanönü üzerinden yola devam edecektik. Erfelek’ten çıktıktan sonra yanlış yöne gidip biraz dolaştık. Sonra yine tarif üzerine (Garmin buraları bilmiyor) Taşköprü yoluna girdik. Yol Erfelek’e gelirken indiğimiz tepenin karşısından gidiyordu. Hatta bir noktada geldiğimiz bütün yolu ve Erfelek Baraj Gölü’nü yukarıdan fotağrafladım. Geçtiğim en güzel orman yollarından biriydi.


Derken yol bozuldu, önce toprak sonra mıcır yola girdik. Ben ayağa kalkıp Buke’yi topukladım. Ama yol epey uzunmuş. Ayakta motor kullanmaktan bacaklarım şişti. Sonra bu kötü yol daha da bozuldu. Manzara ise yolun aksine çok güzeldi. Ve kaçınılmaz son. Geçen sene yaptığım Valla Kanyonu gezimde olduğu gibi zifte bulandık. Anlamıyorum madem üzerine mıcır atmayacaksın neden yola 10km zift döker gidersin. Üstüm başım, Buke berbat oldu. Üzerine yağmur da başlamasın mı. Bütün aksilikler üst üste gelmeye başlamıştı. Yağmurlukları giyip yola öyle devam ettik ama zaten kaygan olan ziftli yol, yağmurun yağmasıyla buz pateni sahasına dönmüştü. Buke’nin arkası atıp duruyordu.

Ziftli bölüm bittikten sonra 15 km kadar da yine toprak üstünde gittik. Ama zift bittiği için ben halimden memnundum. En sonunda asfalta çıkabilmiştik. Bu kısa yol oldukça kırıcı olduğundan çok zaman kaybetmiştik. Taşköprü’ye geldiğimizde saat altıya geliyordu.

İlçeye girerken bizi tarihi köprü karşıladı. Gökırmak üzerinde kurulu “Taşköprü” M.S 1366 yılında Celaleddin Beyazıt (Kötürüm Beyazıt ) adına yaptırılmış. Ben köprüyü fotoğraflarken etrafımız bisikletli çoçuklar tarafından sarıldı. İki hoş beşten sonra nerede kuyu kebabı yiyeceğimizi sorduk. Meydanda bir lokanta tavsiye ettiler. Hatta gazetelere çıkmış, öyle meşhurmuş :).

Döne dolaşa, sora sora Yılmaz Kebapçısı’nı bulduk. Adresi şöyle: Çarşı İçi No 15 Taşköprü. Telefonu 366 417 2547. Biz lokantaya gittiğimizde kebaptan yana pek umudumuz yoktu. Ama şansımıza soğuk da olsa bir tepsi et kalmış. Biz de fazla kurcalamadan kuyu kebabına yumulduk. Et soğuk olmasına rağmen lezzetliydi. Sıcakken bu tepsiyi tek başıma yerim herhalde. Bu arada kuyu kebabını da anlatayım size: İki metre derinliğindeki oval kuyulara yörenin 5-6 aylık kuzuları temizlenip bütün olarak çengele takılıyor. Kuyunun dibine is vermeyen kuru çıra yakılıyor. Sonra üstü kapatılıp hava almasın diye sıvanıyor. 2 saat sonra kuzu kuyudan alınıp afiyetle yeniyor. Çatal kullanılmasını tavsiye etmiyorlar, elinizle yiyeceksiniz. Bu arada kuzular askıda piştiği için yağları da aşağı akıyor. Bunları da tepsilere toplayıp pilav yapıyorlarmış. Biz pilavdan yemedik ama bir daha geçersem kesin sıcak sıcak kebap yiyeceğim. Lokantanın sahibi Ömer Usta’nın dediğine göre kebap kuyudan saat on birde çıkıyormuş. Yani on ikiye kadar yediniz yediniz yoksa bizim gibi soğuk yersiniz.

Bu arada unutmadan söyleyeyim Taşköprü’nün bir de sarımsağı çok meşhur. Karnımızı doyurup motorlara benzin aldıktan sonra Taşköprü’den ayrılıp Kastamonu’ya doğru yola koyulduk. Duble yol rahatlığıyla Kastamonu’ya girdim ama arkamda Alp’i göremedim. Daha şu kamyonu sollarken arkamdaydı diye düşündüm. Biraz bekledim, gelmeyince merak edip geri döndüm. İçime bir endişe düşmüştü. 5-6km geri gidip göremeyince telaşlanmaya başladım. Motoru sağa çekip Alp’i aradım. Lastik patlatmış ve ilk benzinciye girmiş. Ben onu geçmişim tekrar motoru Kastamonu istikametine döndürüp Alp’in yanına uçtum.

