17 – 21 Şubat 2011
Yanlış hatırlamıyorsam miladi Ağustos ayıydı. Kemal telefon etti: Pegasus’un kampanyası var, 49TL’ye Hatay’a gidiş dönüş bilet fiyatı. Yer içer geliriz, alalım mı? Hicri Ramazan ve ben orucum. Aç karnına Antakya kebaplarını duyunca sorgusuz sualsiz gidelim dedim. Hoş biletler Şubat ayınaydı ama gidemesek de altı üstü 49TL yanacaktı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı; sonunda bizim gurme ve kültür seyahatinin tarihi geldi, çattı. Gurme ve kültür seyahati yazdım ama ağırlık yeme içme kısmında olduğundan bu yazıyı aç karnına okumanızı tavsiye etmem.
17 Şubat, Perşembe
İş çıkışı Tuğrul beni Hillside’a bıraktı. Gurmedaşlarım Kemal ve Burak beni yoldan aldılar ve hep beraber Sabiha Gökçen yoluna koyulduk. Arabayı valeye teslim edip uçağın kalkış saatine kadar Wings Lounge’daki yerimizi aldık. Açık büfeden nefsimizi köreltecek kadar atıştırma yaptık. Ne de olsa künefe diyarına gidiyorduk, burada midemizi doldurmanın bir manası yoktu.
Uçağımız sorunsuz bir şekilde bizi Hatay Havalimanı’na indirdi. Çıkış koltuğu aldığımızdan dizlerim rahat etti. Bu arada havalimanı diyorum ama burası iki oda bir salondan ibaret. Hemen yanına yeni terminal binası inşa edilmiş. 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde başbakan buranın açılışını yapacakmış.
Bizi sağ olsun, Kemal’in sınıf arkadaşı Aykut karşıladı. Yoldan Aykut’un bize tahsis ettiği arabayı da alıp şehre ulaştık. Daha önceden rezervasyonun yaptırdığımız (yine Aykut sağ olsun) Liwan Otel’e eşyalarımızı bırakıp soluğu hemen yanı başındaki Abdo Döner’de aldık. Saat on bire geliyordu. O yüzden birer dürüm ile idare ettik. Ekmeği ve sosu çok güzeldi. Döner ise kıymadan yapılmıştı. Afiyetle yedik. Sırada şerbetli tatlıların sultanı künefe var.
Asi Nehri’ne paralel yürüyüp meydana çıktık. Antakya’da künefeler ikiye ayrılıyor: Çarşı künefesi, Harbiye künefesi. Eh çarşıda olduğumuza göre ilk olarak Hatay Künefe Salonu’na gittik. Saat on biri geçmişti ama bir sürü insan künefe yiyordu. Hemen siparişleri verdik, üzerine de kaymak istedik. Malum bu şerbetli tatlılar insanın nefesini kesiyor. Kaymak ile dengelemekte fayda var. Ama o da ne hiç de ağır değil bu künefe. İlk defa böylesini yiyordum. Daha doğrusu ilk defa künefe yiyormuşum. Eğer bu künefe ise benim İstanbul’da yediklerim başka bir şeymiş.
Biraz çarşıda dolaştıktan sonra otelimize geri döndük. Liwan avlu demek. Biz de otelin lokanta olarak kullanılan avlusunu gezdik. Daha sonra Kemal ve Aykut bize odamıza kadar refakat ettikten sonra Aykut’un evine gittiler. Otel hakkında kısaca bilgi vereyim:
1920’li yıllarda ‘Eklektik Mimari’ tarzında Şekip Nakip tarafından inşa edilmiş olup bu türdeki yapıların en iyi örneklerinden birisidir. Balkonlu olarak dizayn edilen binada taş tonozlar ve kemerler kullanılmıştır. Binanın ilk sakini, Suriye’nin ilk Cumhurbaşkanı Suphi Bereket ve ailesidir. Antakya’nın bu güzel ve soylu yapıtı “Fransız Rezidansı” ve “Hususi Muhasebe” olarak da kullanılmıştır. Tevfik ve Hüseyin Pehlivan kardeşler tarafından satın alınan binanın 2005 yılında başlatılan restorasyon çalışmaları, binanın tarihsel dokusu değiştirilmeden yapılmış ve bina Ekim 2008’de otel olarak Antakya turizmine kazandırılmıştır.
Kaynak: http://theliwanhotel.com
18 Şubat, Cuma
Sabah erkenden kalkıp kahvaltıya indik. Kemal henüz gelmemişti. O gelene kadar Burak ile çevreyi keşfe çıkıp, çarşıya doğru yürümeye başladık. Memleketin altında tarih yatıyor. Nereyi kazsan bir şey çıkıyor. Yolda, su borusu döşemek için kazıldığında ortaya çıkan su kemerini gördük. Ne de olsa medeniyetin beşiklerinden birindeyiz. Dilerseniz Antakya ile ilgili Wiki ne demiş ona da bakalım:
Tarih kaynaklarına göre Antakya, M.Ö. 300 civarında Büyük İskender’in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından kurulmuştur. Eski kaynaklara göre Antakya 300.000 bin nüfusuyla Roma İmparatorluğu’nun 3., Dünya’nın 4. büyük kentiydi. Babası Antiochus’un isminden Antiocheia adıyla kurduğu şehir, Silpius Dağı (bugünkü Habib Neccar Dağı) eteğinde ve Asi Nehri(Orontes) kenarında yer almıştı. Aslında İskender’in ölümü sonrasında Seleucus’un yönetimine giren topraklarda Antakya dışında başka yerlerde de çok sayıda Antiocheia kurulmuştu.
Antakya civarının tarihi, şehrin kuruluşuna göre çok daha eskidir. Değişik kaynaklarda belirtildiğine göre, Tell-Açana höyüğündeki kazılar Kalkolitik Çağdan (MÖ. 5000-4000) itibaren yörenin yerleşim için kullanıldığını göstermektedir. Anadolu’yu Filistin ve Suriye’ye bağlayan yol üzerinde, Mezopotamya’yı Doğu Akdeniz’e bağlayan noktalardan biri olması nedeniyle Hatay’ın eski bir yol güzergahı olduğu çok açıktır. Burası Hitit ve Eski Mısır İmparatorluklarının sınırlarını oluşturan bölgenin eşiğindeydi.
Makedonyalı Büyük İskender’in doğuya doğru fetihlerini sürdürürken Pers Kralı Darius (Codomannus)’la yaptığı savaşlardan birinin MÖ. 333 yılında Issus yakınlarında, bugünkü Payas İlçesinde, Pinarus nehri (bugünkü Deliçay) üzerinde gerçekleştirildiği düşünülmektedir. Bunun hemen ardından Gaugamela denilen yerdeki savaşta Büyük İskender’in ordusunun galip gelmesinden sonra İskender, Fenike topraklarını elde etmek amacıyla Asi (Orontes) boyunca güneye ilerledi. Suriye ve Mezopotamya bölgesi Makedonyalıların eline geçti. Ancak Büyük İskender’in MÖ. 323 yılında Babil’deyken ölmesinin ardından fethedilen topraklar İskender’in komutanları arasında bölündü. Suriye ve Mezopotamya bölgesi üzerindeki güç savaşı Seleucus Nicator’un lehine sonuçlandı (MÖ. 301). Öncelikle Seleucus Krallığının başkenti olarak, Akdeniz kenarında bir liman olduğundan Seleucia Pieria (bugünkü Samandağ, Çevlik) seçilmişti. Seleucus, yendiği rakibi Antigonus (Monophtalmus)’un bugünkü Antakya’nın 5 km. kadar kuzeyindeki yönetim merkezi Antigonia’yı yıkarak halkını kendi adıyla kurduğu bu yeni başkente (Seleucia) naklettirdi. Ancak Mezopotamya civarı ve güney Suriye’nin kontrol edilebilmesi açısından ve Seleucia’nın denizden gelecek saldırılara açık olması nedeniyle yeni bir kent, Antiocheia kuruldu.
Hatay’ın anavatan Türkiye’ye katılması öncesinde, 2 Eylül 1938 tarihinde 10 aylık bir süre varlığını sürdüren Hatay Devleti kuruldu. Toprakları, Milletler Cemiyeti(Cemiyet-i Akvam) belgelerinde İskenderun Sancağı olarak yer alan bölgeydi. 16 Haziran 1939’da TBMM’nde alınan kararla Türkiye ile Hatay Devleti arasındaki sınır çizgisi kaldırılarak geçersiz kılındı. 23 Temmuz 1939’da ise anavatana katılma, son Fransız kıtasının kışladan çıkmasıyla ve Fransız kıtasının da yer aldığı törenle kışlaya Türk bayrağı çekilmesiyle tamamlanmış oldu.
