Güney Gezisi

13 – 16 Kasım 2010

Önümde dokuz günlük uzun bir bayram tatili var. Üstelik havalar mevsim normallerinin oldukça üzerinde seyrediyor. Kasımın ortası gelmiş ben hala şort, tişört dolaşıyorum. Anlayacağınız havada motosiklet kokusu var. Ama kanat adamım Alp bayram öncesi baba oldu. Onu ve sevgili eşi Çağla’yı buradan tekrar tebrik ediyorum. İrem bebeğimizin bahtı açık olsun. Ayrıca Didem’in bayramın ikinci gününden itibaren çalışması gerekiyor. Bu yüzden Buke ile yapmak istediğim güney turunu başka bir bahara erteledim. Evet, hava sıcak ama günler çok kısa. 4 gün için hesap yaptım bu rotayı arkamda Didem varken gerçekleştirmemin zor olduğuna karar verdim. Yine emektar Toyota’ya iş düşmüştü. Zorro mu, yok o evi beklesin. Hem kendini, hem beni yormasın. İstikamet Denizli.

İstanbul – Denizli Rotası

13 Kasım, Cumartesi

Sabah altıda yola koyulduk. Bütün İstanbul yola düşmüştü sanki. TEM, Ankara Asfaltı’ndan beter olmuştu. 80-90 km/sa ile ancak yol alıyorduk. Kahvaltı edeceğimiz Sapanca Berceste Tesisleri’ne ulaştığımızda saat sekize geliyordu. Berceste’de iğne atsanız yere düşmezdi. Sanki açık büfe değil beleş büfe kahvaltı veriliyor. Burada ilk defa kahvaltı kuyruğuna giriyordum. Neyse ki kaymakta sorun yok. Kalabalığa rağmen garsonlar iyi iş çıkardılar. Sahanda yumurtamız, çayımız, kızarmış ekmeğimiz hemen geldi. Arabaya bindiğinden beri deliksiz uyuyan Didem de kahvaltının ortalarına doğru ayıldı.

Otobandan çıkıp Pamukova yoluna girince trafik birden kayboldu. Manzaralı yollarda, arabaya bağladığım KYiHN’da “Yol” isimli listedeki güzel melodiler ve Didemin mırıltıları eşliğinde yol alıyordum. Evet ben de iphone sahibi oldum. HaTiCe iyi güzel hoş telefondu ama bir daha telefonda windows işletim sistemi mi, Allah korusun. OS4.1 ile gayet güzel bir beraberliğimiz var. Tek alternatif Android ama iphone4′ ün üretim kalitesini hiç bir telefonda bulamadım. Varsın sol elimdeyken çekmesin. Bu vesile ile ekran çözünürlüğüm 960X640px olunca hemen siteye koyduğum fotoğrafların boyutlarını büyüttüm. Artık fotoğraflarımı 950px değerinde kırpıyorum.

Öğle yemeğini Afyon’da geçiştirdikten sonra tekrar yola koyulduk. Daha doğrusu ben yola koyuldum Didem de uykuya. Duble yollar sayesinde güzel bir ortalama tutturdum. Saat dörde doğru Denizli’ye vardık. Oradan Pamukkale 10 dakika sürüyor. Arabayı travertenlerin altındaki yapay gölün önüne bıraktık.

Arabayla geldiğim için yanıma üç ayağımı da almıştım. Cevat Kelle misali ekipmanları yüklenip alt kapıdan giriş yaptık. O ne dakika bir, gol bir: “Efendim tripotu yanınızda çıkaramazsınız”. Kültür Bakanının emri varmış. Dedim ben profesyonel fotoğrafçı değilim, kendime çekeceğim, ama kraldan kralcı görevlimiz izin vermedi. Mecburen üç ayağımı görevliye teslim ettim. Bu arada müze girişi 20TL. Öğretmen, öğrenci 10TL. Müze kartınız varsa ücretsiz gezebiliyorsunuz. Müze kartı da 20TL olduğundan bilet almanın bir manası yok. Benim müze kartım yanımda değildi. Bu satırları yazarken iki tane var.

Bir noktadan sonra ayakkabılarınızı travertenlere zarar vermemek adına çıkarıyorsunuz. Ilık termal suya bata çıka yukarı tırmanmaya başladık. Bembeyaz travertenlerin üzerinde yürürken kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz. Aynı duyguları Kapadokya ve Grand Canyon’da da yaşamıştım. Biz yukarı çıkarken güneş aşağı iniyordu. Üç ayağımı içeri sokmadıkları için söylenmeye başladım.