Benzincide geçici olarak lastiğe fitil takmışlar. Şehirde bir yamacı tarif ettiler. Uzun aramalardan sonra tarif ettikleri yerin bir bisikletçi, yamanın da sıvı delik onarıcı olduğunu öğrendik. Koskoca Kastamonu’da bu motorun arka tekerini sökebilen yok mu yani? Yapacak bir şey yoktu, Uysal Bisiklet’teki cana yakın arkadaşa güvenip lastiğin içine yamayı sıktırdık. Sonra tekrar hava basıp yola devam ettik.
Epey vakit kaybetmiş karanlığa kalmıştık. Beni tanıyanlar bilir, karanlıkta hele şehirler arası yolda değil motosiklet otomobil bile kullanmayı sevmem. Üstelik gündüz gözüyle yana yakıla geçtiğimiz yol yapım çalışmalarını gece karanlığında geçecektik. Üzerine hava da buz gibi olmuş yazlık montun filesinden göğsüme buram buram rüzgar giriyordu. Motoru kenara çekip yağmurluğumu montun üstüne giydim. Birden ısınıverdim.
Kimi zaman ben önde Alp arkada, kimi zaman Alp önde ben arkada yol alıp, taka tuka yolları geçip sağ sağlim Karabük’e ulaştık. Saat ona geliyordu. Ben Alp’e Safranbolu’da bu gece kalmayı önerdim ama istişare sonucu yola devam kararı aldık.
Safranbolu – Gerede yolu oldukça düzgün, fakat irtifa arttığından hava epey soğumuştu. Yeniden üşümeye başlayınca elcik ısıtmalarımı açtım. Alp geride kalmıştı. Otabana çıkmadan önce benzin almak için durup Alp’i beklemeye başladım. Benzincide Alp fikrini değiştirdi. Bu şekilde daha fazla devam etmenin manası yoktu, Gerede’de kalacaktık. Benzincideki görevlilerin tavsiyesi üzerine Gerede Esentepe Oteli’ne gittik. Otel kartalyuvası gibi bir tepeye kurulmuştu. Kaskı çıkarırken kulağım çok acıdı. Zaten bunun acısını ilerleyen günlerde daha fazla çekecektim. Odamıza gidip, duşları aldığımız gibi vurduk kafaları yattık.
28 Temmuz Salı
Sabah zıpkın gibi kalktım. Akşam sağlam bir uyku çekmişim. Odanın balkonuna çıkıp manzaraya baktım. Serin, kuru, mis gibi dağ havası ciğerlerime doldu. Manzara da oldukça güzelmiş. Aferin pompacıya, güzel otel önermiş. Kahvaltıya inerken kendimi oldukça dinlenmiş ve zinde hissediyordum.

Kahvaltı fena değildi. Bu arada Karabük Spor kaldığımız otelde kamp yapmaktaymış. Futbolcular bize “Kim bu iki ayı?” der gibi bakıyorlardı. Eh futbolcu dediğin 170cm bilemedin 175cm, 65 kg insan evladı. Biz biraz iri kaldık tabi.

Kahvaltı sonrası otelin çevresini dolaştık. Otelin arkası yaylaya bakıyor. Futbolcular orada kros antrenmanı yapıp nefes açıyorlarmış. Yine otelin çevresinde 3 tane futbol sahası varmış. Ben oteli beğendim. Hafta sonu kafa dinlemek için ideal.

Saat dokuz civarı İstanbul yoluna koyulduk. Hava açık ve serin. Tam motor havası yani. Yalnız Buke için otoban çok sıkıcı bir yol. Kara Kızım olsa topuklar iki saatte İstanbul’a varırdım :). Rahat ve müzik dolu bir yolculuktan sonra Alp ile gişelerde ayrıldık. Bu arada Alp’in Sinop’tan aldığı ve motorun arkasına ahtapotla bağladığı yeşil yağmurluk sizlere ömür. Bir baktık yerinde yeller esiyor. Neyse en azından görevini yerine getirdi.
Evin garajına girip Buke’nin fotoğrafını çektim. İs, toz, toprak ve en kötüsü de zift içinde kalmıştı taypalma yorgam. Hafta sonu oturup temizleyeceğiz artık. Bu arada benim sol kulak da iptal olmuş. Bugün itibariyle gittiğim doktorum dış kulak iltihabı olduğunu söyledi. Zaten dün gece ağrısından uyuyamamıştım. Bu kulaklık işini çözmek lazım, özellikle de uzun seyahatlerde.

Evet macera dolu bir seyahatin daha sonuna geldik. Daha nicelerinde buluşmak dileğiyle. Ahtapotunuzu iyi bağlayın, sağlıcakla kalın.
Poke Alp & İso!
Go GSA!