Asi Nehri üzerinde Kemal’i beklerken fotoğraf çekiyorduk. Lakin yanlış anlama olmuş. Kemal de bizi almaya otele gelmiş. Dün künefe yediğimiz Hatay Künefe önünde Kemal ile buluştuk. Oradan ver elini Ulu Camii.
Ulu Camii
Antakya camilerinin en eskisi ve en büyüğü Ulu Cami’dir. Minaresi en güzel kilisenin kulelerinden daha güzeldir. Asi kenarındaki bu caminin içi, diğer tüm Türk camilerinde olduğu gibi çok sadedir. İçi kıymetli halılar ile kaplı caminin duvarlarında altın harflerle yazılmış ayetler vardır. Bu caminin Memlûk dönemi eseri olduğu, Osmanlı döneminde bir kaç defa onarım gördüğü sanılmakladır. Doğu – Batı yönünde uzanan dikdörtgen planlıdır. Caminin Osmanlı tarzında yapılmış silindirik geniş gövdeli ve yüksek minaresi şerefeli, sivri külahlıdır ve bir kaç defa tamir görmüştür. Üzerindeki 1704 tarihli kitabe bir kaç onarımdan birine ait olmalıdır. Gravürlerde, minarenin 200 yıl önce de aynı stilde olduğu görülmektedir. Avlusu geniş, taş döşeli, şadırvanlıdır. Mimarı ve yapılış yılı bilinmemektedir. Üzerinde, 1872 depreminden sonra onarıldığını gösteren 1874 tarihli bir kitabe bulunmaktadır.
Kaynak: Antakya Belediyesi Web Sitesi
Ulu Cami’den sonra Uzun Çarşı’ya giriyoruz. Burası Hatay’ın kapalı çarşısı. Manifaturacılar, baharatçılar, peynirciler, manavlar, kasaplar iç içe geçmiş. Hatay’ın mozaiğine uygun bir çarşı. Kendine has bir dokusu, kokusu var. Kemal okul çıkışları soluğu burada alırmış. Onun çocukluk anıları eşliğinde çarşıyı gezdik. Hatta esnaftan biri elimizdeki iri fotoğraf makinelerini örünce bizi içeri davet etti. Oğluna yurt dışından bir katalog gelmiş. Onu bize gösterdi. BH Photo’dan geliyordu. Dedim New York’un ünlü fotoğraf dükkanlarından biridir. Çay da ısmarlayacaktı bize ama acelemiz olduğunu söyleyip kibarca reddettik.
Kemal’in dediğine göre herkesin bir kasabı olurmuş. Baharatlar kasaba verilirmiş. Kasap da etin uygun yerinden satır kıyması yapar ve sinide (tepsi) pişirirmiş. İşte buna Lahmi Sini yani Tepsi Kebabı deniyor. Zaten gezerken gördük. Kasapların arka bahçeleri var. Orada bu nefis kebabı yiyebiliyorsunuz.
Uzun Çarşı’dan çıktıktan sonra yürüye yürüye Habib-i Neccar Camii’ne geldik. Minaresine bakınca Türk mimarisi değil diye düşündüm. Daha sonra Kemal cami ile ilgili bilgi verince haklı olduğumu anladım. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce inşa edilmiş. Aşağıda ansiklopedik açıklamayı bulabilirsiniz.
Habib-i Neccar Camii
Antakya’da bulunan tarihi cami. Anadolu’da yapılan ilk camii olarak bilinir. Camii Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiştir. Günümüzdeki cami Osmanlı dönemi eseridir, etrafı medrese odaları ile çevrilidir. Avlusunda 19.yy eseri bir şadırvan bulunur. Caminin kuzeydoğu köşesinde İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlos) ile onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunur.
Antakya şehri, İslam Devleti’nin lideri Halife Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde Bin Cerrah tarafından 636 yılında fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilmiştir. 1098 yılında Haçlılar’ın eline geçen ve 1099’da Antakya Prensliği halini alan şehri Memlük Sultanı Melik Zahir Baybars fethedince camiyi yeniden yaptırmıştır. Caminin medrese duvarlarında üzerinde Baybars’ın adı olan bir kitabe vardır. Depremlerden zarar gören cami ve minaresi birçok kez yenilenmiştir.
Habib-i Neccar Kıssası
Kıssaya göre, M.S. 40’lı yıllarda (İsa), havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya’yı (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya’ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır (neccar, marangoz demektir). Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa’nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara “Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hak dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun” diye seslenir. İsa’nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit olurlar. Bu olay Kuran’ın Yasin suresinde anlatılmaktadır.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Habib-i_Neccar_Camii
Bu meşhur camiden çıktıktan sonra kendimizi Antakya’nın eski mahallerine attık. Dar sokaklardan geçip, eski evleri gördük. Bazıları oldukça kötü haldeydi. Kemal’e “Adeta Toledo’dayız” diye espri yaptım. Aslında çok güzel taş evler de vardı. Bunları restore etsek ne güzel olur. O zaman Toledo’dan da güzel olur. Sonuçta tarih açısından bir çok uygarlığa kucak açmış Dünya’nın en eski kentlerinden birindeydik.
Kemal bizi labirent gibi sokaklarda dolaştırdı dolaştırdı sonra tak diye Ortodoks Kilisesinin önüne çıkardı. Kilisenin kapanmasına az bir vakit vardı. Hemen bahçe kapısından süzülüp içeri girdik. Kilisede temizlik yapılıyormuş ama gezebileceğimizi söylediler. Bir gazetenin anketine göre Türkiye’deki en güzel on kiliseden birini geziyorduk.
Ortodoks Kilisesi
Hıristiyanlık aleminde Antakya’nın önemi büyüktür. Yeruşalem ( KUDÜS ) Kilisesinden sonra en eski kilisedir. Zira Mukaddes kitap (Yeni ahit-resullerin işleri) Antakya’nın önemini zikretmiştir. Kudüs’ten sonra ikinci merkez sayıldığı için Antakya Patrikliğine ” Ana Kilise” denir. İlk Kilise olarak imana önem vermekle birlikte, Pavlus ve Barnaba Yeruşalem’deki Hıristiyan mümin kardeşlere para yardımları göndermiştir. (Resullerin İşleri 11-29) Ancak işi tamamladıktan sonra beraberlerinde Yuhanna lakaplı Markos ile Antakya’ ya geri döndüler. Antakya Kilisesi büyümeye başlamış ve imanlıları çoğalıyordu. Zira Petrus ve Pavlus’un Antakya Kilisesine verdikleri talim (eğitim ) resuller topluluğundan ve kurtarıcı bir eğitim idi. İki resul Barnaba ve Pavlus 42. miladi yılında Antakya Kilisesini tesis etmişlerdi. 45-53 miladi yılları arasında olan 8 yıl Petrus tarafından yönetilmiştir. Daha sonra Petrus başkent Roma’ya gidip oradaki kiliseyi tesis etmiş ve orada şehit düşmüştür. Resullerin İşleri (11-25)’e göre Antakya Kilisesine ilk olarak Hıristiyan Kilisesi adı verilmekle beraber imanlılarına da Hıristiyan adı verildi. Bu da büyük bir övünme kaynağıdır.
Petrus ilk olarak Patrik yani aşiret reisi adını aldı. 451 miladi yılında Kalidonya topluluğu bu isim hakkını Antakya’ ya vermekle beraber 1. Patrik Kürsüsünü Petrus’a verdi. Zira 1. ilahiyat Nikya Topluluğu 2. İlahiyat Konstantina Topluluğu ve bütün Maşrek (Doğu) rahipleri, Antakya Patrikliğinin otoritesinin ve üstünlüğünü itiraf ve tespit etmişlerdir.
Antakya kürsüsü 1098 miladi yılında Antakya Frengiler tarafından hücuma uğramıştı. Büyük belalara sahne olmakla beraber 1268 yılında Zaher Baybars’ın eline yenik düşmüştür. Bu esnalarda Antakya patrikleri İstanbul’da ikamet etmekteydi ve mukaddes Antakya Kürsüsü 1342’ye kadar Küçük Asya’da bir yerden bir yere dolanıyordu, böylece beş patrikten sonra Şam’a intikal ve ikamet etti (1343). II. Iğnatios Şam’da ilk ikamet eden Antakya Patriği olmuştur.
