Kıyıköy Motosiklet Gezisi

14 Kasım 2009

Yol bizi bu defa Batı Karadeniz’in şirin balıkçı kasabası olan Kıyıköy’e götürüyor. Hava güneşli, 15-16 derece civarında. Saat dokuz buçukta evden çıkıp Buke’ye atladım. Benzini ve lastik havalarını tamamlayıp FSM köprüsüne doğru gaz açtım. Didem’i, baba evinden, Sinanoba’dan alıp Kumburgaz’dan tekrar TEM’e çıktım. Çerkezköy sapağında TEM’den ayrıldık. Saray’a bölünmüş yoldan rahatça ulaştıktan sonra sağa, Kıyıköy yoluna saptık. Ve işte o zaman Buke kişnemeye başladı, ne de olsa yolunu bulmuştu.

Rotamız

Saray – Kıyıköy arası manzaralı bir orman yolu. Yer yer bozulsa da asfalt kalitesi fena değil. Buke içinse kaymak gibi diyebilirim. Mevsimden olsa gerek trafik yoğunluğu da düşüktü. Tepemde güneş, altımda Buke, arkamda Didem, kulağımda sevdiğim melodiler tatlı tatlı virajları dönerken keyfim gıcırdı. 

Kıyıköy’e 9-10km kala sağ tarafta Kastro Milli Parkı tabelasını görünce durdum. Kocaman bir kamyon yolu kapamıştı. Orman işçileri kamyona ağaç yüklüyordu. Sonra küçük bir tabela gözüme ilişti: Yol yapımı çalışmaları nedeniyle yol trafiğe kapalıdır. 3km ötedeki yolu kullanın.

Kastro Orman Yolu

Ben bir taraftan takometremi, diğer taraftan da sağda görmem gereken tabelayı kolluyordum. Ve bir virajın ardından Kastro tabelasını görüp sağa saptım. Çakıllı, mıcırlı toprak bir orman yoluna girdim. Buke’nin keyfi tavan yaptı. Sıkıcı otobandan sonra Trakya’nın tek doğal yaşlı Karaçam orman alanı olan Kastro Ormanında, toprak yolda gitmek ona ilaç gibi geldi. Ben de vizörümü aralayıp mis gibi havayı içime çekip oksijen sarhoşu oldum.

Lagün Gölü

Bir kaç kilometre sonra bizi bir lagün gölü karşıladı. Manzara için Buke’yi sağa çektim. Şansa çektiğim yerde böğürtlenler varmış. Didem sevinç içinde böğürtlenlerin arasına daldı. Bana da böğürtlen güzelini fotoğraflamak düştü. Hadi hakkını yemeyeyim bir kaç böğürtlen de benim kursağıma gitti.

Yörede bu şekilde derelerin önlerinin kesilmesi sonucu oluşturulmuş irili ufaklı bir çok lagün gölü var. İyi ki yol yapım çalışması varmış yoksa diğer yoldan gitsek bu gölü, manzarayı ve böğürtlenleri kaçıracakmışız.

Didem, böğürtlenlerin arasından…
Sonbaharın renkleri

Bu şirin lagün gölünü arkamızda bırakıp tırmanışa geçtik. Sonra da inişe… Bir yerde ana yol ile birleştik ve tekrar asfaltta yol almaya başladık ama toprak yoldan beter delik deşik bir asfaltta. Her halde yol yapım çalışmaları sonunda burayı yamarlar. Yenilerler demiyorum çünkü dandik bir yama yapılıp geçiliyor. Sonra ilk karda o atıyor, delik daha da büyüyor. Neyse biz hikayemize geri dönelim.

Sevimli enikler

Ve işte meşhur Kastro Plajı’ndayız. Motoru yörenin yegane tesisinin önüne çektim. Bana biraz İğneada Plajı’nı hatırlattı ama bu daha kısa. Tesisin hemen yanından, Bahçeköy Deresi Karadeniz’e dökülüyor. Su bisikletlerinden anladığım kadarıyla içlere doğru güzel bir manzara var. Aslında vakit olsa bunlardan biri ile derenin yukarılarına pedal çevirmek isterdim. Bu yönüyle de Ağva havası var. Tabi esas Ağva tadını Kıyıköy’de bulacağımı o an bilmiyordum.

Bu arada tesisin içinde oynayan enikler bizi görünce teker teker telin altından sürünüp yanımıza geldiler. Beşi birden Didem’in etrafını çevreledi. o kadar şirinlerdi ki… Ah ah köpek özlemim depreşti birden.