Didem, ayakkabıları elde, travertenleri tırmanıyor

Tepede bizi bir sürü Japon turist bekliyordu. Tabi bir de Almanlar. Yerli turistten çok yabancı turist vardı. Otobüslerle arka kapıya gelmişler. Fotoğraf işini hallettikten sonra antik kent Hiearapolis’i gezmeye başladık. Ama güneş batmak üzereydi. Antik havuzu da ziyaret ettikten sonra tiyatroyu ve antik kenti yarına bırakmaya karar verdik. Önümüzde iki yol vardı. Ya geldiğimiz yoldan geri dönecektik ya da turistlerin geldiği arka kapıdan çıkıp yoldan aşağı inecektik. Kapıdaki görevli o yolun çok uzun sürdüğünü söyleyip geldiğimiz gibi dönmemizi salık verdi.

Geri dönüş yolunda karanlığa kalmıştık. Didem’in ayakları çok acıyınca ayakkabılarını giydirdim. Önce giymem ayıp dedi ama karanlıkta kayıp düşmesinin daha kötü olacağını anlatınca istemeye istemeye giydi. Bir yerde çakıllardan benim de ayaklarım acıyınca travertenleri besleyen su kanalına doğru zıpladım. Lakin ayağımı bastığım yeri göremediğim için yosunlu bir yere bastığımı, kayıp düşünce anladım. Ne demişler hocanın dediğini yap, yaptığını yapma. Neyse ki alet edevatta bir zarar yok, bende ise bir iki ufak sıyrık ve kireçlere bulanan montum ve pantolonum dışında önemli bir hasar yok. Arabanın yanında biraz temizlenip Karahayıt’taki otelimize doğru yola çıktık. Burası Pamukkale’ye 5km uzakta yine termal bir bölge. Ama buradan çıkan suyun Pamukkale’deki beyazlatıcı etkisi yok, aksine kırmızı bir renk veriyor.

14 Kasım, Pazar

Kahvaltıyı otelde hallettikten sonra dün tam anlamıyla gezemediğimiz Hierapolis’e doğru yola koyulduk. Hava yine çok güzeldi. Bu kez arabayı üst kapının önüne çektim. 4TL otopark ücretine mal olduysa da ayaklarım bu durumdan memnun kaldılar. Dün aldığımız geçici müze kartlarını burada asılları ile değiştirip içeri girdik.

Karahayıt – Pamukkale yolu

Biz civarı gezerken bir tane yamaç paraşütü gördük, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha. Biraz alçalsınlar o zaman fotoğraflarım derken on iki tanesi birden havalandı. Benim kadraja hepsi sığmadı ama sekizini yukarıdaki fotoğrafta yakaladım. Oradan fotoğraf çekmek ne güzel olurdu diye de hayıflandım. Tam travertenlerin hizasına geldiklerinde yine deklanşöre bastım. Aşağıdaki fotoğrafta travertenlere iniyor gibi gözükse de burayı pas geçip yolun ötesine iniş yapıyorlar.

Antik Tiyatro
2. Gün Rotası: Karahayıt – Pamukkale – Denizli – Kale – Muğla – Marmaris – Datça Yolu – Marmaris

Saat on ikiye doğru bu büyülü yerden ayrıldık. Hava erken karardığından manzarayı kaçırmak istemiyordum. Umarım daha uzun günlerde Bukefalos da buraları görür. Kale ilçesinden sonra yol çam ormanlarının içine giriyor. Bin metrenin üzerindeki Boynuzcuk ve Tokuş Geçitlerini geçtikten sonra Muğla’ya 30-40 km mesafedeki Esentepe Tesislerinde mola verdik. Bir yerden duymuşluğum yoktu. Sadece önünde 48 plakalı 4-5 araba görünce duruverdim. İyi ki de durmuşum. Hayatımda yediğim en güzel saç kavurmayı burada yedim. Hava, manzara, yemek… hepsi bir birinden güzeldi.