Antakya St. Petrus ve St. Pavlus Katedrali Doğu Ortodoks Kiliselerinin en güzelidir. Bizans imarına uygun olarak inşa edilmiştir. Ancak 1872 yılındaki depremde büyük zarar görmüş, Rus mühendislerin etkisi ve yardımı ile tekrar inşa edildiğinde Rus imar tarzını biraz almıştır.
Mısır Bilad Al Şam hükümdarlığı zamanında Mohammed Ali oğlu İbrahim Paşa’nın izni ile 1833 yılında Antakya Kilisesi inşa edildiğinde, Junayne bahçe mevkiinde tahtadan yapılmış basit bir bina idi. Antakya Kilisesi daha sonra genel temel yola bakan yüksek bir mevkide beyaz taştan inşa edilmiş ve çok geniş bir saha ile çevreli olmakla beraber, sahanın etrafında bazı basit binalar vardır. Kilisenin ön yüzü 70×70 cm2 şekilde iki sütun üzerine oturtulmuştur. 1862 yılında ölen Mihail adında genç adam için sol sütun üzerinde 2 m. yüksekliğinde taş üzerinde 12 satırlık bir şiir nakış edilmiştir. Zira ebeveynleri anne ve babası kiliseye çok büyük bir malı ve parayı hibe ettikleri için ölen oğullarının hatırasına işbu şiir yazılmıştır.
Kaynak: Antakya Ortodoks Web Sitesi
Kiliseyi terk ederken içeri rehber eşliğinde yabancı turistler giriyordu. Rehber, Kemal’e kilise açık mı kapalı mı diye sordu. Kemal açık dedikten sonra bize dönüp “Bu nasıl rehber yahu, daha ziyaret saatlerini bilmiyor” diye söylendi. Biz de kendisine hak verdik. Ara öğün vakti geldi herhalde :).
Ara öğün için hemen kilisenin yakınındaki Nedim Usta’ya gittik. Burası Antakya’nın meşhur humusçusu. Bilmeyenler için humusu tarif edeyim. Nohut, tahin ve limon ile yapılan bir meze. Hani ben çok aramam ama Kemal tavsiye ettiğine göre güzeldir dedik ve iki üç masadan oluşan salaş dükkanda yerimizi aldık.
Humus hazırlanırken biraz lafladık. Kemal küçükken hep buradan yermiş. Bize humusu hazırlayan Adnan Bey ile de sohbet ettik. Bize yeni kuşağın artık bu işleri yapmak istemediğini anlattı. Bu arada sokağın karşısında yeni bir lokanta da açmışlar: Antakya Evi. Biz yörenin harika ekmeklerine humusu katık edip nefsimizi körelttikten sonra mutlu mesut dükkandan ayrıldık. Sırada arkeoloji müzesi var.
Müze çarşı meydanında yer alıyor. Girişte Burak ve ben müze kartlarımızı gösterdik, Kemal ise 8TL bayıldı. Bu arada müzenin öğle tatiline girdiğini de öğrendik. Yahu hiç müze öğlen kapanır mı?
Hatay Müzesi
Antakya şehrinde, Cumhuriyet Alanı’nda, Asi Irmağı kenarında ve köprü yakınında yer alan müze. Mozaik zenginliği yönünden dünyanın ikinci, para koleksiyonu yönünden üçüncü büyük müzesidir.
Hatay’da müze kurulmasına 1932’de karar verilmiştir; müze binasının yapımına 1934 yılında başlanmış, Hatay Devleti zamanında tamamlanmış, düzenlenmesi uzun sürdüğünden 1948 yılında hizmete açılabilmiştir. Müzenin genişletilmesi için yapılan ek inşaat1974 yılında tamamlanmıştır.
Müzede, Hitit, Helenistik, Roma ve Bizans Dönemlerine ait olan ve Harbiye, Antakya, Atçana, Seleukia Pieria ile İskenderun’da bulunmuş eserlerin sergilenmektedir.
Kaynak: Wikipedia
Müze umduğumdan çabuk bitti. Şimdi ne yapalım derken karşımıza çıkan İmren Baklava’ya daldık. İnsanın önce gözü doymalı derler ya bir müddet tezgahtaki tatlılara baktık. Hepsi de bir birinden nefis gözüküyordu. Sonra ortaya karışık tatlı tabağı almaya karar verdik. Belluriye, kuş gözü, şöbiyet ve kabak tatlısı aldık. En çok belluriye ile şöbiyet hoşuma gitti. Belki de hayatımda yediğim en güzel şöbiyetti.
Enerji depoladıktan sonra biraz daha çevreyi dolaştık. Aykut’un eşi Itır’ın galerisine uğradık. Sonra da Saklı Ev’e gittik. Burası restore edilmiş bir Antakya evi. Çok güzel bir avlusu var. Çayımızı içip biraz soluklandık. Aslında insan burada gezmekten değil de yiyip içmekten yoruluyor.
Tekrar Liwan Otel civarına gidip arabamızı aldık. Ver elini Pro-Gen Plaza. Aykut bize şirkette güzel bir yemek hazırlatmış. Menüde ana yemek olarak lahmi sini var. Sultan Sofrası’ndan da mezeler gelmiş: Oruk (Antakya usulü içli köfte), kaytaz böreği, ıspanaklı ekmek.
Neşe içinde lezzetli yemeğimizi yedik. Ofiste kahvelerimizi içip Aykut ile vedalaştık. Yeni rotamız Samandağ, ama girişi kaçırınca kendimizi Harbiye’de bulduk. Harbiye, Hatay’dan yaklaşık 10km uzakta turistik bir belde. Suriye yolunun üzerinde olduğundan mı bilemedim epey Arap turist vardı. Hem de bu mevsimde. Yeşillikler içinde bir sürü lokanta var. Yine hediyelik eşya satanlar, şelale yolunun kenarına dizi dizi tezgahlarını kurup rızıklarını bekliyorlar. Buranın özellikle ipekli dokumaları meşhurmuş. Burak nedense pek beğenmedi şalları. Halep’ten bakarız dedi. Ben zaten böyle pazarlık yapılması gereken yerlerden alışveriş yapmayı sevmem. Biri yaparsa ben de alırım.
Bir sürü alabalık lokantasının içinden geçerek şelalelerin yanına indik. Su bu lokantaların havuzlarına paylaştırıldığından olsa gerek oldukça azalmış. Şelaleler cılız gözüktü gözüme. Belki de mevsimdendir bilemedim. Kemal’in bahsettiği mağaraları ise bulamadık. Biraz fotoğraf çektikten sonra geldiğimiz yoldan geri döndük. İlkbaharda ağaçlar çiçek açınca buralarda oturacak yer bulmak zor olur diye düşündük.
Asfalttan yürüye yürüye Hidro adlı lokantaya girdik. Burası bir havuzun yanına konuşlandırılmış. İsmini, küçük bir baraja benzeyen, bu havuzdan almış diye düşündüm. Yazları Antakyalıların favori mekanlarındanmış. Biraz yorulmuşuz. Bize enerji takviyesi lazım. Havuz manzaralı bir masada çaylarımızı yudumlarken Harbiye künefesini bekliyorduk.
Ve beklediğimize değdi. Hayatımın en güzel künefesini yedim. Hani çarşıdaki de güzeldi ama bu onu bile unutturdu. 3 kişi 5 porsiyon söylemiştik ama şu Runtalya yüzünden yediklerime dikkat ediyor olmasam tek başıma hüpletirdim. Harbiye künefesinin çarşı künefesinden bir kaç farkı oluyormuş. Kemal bu farkları şöyle açıkladı: Kadayıfı elle ufalanıyor, üzerine fıstık koyuluyor. Ama sanki bundan fazlası var. O da mekanın pişirme ustalığından olsa gerek diye düşündüm. Çatalı saplıyorsunuz ve peynirin uzamasını seyrediyorsunuz. Üzeri çok güzel bir şekilde kızartılmış. Gevrek mi gevrek. Ve şerbeti nefesinizi kesmiyor. Dedim ya 5 porsiyon yerdim. Tabi bunu tattıktan sonra İstanbul’da nerede künefe yiyeceğiz onu bilemedim.