Sonbaharın renkleri
Bandıra bandıra sac kavurma keyfi
Sac kavurma sonrası enerji patlaması 🙂

Çam ormanlarının içinde dura kalka, fotoğraf çeke çekile Marmaris’e ulaştık. Bu şirin turistik beldemizin içinden geçip Türkiye’nin en manzaralı yollarından biri olan Datça yoluna girdik. Ne yazık ki güneş oldukça alçalmış, fotoğraf ışığımı kaybetmeye başlamıştım. Lensler de hep F 1:4 bende. Alamadık bir tane F 1:2.8. Yol çam ormanlarının arasında döne döne yol alıyordu. Deniz kah soldan, kah sağdan önümüze çıkıyordu. Sonra bir an geldi hem sağda hem de solda bize eşlik etmeye başladı. Datça’nın içine kadar gitmedik. Yaklaşık 20km kala geri döndük.

Marmaris
Marmaris
Marmaris Koyları
Marmaris – Datça Yolu
Marmaris – Datça arası muhteşem koylar

Geri dönüş yolunda, Alp’lerin çok övdüğü, Select Maris Tatil Köyünün tabelasını görünce oraya da bir uğrayalım dedik. Yol tek şeride indi. Ağaçlar adeta üzerimize kapandı. Manzara nefes kesiciydi. Yine fotoğraf için durmuştum ki Didem uyandı. Bu manzaraları kaçırdığı için onun adına üzüldüm. Yol, Select Maris’in önünde bitti. Tesis kapalıydı. Hava da iyice kararmıştı. Tekrar Marmaris’e doğru yola koyulduk. Garmin sağ olsun kordon civarındaki otelimizi hemen bulduk. Yemekten sonra kordonda yürüyüş yaptık. Artık benim de uykum gelmişti.

Select Maris civarı
Marmaris Kordon

15 Kasım, Pazartesi

Bulutlu bir Marmaris sabahına merhaba dedik. Otelde yaptığımız kahvaltıdan sonra iskelede manzaraya daldık. Buradan ayrılmak zor geliyordu ama manzaralı yollar da bizi bekler. Marmaris’i arkamızda bırakıp Köyceğiz’e doğru gaz açtık. Didem bugün uyumamakta kararlı. Dün aldığımız mandalinaları soyup yiyor, yediriyor. Mandalinalar da bir güzel ki sormayın. Dalından yeni koparılmış, mis kokulu, sulu ve tam istediğim tatlılıkta. Eh bir de soyup yediren olunca daha bir güzel geliyor.

3. Gün Rotası: Marmaris – Fethiye – Korkuteli – Antalya
Otelin iskelesinden Marmaris manzarası
Göçek Koyu

3TL verip Göçek Tünelinden geçtik. Manzarayı fotolardan görüyorsunuz zaten. Kelimelerle anlatmak için uğraşmayacağım. Bir dinlence yerine girip bu muhteşem koyu fotoğrafladım. Umarım Bukefalos ile de bu yollardan geçerim. 5-6 günlük çok güzel bir rota tasarladım kafamda.

Göçek’i arkamızda bırakıp Fethiye’ye geçtik. Yeni hedefimiz Ölüdeniz. Fethiye’nin içinden geçip yeniden yükseldik. Virajlı yolları arkamızda bırakıp Türkiye’nin tanıtım broşürlerine kapak olan bu doğa harikası plaja girdik. Otomobil için 14TL ödüyorsunuz. Yılın bu mevsiminde oldukça yüksek bir fiyat. Zaten otoparktaki arabaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Sezon dışı bir tarihte geldiğimiz için in cin top oynuyordu. Ben de fırsatı değerlendirip içinde insan olmayan güzel kareler yakaladım. Vizörüme girme onuruna sadece Didem erişebildi.

Ölüdeniz
Ölüdeniz
Ölüdeniz
Didem @ Ölüdeniz

Ölüdeniz’in durgun sularını arkamızda bırakıp  kendimizi hırçın virajların içinde bulduk. Eh emektar Toyota ile de bu virajların keyfi çıkmıyor ki. Yumuşak amortisörler yüzünden arabaya yoğurt koysak ayran olacak. Didem de rahatsız oldu zaten, uyuyamıyormuş! Zaten karanlığa da kalmıştık. Sakin bir tempo ile Antalya’ya ulaştık. Otelimize yerleştik; akşam yemeği ve yürüyüş ritüelimiz bizi bekliyordu.

Korkuteli civarı, karanlığa kaldık 🙁

16 Kasım, Salı

Ve bir bayram sabahına daha ulaştım. Rahmetli ananem çok bayramlar göresin derdi. Neden bilmiyorum o geldi aklıma. Perdeyi açınca masmavi Akdeniz ile kucaklaştım. Hava biraz pusluydu ama Kasım ortasında bunun için şikayet edemeyeceğim. Bayram nedeniyle kahvaltı oldukça zengindi. Su böreği ve baklava nostaljik bir şekilde otel misafirlerine ikram ediliyordu. Girişteki şekerleme arabası Didem’in çok hoşuna gitti. Tabi bana da bu anı ölümsüzleştirmek düştü.