Künefenin tadı damağımızda yeniden yola koyulduk. İstikamet Samandağ, Akdeniz’in en doğusuyla kucaklaşacağız ve güneşi denize batıracağız. Yirmi dakika sonra Samandağ’a ulaştık. Oradan Çevlik Plajına geçip Akdeniz’e kavuştuk. Güneş alçalıyor, manzara nefes kesiyordu. Bu arada Samandağ Sahilleri Türkiye’nin en uzun sahilleriymiş. Hatta Dünya’nın da sayılı uzun sahillerindenmiş.
Çevlik
Çevlik’te yapılan kazılarda elde edilen bulgular yöredeki yaşamın Orta Paleolitik (M.Ö 100.000-40.000) döneme kadar uzandığına işaret etmektedir. Aynı yerde Üst Paleolitik Döneme ait araçlar ve insan kalıntılarına (Homo Sapiens Çevlikiyensis’ten kalma kemiklere) ulaşılmıştır. Ayrıca Meydan Köyü’nde bulunan Üç Ağızlı Mağarası’nda Üst Paleolitik Dönemin başlangıcına ilişkin buluntulara rastlanmıştır.
Yazılı tarih döneminde MÖ. 750 tarihlerine doğru Asi Nehri ağzına Yunanlılar tarafından Al-Mina Limanı kurulmuştur. O zamanlarda gemiler Asi Nehri yoluyla Antakya’ya kadar ulaşabiliyorlardı. Bu liman önemini uzun süre korumuştur.Büyük İskender’den sonra kurulan Seleucus Krallığının hükümdarı Seleucus Nicator MÖ. 23 Nisan 300 tarihinde Seleucia Pieria (bugünkü Çevlik) liman kentini kurarak, ülkesinin başkenti yapmıştır.
Roma hakimiyeti döneminde İmparator Vaspasianus (MS 69) ve oğlu Titus tarafından limanı sel sularından korumak amacıyla tüneller yaptırılmıştır. Tünellerin yapımının 100 yıl sürdüğü sanılmaktadır.Selçuklu, Fatımi ve Memlük egemenliklerinden sonra 1516 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız idaresinde kalan Samandağ, 1938 yılında Hatay Devleti’nin Antakya ilçesine bağlı “Süveydiye” nahiyesi olmuştur. 23 Temmuz 1939’da Hatay’ın Anavatan’a ilhakıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmıştır.
1948 yılında “SAMANDAĞ” adıyla ilçe olmuştur.
Kaynak: www.samandag.gov.tr
Titus Tünelleri ve kaya mezarlarını görmek için yaya olarak tırmanışa geçtik. Buraların restorasyonu hala devam ediyor. Güzel bir yol yapmışlar, çevresini de tellerle çevirmişler. Girişte kulübe vardı ama henüz para almaya başlamamışlar. Öyle elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdik. Hoş alsalar da Burak ile benim müze kartımız var, sıkıntı olmazdı. Bu arada kaya mezarlarına kadar epey yol yürüdük. Güneş batmış, dönüşümüz karanlığa kalmıştı. Fotoğraf için de ışık oldukça azalmıştı.
Beşikli Mağara
Samandağ Çevlik köyünde deniz kenarında 300 hektarlık alana yayılan “Seleukeia Pieria” ya da bir diğer söylenişle “Pieria’daki Seleukeia” antik kentinin en önemli kalıntılarından birisi olan Beşikli Mağara tamamen kayaya oyulmuş mezar kompleksidir. Yöre halkı tarafından mezar adasının içinde yan yana aynı boyutlarda işlenerek biçimlendirilmiş üzeri düz çatılı iki taş sandukalı mezardan ötürü Beşikli Mağara olarak adlandırılmıştır. 18. ve 19. yüzyıl seyyahlarınca seyahat kitaplarında Krallar Mezarı olarak tanımlanmış, W.Bartlett tarafından gravürleri çizilmiştir.
Mezar adasının bulunduğu alan, eski çağda ölüler şehri olarak adlandırılan bir nekropol alanı olarak düzenlenmiş, mezar adasının bulunduğu kayalık yamacın kuzey, doğu ve güney yanında kayalık içine işlenmiş mezar odaları çevrelenmiştir.
Mezar alanına giriş batı yanda bulunan merdivenlerle sağlanmıştır. Bu merdivenlerin bir kısmı halen görülebilmektedir. Beşikli mağarada 1938 yılında Amerikan – Fransız kazı heyeti tarafından kazı temizlik çalışması yapılmış ve mezar anıtının çok eski çağlarda soyulduğu ve tahrip edildiği anlaşılmıştır. 1998 yılında ve 2002 yılından bu yana Yrd. Doç. Dr. Hatice Pamir başkanlığından yürütülen arkeolojik çalışmalar sonucunda anıtın ayrıntılı belgeleme çalışması yapılmış ve Samandağ Kaymakamlığı’nın destekleri ile alanın çevre düzenlemesi gerçekleştirilmiştir.
Beşikli Mağara olarak adlandırılan anıt mezar, birbirine bağlantılı dört mekandan, tabana ve yan duvarlara oyulan toplam 93 mezar yatağından oluşmaktadır. Önde yer alan giriş mekanının cephesinde 4 sütunlu ve üç girişli cephe düzenlemesi yer almaktadır. Ön giriş mekanı küçük dikdörtgen planlıdır ve iki ana mekanı açılmaktadır. Mekanın tavanı üç bölümlü olarak tasarlanmış, her bir bölümün köşeleri kabartma istiridye, yan kenarlarda ise kabartma sarmaşık dalı motifi ile süslenmiştir. Ön giriş mekanının tabanında ve batı yan duvarında mezar yatakları açılmış, mezar yataklarının üst kısmı kapatma plakaları ile kaplanmış olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynak: www.hatay.gov.tr
Hava iyice karardığından mağaranın içini gezemedik. Geldiğimiz yoldan ama bu sefer karanlıkta arabanın yanına döndük. Kemal, Vakıflı Köyüne de uğrayalım dedi. Ben tamam dedim, Burak ise arkada otele gidelim diye mırıldanıyordu. Biz yolu ararken o çoktan uyumuştu. Köyü sora sora bulduk lakin karanlıkta hiçbir şey anlamadık. Antakya’ya, otelimize, geri döndük.
Duşlarımızı aldıktan sonra Kemal, Aykut, Itır ve Sarp The dostum ile buluşup akşam yemeği için Sveyka Restaurant’ta yerimizi aldık. Eski bir Antakya evinin özenle restorasyonu sonucu bu güzel lokanta ortaya çıkmış. Aykut’un dediğine göre menüde Halep işi yemekler ağırlıktaymış. Mezelerle donatılmış sofraya oturduk. Ana yemek olarak ise kaz başını tercih ettim. Bu bonfileden yapılan şiş. Kaz eti ile alakası yok. İri iri doğrandığından iri bir kuş olan kazdan alıyor adını. Biberli ekmekler ile beraber lokum gibi etleri afiyetle mideye indirdim. Üzerine de peynirli helva ile günün jübilesini yaptım.
Yeniden oteldeyiz. Günün muhasebesini yapıp notlarımı alırken Burak uykuya dalmıştı bile. Yarın Halep’ e gidiyoruz.
* iPhone 4 ile çekilen fotolar
19 Şubat, Cumartesi
Sabah erkenden kalkıp yedi buçukta Burak ile avluya, kahvaltıya indik. Otelin verdiği kahvaltı zayıftı. Yöreye özgü bir şey yoktu. Kaymak da olmayınca gözümden düştü. Saat sekize çeyrek kala Kemal de geldi. Bizi Halep’e götürecek olan arabayı beklemeye başladık.
Vize kalktıktan sonra sınırda bir canlanma olmuş. Antakya’dan Halep’e günübirlik turlar yapılıyor. Bunlar otobüsle oluyor sanırım. Ayrıca çeşitli firmalar var. Bunlar Doblo tarzı araçlarla Suriye’ye gidip geliyorlar. Hafta sonları için günübirlik Antakya-Halep-Antakya 150 dolarmış. Aykut sağ olsun biz 200TL’ye anlaştık.
Ali Kaptan sekizi çeyrek geçe bizi otelden aldı. Önce çarşıya gidip kırtasiye işlerini hallettik. 5000 Suriye Poundu (SYP) aldık. Aşağı yukarı 1 TL 30 SYP yapıyor. Zaten çoğu yer TL de kabul ediyormuş. Bu arada hava dünün aksine açık ve güneşliydi.
Tekrar yola koyulduk yarım saat içinde Reyhanlı’ya ulaşmıştık. Cilvegözü Sınır Kapısı’nda pasaporttan geçtik. Tampon bölgede yer alan Kızlar sarayının önünden durmadan geçtik. Ali Kaptan bir an önce Halep’e varmak istiyor anlaşılan.
Kızlar Sarayı (Kasr-el Benet)
Reyhanlı-Halep asfaltı üzerinde (Tampon bölgede) bulunmaktadır. Bu sarayın bölgeyi kontrol altında tutan bir merkez olduğu ve Bizans devrine ait olduğu sanılmaktadır. Saray girişine iki taraflı kesme iri blok taşlardan oluşan geçitten girilmektedir. Giriş kısmı yıkılmıştır. Orta kısmında yüksek kare planlı bir kule bulunmaktadır. Kule yıkılmaya yüz tutmuştur. Kulenin kuzey tarafında çeşitli oda kalıntılarına rastlanmıştır.
Bu odaların sarayı koruyan askerler tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. Kulenin doğu tarafından nişler içerisine yerleştirilmiş 8 adet sonradan tahrip edilmiş mezar kısımları ile su deposu alanı mevcuttur.
Bu kısmın örtü sisteminin düz dam olduğu taşlar üzerindeki ahşap atıl deliklerinden anlaşılmaktadır. Kulenin güney tarafından kilise kalıntısına rastlanmıştır.
Kızlar Sarayının bütününde malzeme olarak kesme büyük blok taşlar kullanılmıştır. Ayrıca mezarlık kapısı girişinde bir Latin Haçı ile rozet motifi yer almaktadır. Kilisenin güney cephesindeki kapı üzerinde alçak kabartma halinde akanthos yaprağı motifi vardır.
Kaynak: www.antakya.com
Hayatımda ilk defa Türkiye’de otomobille sınırdan geçiyordum. Geçen sene Hopa’da, Gürcistan sınırına kadar gitmiş ancak sınırı geçmemiştim. Ali Kaptan’ın yönlendirmeleriyle bir form doldurduk. Üç tane gişe var burada. Biri Türkler için, biri Suriyeliler için diğeri de Arap ülkeleri vatandaşları için. Ali Kaptan bizden pasaportları alıp ortadaki boş olan Arap vatandaşları için olan gişeye yöneldi. Biz de arkasında onu bekliyorduk. Pasaportları gişeden biz geri aldık. Tekrar arabaya binip sınırı geçtik. İşlem 20 dakika sürmüştü.
Artık Suriye’deydik. Asfalt kalitesi bizim taraftakinden daha iyi. Öncelikle benzin aldık. 1lt benzin 44 SYP. Yani yaklaşık 1,50 TL. Şaka gibi değil mi? Daha sonra taş bir yolun önünde durduk. Ali Kaptan bu yolu Büyük İskender’in ordusunu rahat ilerletmek için yaptırdığını anlattı. Bir kaç fotoğraf çekip tekrar yola koyulduk.
Halep’e, şehrin yeni ve modern kısmından giriş yaptık. Zengin mahallerinde evlerin taş işçiliği görülmeye değer. Bir evin yanından geçerken Ali Kaptan “Burası 4 karılı adamın evi” dedi. Baktık önünde son model Mercedes S kasalar dizi dizi park etmiş. Her hanıma bir makam arabası tahsis edilmiş diye düşündüm.
Eski şehre girince manzara değişti. Bugünün tatil olması nedeniyle yollar nispeten boştu ama eski şehir oldukça canlıydı. Arabayı tur şirketlerinin kullandığı otoparka bıraktık. Yolun karşısına geçip Halep’in kapalı çarşısına Antakya kapısından giriş yaptık. Bizim kapalı çarşımızdan küçük ama kendine göre büyük bir çarşı. Hatta Ortadoğu’nun en büyük kapalı çarşısı diye anılıyor. Hediyelik eşya satan dükkanlar, baharatçılar, kasaplar ki etlerin bir kısmı dışarıda sergileniyor, manifaturacılar… Turistiz ya esnafın yakın ilgisine maruz kalıyoruz. Ali Kaptan’ı gören yanımıza geliyor zaten. Bir kısmı Türkçe konuşuyor. Biz çarşıda fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Çarşının sonunda geniş bir meydana çıkıyoruz. Ve karşımızda Halep Kalesi.
Kalenin kendisi ve çevresi restorasyon geçirmiş. Aslında pek belli olmasa da yenileme işleri hala devam etmekte. Kaleyi çevreleyen hendek yakın bir zamanda su ile doldurulacakmış. Meydandaki kamu binaları özelleştirilmiş ve şu an otel olarak hizmet görüyor. Misal eski emniyet müdürlüğü Carlton Citadel Hotel olmuş. Biraz meydanda dolaştıktan sonra kaleye giriyoruz. Suriyeliler 15 SYP öderken biz turistler 150 SYP ödüyoruz. Tam 10 katı. Hoş bizim paramızla 5 TL :).
Halep Kalesi
Suriye’nin ikinci büyük şehri olan Halep’in merkezinde bulunan ve birçok medeniyete ev sahipliği yapan Halep Kalesi, dünyanın en eski ve en büyük kalesi olarak biliniyor.
10.500 yıllık bir maziye sahip olan ve Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Halep Kalesi, aslında şehrin ilk kurulduğu yerleşim alanı içinde bulunuyor. Kalenin içinde ise binlerce insanın uzun zaman yaşamasına imkan verecek her türlü araç ve gereç mevcut. Tarihi evleri, sokakları, su kuyuları, odaları, camisi ve daha birçok yapısı ile kale yalnız başına bile surlarla çevrili bir kenti andırıyor. Kalenin çevresinde bulunan su bir zamanlar adeta savunma mekanizması gibiyken, küresel ısınmanın etkisiyle burada bir damla su bile kalmadığı görülüyor. MÖ 3000’li yıllarda inşa edilen Halep Kalesi’nde çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Arap krallıkları, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirleri yaşandı. Kent, Suriye’nin en canlı ticaret ve üretim merkezlerinden biri olmuş. Halep’i ziyaret eden turistlerin şehri kuş bakışı görmek için en çok gezdikleri yerlerin başında, kentin en hakim noktası olan kale geliyor. Burada ziyaretçiler, hem uygarlıkların izlerine genel bir perspektiften bakıyor hem de çay ve kahvelerini yudumlayarak yorgunluklarını atıyor.
Kaynak: http://www.haberler.com/dunyanin-10-bin-500-yasindaki-en-eski-kalesi-halep-haberi/
Kalenin içine girince hediyelik eşya dükkanı gördük. Ben her gittiğim şehirden hatıra olarak buzdolabı süsü ve/veya kahve kupası alırım. Hazır şehrin en önemli simgelerinden birindeyken bu işi de halletmek istedim. Ama satıcıyı beğenmedik. Süslerin üzerine 200 SYP yazmış. Bu rakam Avrupa’dan bile pahalı. Üçüne 500 SYP verelim dedik ki bence gayet makul bir istek. Adam elimizdeki süslere baktı bunlar 250 SYP dedi. Ulen beğendik diye zam mı yapıyorsun? Kemal kızdı çıktı, biz de arkasından onu takip ettik. Söylene söylene kaleyi gezmeye başladık.
Kaleden bütün Halep ayaklarınızın altında. Sap sarı toz içinde bir şehir. Yeşil buraya hiç uğramamış. Tevekkelli değil Araplar Türkiye’ye girer girmez soluğu Harbiye’de alıyorlar. Yoldaşlarıma otantikliğin beni hiç çekmediğini anlatıyorum. Çarşıda pazarda kargaşa, bağrış çağrış mal satanlar, tarih kokan ama döküntü evler, toz içinde bembeyaz bir hava… Yok dedim bana göre değil bunlar. Yeşil yok, mavi yok, düzen yok neyleyim ben böyle memleketi.
Halep, (Arapça: حلب ˈħalab) Suriye’nin 2. en büyük kentidir. Halep merkezinin 2007 nüfusu 1.7 milyon civarında olup, Halep’e bağlı olan yerleşim yerleri ile toplam nüfusu 4.393.000 ‘dur. Bazı eserlere göre Halep’in nüfusu Şam’dan fazladır ve böylece Suriye’nin en büyük kentidir. Halep Arapçada ve diğer bazı Sami dillerinde süt veren demektir.