Bayram sabahına bu manzara ile uyanmak
Sarı şekerim bayram şekerleriyle

Normalde gezilerimde çok otel anlatmam. Bu sefer bir istisna yapacağım. Bir gece konakladığımız The Marmara Oteli Lara’da. Oldukça modern bir otel. Odalar ferah, tavanlar yüksek.  Hizmet ve yemekler de oldukça iyiydi. İkimiz de çok beğendik. Beni en çok etkileyen yanı hemen falezlerin yanında yer alan otelin plajı oldu. Plaja ulaşmak için otelin bahçesinden asansöre binip altı kat aşağı iniyorsunuz. Sonra bir tünelden geçip doğal plaja ulaşıyorsunuz. Plaja girerken bir de yazı var. Doğal halde bırakılan bu plaja girmek tehlikelidir ve kendi inisiyatifinizdedir. Tünel de doğal bir şekilde sıvalı bırakılmış. Ben beğendim ama başkalarına için korku tüneli gibi de gelebilir.

Plaja açılan tünel
Doğal bir şekilde bırakılan plaj

Saat on bire doğru otelden ayrıldık. Kurşunlu Şelalesi’ne doğru Isparta yoluna koyulduk. Ulusal Park statüsündeki Kurşunlu Şelalesini küçük bir ücret karşılığı gezebiliyorsunuz. Sonbaharın bütün renklerini parkta görebilirsiniz. Lakin mevsim nedeniyle şelalenin suyu oldukça azalmış. Şelale aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz merdivenlerden inince hemen sağda. Fotoğraf işlerini hallettikten sonra şelalenin önünden geçip gezi yolunu takip ederek küçük şelaleye ulaştık. Burada çay içebileceğiniz bir tesis de var.

Didem şelale peşinde
Kurşunlu Şelalesi
Kurşunlu Şelalesi
Didem @ Kurşunlu Şelalesi
Küçük Şelale

Kurşunlu Şelalesini arkamızda bırakıp rotamızı Düden Şelalesine döndürüyoruz. Tabelaları takip edip epey dolaştıktan sonra Düden Şelalesi’ne ulaştık. Şehrin epey içinde kalmış. Yine cüzi bir ücret ödeyerek parka girdik. Girer girmez de suyun uğultusunu duyduk. Bu biraz daha büyük galiba diye düşünürken gördüğüm manzara karşısında soluğum kesildi. İşte şelale böyle olmalı diye düşündüm. Üstelik şelalenin arkasında bir de mağara var. Orada gezinirken kendimi Indiana Jones gibi hissettim.

Düden Şelalesi
Didem @ Düden Şelalesi
Tül efekti yapmadan mümkünü yok gitmem 🙂
Foto Didem
Şelalenin arkasındaki mağara

Düden Şelalesinde de biraz vakit geçirdikten sonra İstanbul’a doğru yola koyulduk. Bayramın birinci günü olmasından ötürü dönüş yolu bomboştu. Afyon civarında yol da düzleşince üzerime bir ağırlık çöktü. Ne yapayım trafik yok, sohbet eden yok, şarkılar da artık ikinci üçüncü kez dönüyordu… Kütahya’da yemek molası verdik. Kütahya Porselen’in Eskişehir yolu üzerindeki tesislerinin alt katını lokanta haline getirmişler: Saklı Dünya. Marmaris’te, otelde, Mehmet Yaşin’in programını seyrederken görmüştük. Testi kebabı özel yemekleriymiş. Biz de onu tattık.  Aynı yol üzerinde Gürol Porselenin de lokantası var. Onun önünde epey araba vardı. Biraz işkillendim ama yemek gayet başarılıydı.

Yemekten sonra artık mola vermeden İstanbul’a 3 saatte ulaştık. Enteresan olan karanlıkta geldiğimiz bu 3 saat boyunca Didem’in gözünü kırpmaması oldu. Virajlı Çanakkale yollarında, Bukefalos’ta uyumayı beceren hatun kişi meğer beni kontrol ediyormuş. Yılların şahin gözlü, yahşi, gece-kış-uzun yol şoförüne Bilecik virajları vız gelir tırıs gider güzelim, sen keyfine bak bir dahaki sefere, tatlı rüyalar…