Halep, Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli kentleri arasında yer almış, Türkçe deyimlere ve Türk edebiyatına yerleşmiştir. “Halep oradaysa arşın burada” deyimi, Aşık Ömer’in “İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri” beyti, Aşık Emrah’ın sevdiğini Halep’te araması, Kerem’in Aslı’nın ateşine Halep’te yanıp kül olması bu meyanda sayılabilir.
Pek çok tarihçi Halep için “Doğunun Kraliçesi” terimini kullanmıştır. Yumuşak iklimiyle, kültür ve sanat çevresiyle, eğlence hayatıyla, zengin mutfağıyla insanları kendine çeken bir özelliği vardır. Kebabın kökeni tartışmalarında da Adana ve Urfa’ya rakiptir.
Tarihi MÖ 3000’li yıllara uzanan Halep Kalesi’nde çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Arap hakimiyeti, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirleri yaşanmıştır. Suriye’nin sürekli ticaret ve üretim merkezlerinden biri olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Bursa ve İstanbul’dan sonraki en önemli dokumacılık merkezi Halep olmuştur. İpekli dokumaları ve sabunları Halep’in en önemli ihraç malı olmuştur.
16.yy’dan itibaren Venedikliler, İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar Halep’te konsolosluklar ve acenteler kurmuştur. Osmanlı’da ilk mason locası da Halep’te kurulmuştur. Osmanlı arşivlerinde yer alan hicri 1304 tarihli bir vesikada, Halep’te İngiliz konsolosu Handerson’un riyasetinde Farmason Locası namıyla bir gizli teşkilat kurulduğu bildirilmektedir. Arap harfleriyle ilk matbaa İstanbul’dan önce Halep’e uğramıştır.
Osmanlı şehirciliğinin klasik bir örneği olan Halep’in özelliklerinden biri de Kayşani ismindeki taş cinsinin yapılarda kullanılmasıdır. Halep kalesi, hanlar, hamamlar, çarşılar, camiler, medreseler bu taşlardan yapılmıştır. Halepliler günümüzde bile evlerini taş kaplama yapmaya devam etmektedir. Selçuklu, Eyyubi, Memlük ve Osmanlı izlerini taşıyan Halep, Bursa, Konya, İstanbul’un bir alaşımı gibidir.
Halep’te birçok etnik kökenden topluluk yaşamaktadır. Çarşıda pazarda Türkçe konuşan insanlara ve Türkçe esnaf tabela yazılarına rahatlıkla rastlanabilir. Kentte önemli sayılacak bir Türk nüfusu vardır. Özellikle Çukurova , Kayseri ve çevre illerde yerleşik halde yoğunluk gösteren, konar göçer örnekleri görülen Bozdoğan, Dulkadirli, Sırkıntı, Barak, Avşar gibi Oğuz-Türkmen boylarının mensupları günümüzde burada da yerleşik halde varlıklarını sürdürmektedir.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Halep
Kaleden indikten sonra meydandaki cafelerden birine, Ali Kaptanın yanına gittik. Buraya özgü naneli, limonlu bir içecekleri var dedi Ali Kaptan. Aslında bizim naneli limonatalara benziyor tadı. Fazladan içinde ne var bilemedim ama tadı gayet güzeldi. Biraz dinlendikten sonra hemen yanı başımızdaki başka bir çarşıya girdik. Burada da hediyelik eşyalar satılıyordu ve burada da Ali Kaptan iyi tanınıyordu. Ama bugün bizden Ali Kaptan’a ekmek çıkmayacak. Biz yine fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Ha bir de buzdolabı süslerini alıyoruz. Üçü 500 SYP.
Yürüye yürüye Umeyyed Camii (The Great Mosque, Hz Zekariya’nın türbesi olan Cami) civarına geliyoruz. Burada simitçiler, işportacılar tezgah açmışlar. Adamın biri de elinde bıçak, sebzeler üzerine sanatsal çalışma yapıyordu. Halep’te bir de Souk El Haldiyye (Tembel Kadınlar Çarşısı-Kolay Avrat Pazarı) varmış. Buradan bütün sebzeleri ayıklanmış, pişirmeye hazır olarak alabilirmişsiniz. Biz buraya gitmedik ama netten nasıl bir şey diye aratırken bu çarşının bir benzerinin Gaziantep’te olduğunu öğrendim. Halep’tekinden esinlenerek açılmış.
Umeyyed Camii
Şehrin en eski ve en ünlü camisidir. Halep kent merkezinde olan cami; Emevi Halifesi El Velid tarafından yapımına başlanıp 717`de Halife Süleyman döneminde bitirilmiştir. Tarih boyunca Nuriler, Memluklular ve Osmanlılar döneminde tamirler ve ekler yapılmıştır. İçerisinde Hz. Yahya`nın babası olan Hz. Zekeriya peygamberin türbesi bulunan camide restorasyon çalışmaları halen devam etmektedir.
Kaynak: www.tatilyolu.net
Bizim camilerin aksine ayakkabılarımızı daha avluya girerken çıkarttık. Elimizde ayakkabılar tozlu mermerlerin üzerinde yürürken yağmur yağdığında ne yapıyorlar acaba diye düşünmeden edemedim. Caminin ince uzun bir yapısı var. İçerisi oldukça sade. Sadece türbenin çevresi çinilerle süslenmiş. Burada her daim bir kalabalık var. İnsanlar türbeyi ziyaret edip dua ediyorlar. İçeride bir müddet vakit geçirdikten sonra dışarı çıktık. Artık karnımız acıkmıştı.
Taksi ile yemek yiyeceğimiz Wanes isimli lokantaya gittik. Taksiler çok döküntü. Genelde İran menşeli Saman ve Saba markalı. Taksi ücreti 30 SYP tuttu. Bütün Halep’i taksi ile 10 TL’ye gezebilirsiniz :). Hemen siparişleri verdik. Önce mezeler: İçli köfte, patlıcan, zahter salatası, sigara böreği, humus, çiğ köfte, zeytin salatası, tebbuli salatası. Hayatımda yediğim en güzel sigara böreğini burada yemiş oldum. Çiğ köfte ise adı gibi gerçekten çiğdi. Ne baharat var ne bulgur. Eti mıncıklayıp mıncıklayıp önümüze koymuşlar. Küçükken kasap dönüşleri tırtıkladığım kıymalar aklıma geldi. Kebap olarak ben bizim Adana’ya benzer bir şey yedim. Oldukça memnun kaldım. Burak kirazlı kebap, Kemal ise patlıcan kebabı yedi. Herkes yemeğinden memnun kalmıştı. Üzerine de acı kahve içip yemek işini halletmiş olduk. Yalnız hesap konusunda tereddütlerimiz oldu. Menü ile gelen hesabı karşılaştırıyoruz ama arada 1000 SYP kadar fark var. Kemal başladı hesap yapmaya. Kahveleri hesaba yazmamışlar. 4 ü 400 SYP imiş. Yahu adam başı 4-5 TL fazla veriyoruzdur en fazla, neyin hesabını yapıyorsun :).
Lokantadan çıkıp yürümeye başladık. Trafik yoğunluğu biraz daha artmıştı sanki. Oldukça fazla taksi var. Araba modelleri İstanbul ile kıyaslarsak eski. Genelde uzak doğu arabaları yollara hakim. Motosiklet ise oldukça az gördüm. Gördüklerimin de hepsi küçük hacimli motorlardı. Büyük hacimli motorları sadece polislerde gördüm. Acaba İran gibi burada da belli bir hacmin üzeri yasak mı diye düşündüm.
Eski sokakların arasından geçip Beit Wakil (Vekilin evi) isimli butik otel ve lokanta olarak hizmet veren eve geldik. Buranın sahibi ile Antakya’daki Sveyka’nın sahibi aynıymış. Eğer biz Ali Kaptan’a bizi Wanes’e götür demeseymişiz bizi buraya getirecekmiş. Adam bizden hiç para kazanamadı :). Evi şöyle bir dolaşıp, fotoğrafladıktan sonra tekrar yola koyulduk.
Halep’te cami kadar kilise var sanırım. Maronite Cathedral ve Greek Catholic Church de bunlardan ikisi. İlkinin sadece dışardan fotosunu çekiyoruz, ikincisinin içine de bakıyoruz. Zaten Roma ve Floransa’da gezdiğim katedrallerden sonra bunlar gözüme küçük geliyor. Sanırım kilise gezmekten artık sıkıldım.
Alışveriş caddelerinde gezimize devam ediyoruz. Bir ara kuyumcuların yanından geçiyoruz. Çoğu Ermeni asıllıymış. O yüzden bugün açıklar, Pazar günü ise Müslüman dükkanları açılırken onlar kepenk indiriyor. Bu arada öğlen başlayan toz fırtınası şiddetini arttırdı. Sokakta gezmek eziyet olmaya başladı. Zaten güzel fotoğraf da çekemiyordum. Bir de makinenin içine toz kaçırmayalım. Osmanlı’dan kalma tarihi saat kulesinin de yanından geçip tura başladığımız noktaya döndük. Arabamızı almak üzere tur şirketlerinin garajına yöneldik.
Arabayı alıp biraz da arabayla şehri dolaşıyoruz. Bu arada şehrin simgelerinden Al Rahman Camii’ni de yeniden görüyoruz. Bu caminin şöyle bir özelliği var. Tam karşıdan bakıldığında kubbe ve minareleri Allah şeklinde okunuyor. İçine neden girmedik ben de bilmiyorum. Sanırım bu toz fırtınası yüzünden gruba bir bıkkınlık çökmüştü.
Dönüşte karanlığa kaldık. Sınıra gelmeden önce benzinciden 22 Lt benzin aldık. Sonra bir dinlenme yerinde Ali Kaptan benzinin bir kısmını şişeye çekip şişeyi arabanın zulasına koydu. Biz bir anlam veremeyince neden böyle olduğunu sorduk. Meğer Suriyeliler benzini kendi vatandaşları için sübvanse ettiklerinden yabancıların 20 Lt üzerinde benzinle Suriye’den çıkmalarına izin vermiyorlarmış. Sınırı geçerken depoya bir hortum sokup seviyesine bakıyorlar. Yalnız değişik otomobillerin değişik benzin depolarının içindeki yakıtı aynı hortumla nasıl tespit ediyorlar orasını anlayamadım.
Duty Free’de kocaman Nutella kavanozlarını görünce dayanamayıp poz verdim. Görevlinin biri yanıma gelip fotoğraf çekilmenin yasak olduğunu söyledi. Fotoları silmemi istedi. Ulen neyin güvenliğini tehlikeye atıyorum bu yukarıdaki pozla. Burak iki tane çekmişti, birini görevlinin gözünün önünde sildim, sonra hemen makineyi kapadım. Bu da onlara kapak olsun :).
Otele dönüp kendimi hemen sıcak suyun altına attım. Saçlarım tozdan keçe gibi olmuş. Su vurunca çamur oldu :). Belki de cilde iyi geliyordur Halep kumu kim bilir. Saat dokuza doğru otelin üç beş adım ötesindeki Anadolu Restaurant’ta, Kemal ve Aykut ile buluştuk. Gelsin mezeler, kebaplar, künefeler. Bu arada şunu belirteyim buranın künefesi de Harbiye’de yediğim kadar güzeldi. Kahvelerimizi içip şehir turu attıktan ve şiddetli sağanağa yakalandıktan sonra Burak’la ben otele döndük, Aykut ve Kemal ise evlerine gittiler. Yarın İskenderun’a gidiyoruz.
20 Şubat, Pazar
Sabaha karşı başlayan şiddetli yağmurun çatı penceremizdeki tıngırtısıyla erkenden uyandım. Oldum olası yağmuru sevmişimdir. Görünen o ki bugün biraz ıslanacaktık. İskenderun sahilinde kahvaltıya gideceğimizden Burak uyumayı tercih edip beni kahvaltıda yalnız bıraktı. Bu arada grubun gececil insanı Kemal’in evde canı sıkılmış. Ben kahvaltıya indikten 15-20 dakika sonra yanıma gelip bana yarenlik etti. Dokuzda da Burak’ı kaldırdık. Ben odaya çıkarken yoldaşlar çay keyfi yapıyorlardı.
Biz otelden çıkarken sağanak etkisini kaybetmişti. Neyse çok ıslanmayacağız diyerek yola koyulduk. İlk hedefimiz Hıristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olan Saint Pierre Kilisesi. Rehyanlı Yoluna çıkıp Habib-ün Neccar Dağı’nın eteğine kurulan kiliseye ulaşıyoruz. Arabayı park edip yürüyerek müze alanına giriyoruz. Kemal kapıda yine 8 TL bayılıyor. Halbuki 20 TL verip bir müze kart çıkartsa sadece 4 TL fazla vermiş olacaktı. Üstüne de 1 yıl boyunca bir çok müze ve ören yerini ücretsiz gezebilecekti. Neyse bu kadar Müze Kart reklamı yeter biz kilisemize geri dönelim.
St. Pierre Kilisesi
St. Pierre, Dünyanın ilk mağara kilisesi olup, Hristiyanlığın Katolik, Ortodoks ve Protestan olarak mezheplere ayrılmadan önceki ilk kilisesi olduğu kabul edilmiştir. Eni 9.5 m, derinliği 13 m, yüksekliği ise; 7 m. dir.
Antakya-Reyhanlı yolu üzerinde, kente 2 km uzaklıktaki Habib-ün Neccar Dağı eteklerinde bulunan ve doğal bir mağara iken eklemelerle kiliseye dönüştürülmüştür. Ayrıca tarihte ilk defa, bu kilisede Hz. İsa’nın dinini tanıyanlara “Hristiyan” denmiştir. Kilise, Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan St. Pierre’in, Hz. İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyanlığı yaymaya çalıştığı yer olarak önemli bir dini merkezdir. 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından “hac” yeri olarak ilan edilmiştir. Her sene 29 Haziran günü burada tören düzenlenir.
İlk dini toplantının yapıldığı bu yer, MS. XII-XIII. yy’larda Haçlılar tarafından ön cephesine yapılan ilave inşaat ile gotik tarzda bir kilise şekline çevrilmiştir. Mağaranın tabanında MS. 4 ve 5. yüzyıllara ait tahrip olmuş mozaik kalıntıları, duvarlarda ise freskler bulunmaktadır.
Ayrıca kilise içerisinde mermerden St. Pierre’nin heykeli, kutsal sayılan su ve saldırı esnasında cemaatin gizlice kaçmasına yarayan bir de tünel bulunmaktadır. Kiliseye gün ışığının girişi, yüksekteki pencerelerle gerçekleştirilmiş olup, o günün mimarisine ve olanaklarına göre çok başarılıdır. St. Pierre, her yıl yerli ve yabancı binlerce turistin ziyaret ettiği bir kilisedir.
Kaynak: www.saintpaultarsus.com
Kiliseyi gezip hacı olduktan sonra hemen yakındaki Cehennem Kayıkçısı büstünü görmek için patikadan dağa tırmanmaya başladık. Yolda gördüğümüz küçük bir çocuk önümüze düşüp bize rehberlik yaptı. İyi de oldu çünkü Kemal bizi dağa kaldırıyormuş da haberimiz yokmuş. Küçük rehber bize doğru yolu gösterdi :). Güzel de bilgiler verdi. Söylediklerinin doğruluğunu da dönüşte internetten araştırdım, genelde doğru bilgi vermiş kerata. Hava hala kapalıydı ama yağmur durmuştu. Büstü görüp tekrar aşağı indik.
Charonion Büstü (Cehennem Kayıkçısı)
St Pierre Kilisesi’nin 200 metre kuzeyinde, Antiochus IV Epiphanes (İ.Ö. 175 – 164) zamanından günümüze gelmiş yegane eser, bir kayaya oyulmuş Charonion’a (Yunan mitolojisinde Cehennem Kayıkçısı) ait dev büsttür. Hükümdarlığı sırasında kente yayılan veba salgınını durdurması için ilahlara yaranmak amacıyla yontulmaya başlanmış olan büst, salgının sönmesi sonucu tamamlanmadan yarım bırakılmıştır.
Kaynak: www.antakya.bel.tr
Charon, Kharoon ya da Kharon (Ölülerin Kayıkçısı)
Kharon ölü ruhlarına Acheron ırmağını geçirtmek için para alır o nedenle ölülerin ağzına bir metelik konurdu. Para almazsa Kharon ruhları kovar, taş çatlasa yumuşamazdı. Hele toprağa gömülmeyen ruhların Hades bataklığını geçmeleri olanaksızdı. Kharon Etrüsk mezarlarında sık rastlanan bir simgeydi. Ölmekte olan insanı yer altı ülkesine almakla tam anlamıyla öldüren bir cin olarak gösterilir. Hermes’in kılavuzluğunda yeraltına inen bir çok ölü Kharonla ve kendi kendisiyle konuşur, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğu sonucuna varır.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kharoon
Saat on bire doğru Aykut’ların evine gidip arabayı bıraktık. Tek araba İskenderun’a doğru yola koyulduk. Yağmur yeniden hızlanmıştı. Yaklaşık yarım saat sonra İskenderun sahiline ulaşmıştık. Sahile nazır Petek Cafe’de brunch alacaktık. Oldukça popüler bir yer olduğundan hafta sonları rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Havanın oldukça kötü olmasına rağmen mekan hınca hınç doluydu. Güzel bir açık büfe beni bekliyordu. Arada dışarı çıkıp yağmur altında fotoğraf da çektim. Hatta kayaları aşan dalgalar tarafından taciz de edildim. Pantolonumun dizden aşağısı sırıl sıklam olmuştu.
Yemekten sonra Arsuz’a doğru yola koyulduk. Antakya ve İskenderunluların yazlıklarının bulunduğu şirin bir tatil kasabası Arsuz. İskenderun’dan arabayla yaklaşık 30 dakika sürüyor. Aykutların yazlığına uğrayıp biraz da burada vakit geçirdik. Bu arada hava dönmeye başladı, güneş açtı. Ben de fırsat bu fırsat deyip bir kaç fotoğraf çektim. Dönüş yolunda ise Arsuz Çayı üzerinde çay içtik. Kemal ise ara öğün olarak lahmacun yedi :).
Arsuz bölgesi, İskenderun’dan 40 kilometre boyunca güneyde sahil şeridi üzerinde ve merkezi Arsuz Çayı ağzında bulunan turistik bir beldedir. Tarihi boyunca ” Rhosus”, “Rhopolis”, ” Port Panel” , “Kabev” ve “Arsous” gibi isimlerle anılmıştır.
Arsuz’da ilk yerleşim çok eskilere dayanır. Ancak bilinen tarihi Selevkoslarla başlar. Arsuz, M.Ö. 300 yıllarında Makedonya kralı Büyük İskender’in generallerinden Selevkos I. Nikator’un, MÖ.. 64’te Roma’nın, MS.. 638 yılında Arapların, 969 yılında Bizanslıların ve 1268’de Memlukluların egemenliği altına girdi.
Arsuz, Bizans ve Roma döneminde önemli bir liman ve yerleşim yeri idi. Bu dönemlere ait tarihi bir bölümü günümüzde mevcut olup, askeri bölge içerisindedir. Bilindiği gibi Sen Piyer de buradan geçmiş ve Antakya’da Hristiyanlığın hac merkezi haline gelen Sen Piyer Kilisesini Antakya dağlarının eteğine kurmuştur. İşte Hristiyan öncülerinin seçtikleri yol güzergahında bulunan Arsuz yöremiz, miladi yıldan hatta milattan önceki yıllardan beri bir çok medeniyetlere kucak açmış ve bu medeniyetlerin etkisi altında kalmıştır.
İskenderun’un Arsuz yol kavşağı denilen mevkiden başlayan ve sahil boyunca yaklaşık 5 ila 10 kilometrelik vadiler, ovalarla devam eden Arsuz yöremizin 40 kilometre uzunluğundaki deniz sahil şeridi bir çok ülke insanının yerleşim ve yaşam yeri olmuştur
Nardüzü’nden başlayan Arsuz yöremiz, sahil şeridini takiple Domuzburnu’na kadar uzanır. Burada yaşayan Hristiyanlar geniş arazilere sahip olmuş tarımla uğraşarak buradaki mümbit topraklardan uzun yıllar yararlanmışlardır.
Kaynak: www.arsuz.org
Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Akşam BJK-FB maçı olduğundan yola koyulduk. Daha Belen’de, Belen Tava yiyecektik. Yola çıkarken lokantayı arayıp (Kurtoğlu Tesisleri) tavanın hazırlanması için bilgi verdik. Böylece biz oraya gittiğimizde yemeğimiz hazır olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Belen tava da çok güzelmiş. Malzemeleri şöyle: Kuşbaşı doğranmış kuzu eti, sarımsak, domates, pul biber, karabiber, kekik, soğan… Bunlar toprak tepsiye doldurulup fırınlanıyor. Aslında aynı malzemeleri sac tavaya koyup kavurursanız sac kavurma oluyor. Geçen Kurban Bayramında Didemimle, Muğla-Marmaris yolu üzerinde, dağ manzarasına karşı nefis bir sac tava yemiştik. Bunun avantajı suyuna pide banabilmeniz.
Belen Tava ziyafetinden sonra tekrar yola koyulduk. Antakya’ya varıp Itır ile Sarp’ı eve bıraktıktan sonra şehir kulübüne gittik. Maç başlamıştı. Maçı FB 4-2 kazandı. Maçtan sonra, artık gelenek haline getirdiğimiz şehir turumuzu attıktan sonra Aykut ile vedalaşıp otele döndük. Sabah erkenden otelden ayrılacağımız için hesabı kapattık. Lakin odamıza çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Odamız temizlenmemiş, havlular değişmemişti. Resepsiyonu arayıp biraz kızdım. Yok bizim gideceğimizi sanmışlar, ondan temizlememişlermiş. Len madem gideceğimizi düşündünüz o zaman odayı neden yeni müşteriler için hazırlamadınız. Biz de yedik. Zaten bir daha gelirsem Savon Hotel’de kalacağım. Liwan şehre yakın makın ama ufacık odalara/duşlara ben sığamadım.
21 Şubat, Pazartesi
Sabah erkenden kalktık. Kemal bu kez şoförlü bir arabayla bizi almaya otele geldi. Antakya gezisi boyunca Aykut sürekli bizi mahcup etti. Hava aydınlandıkça koyu bir sisin çöktüğünü gördük. Dedim bu havada uçak kalkmaz. Havalimanı daha beterdi. Yeni yapılan terminal binası eski kulübeden hayal meyal seçiliyordu. Sabah THY’nın uçağı kalkmış diye bir haber duyuyoruz. Kontrollerden geçtikten sonra kümesimize girip uçağın kalkmasını bekliyoruz. Bu arada yolcu bekleme salonu çok havasız. Zaten bir süre sonra içeri yolcu almayı durdurdular. Bir uçağın yolcuları buraya sığmıyor yani.
Derken cep telefonlarına mesaj geldi. Uçuş sis nedeniyle iptal edilmiş. Yolcular arasında hemen bir hareketlenme oldu. Bağrış çağrış sesler yükselmeye başladı. Biz salondan dışarı çıkıp beklemeye başladık. İstanbul’dan kalkan uçak sis yüzünden Hatay’a inememiş, biraz döndükten sonra Adana’ya inmiş. Yolcularını indirmeden orada bekliyormuş. Benim Pegasus’tan yana hiç şansım yok. Alp ve İsmail ile Trabzon dönüşü, Obama geldi hava trafiği alt üst oldu, 4 saat rötar yedik; Didem ile Münih dönüşü yanardağ patladı az daha dönemiyorduk, 2 saat rötara sevindik bile. Şimdi de sis engeline takılıp 3 saat rötar yedik.
Sonunda sis açıldı da uçağımız geldi. Yirmi dakika sonra havalanmayı bekliyorduk. Kemal’e dönüp takside fazla beklemezsek hemen kalkarız dedim. He he tek pist, tek kapı var ne taksisi gibisinden espri yaptım hesapta ama daha gülemeden kaptanın sesi kulaklarımda yankılandı: Hava alanına inmekte olan uçaktan sonra hemen havalanacağız :).
Güzel bir geziyi daha arkamda bıraktım. Öncelikle bu geziyi planlayan ve beni davet eden Kemal’e, sonra yoldaş ve oda arkadaşım Burak’a, son olarak da bizi Antakya’da en iyi şekilde ağırlayan, gezdiren, yediren içiren Aykut’a ve ailesine teşekkür ediyorum.
Sağlıcakla…