Bahçeköy Deresi
Kastro (Çamlıköy) Plajı

İnternetten edindiğim bilgilere göre bu plaj yazları hınca hınç dolu oluyormuş. Biz en güzel mevsimde geziyorduk. Ne sıcak ne soğuk, ağaçların dallarında rengarenk yapraklar, iki balıkçı olta ile balık tutuyor, sessizlik, dinginlik… İstanbul’u çok sevsem de arada böyle kaçamaklar ruhumu dinlendiriyor.  Plajda biraz daha vakit geçirip Buke’nin yanına dönüyoruz.

Evet Didem de oradaydı 🙂

Geldiğimiz toprak yoldan geri dönüp tekrar asfalt ile buluşuyoruz. Yaklaşık 6-7km sonra Kıyıköy’ü yukardan gördük. Doğal, şirin bir liman ve çevresine serpiştirilmiş evler. Yazının başında da dediğim gibi küçük bir balıkçı kasabası. Kasabaya tarihi kapısından girip bölgeyi keşfe çıktık.

Kıyıköy

Biraz da ansiklopedik bilgi:

Kıyıköy

Burası Kırklareli’nin Vize ilçesine bağlı, tarihi ilkçağa değin uzanan bir balıkçı beldesidir. İstanbul’a 164 km, il merkezine 92 km, ilçe merkezi Vize’ye ise 38 km uzaklıkta yer alır. Belde, tarihi varlıkları, Istrancalar’ın bağrından kopup gelen akarsularının yeşile bezediği zengin doğası, ancak bir yürüyüş mesafesi kadar uzaklıkta falezler oluşturan girintili çıkıntılı kıyıları arasında keşfetmeye hazır koyları, hele ki Karadeniz’in ve akarsularının sunduğu lezzetli balıklarıyla tatilcilerin gözdesi olmuştur.

Kıyıköy Limanı

Beldenin bilinen en eski adı Salmydessos’tur. “Pırıltılı, kutsal, güzel yer” manasına gelmektedir. Dil bilimi uzmanı Bilge UMAR’ın tespitlerine göre ise, M.Ö. 400’lerde Helenler bu bölgeye “Bal yiyenlerin yurdu” ve “Darı yiyenlerin yurdu” demişlerdir. Zira yaşam biçimlerine göre isimlendirilen Trak boylarından sebep böyle anıldığı ileri sürülmektedir.

Bizans surları

M.Ö. 500’lü yılların ilk çeyreğinde Pers İmparatoru Darius’un kudretli orduları önünde Anadolu’dan Balkanlar’a doğru kaçan Lidya’lılarca yerleşim yeri olarak kurulduğu düşünülmektedir. Tarih içerisinde Traklar, Persler, İskitler, Medler, Ceneviz kolonileri gibi birçok medeniyeti gören Kıyıköy daima önemli olagelmiştir.

Adı burayla anılan en önemli kişilik ise, tarih sahnesine “Roma’ yı yakan adam” olarak geçecek, Trakya valisi iken Kıyıköy’e sayfiyeye gelen Neron’dur. Roma ve Bizans dönemlerinin izlerini bugün bile beldede görmek mümkündür. İmparator Jüstinyen döneminde yapılan ve hala ayakta duran surlar, buranın bir kale-kent olarak da çok önemli görüldüğüne işaret eder.

Yönetim merkezleri olarak Vize’yi seçen Roma ve Bizans kral ve prensleri, bir sayfiye yeri olarak Kıyıköy’ü hep önemsemişlerdir. Hatta Osmanlı döneminde, Istrancalar’daki av partileri sonrasında dinlenmeye çekildikleri yer olarak Kıyıköy’den sıkça bahsedilir.

Batı Kardeniz’in ender doğal limanlarından biri Kıyıköy

Tarih içinde, Osmanlı Rus Savaşı sonrası Ruslar’ın, Balkan Savaşları sonrası Bulgar ve Yunan işgallerini yaşayan Kıyıköy, tarih kitaplarında adı geçen o tarihi sınır hattının da bir ucunda yer almıştır: “Midye-Enez Hattı…” Zira yakın zamana kadar beldenin bilinen adı Midye’dir. O dönemler Rum ve Bulgar nüfusun da ağırlıklı yaşadığı bölgeye, mübadele sonrasında denizciliği iyi bildikleri için Selanik göçmenleri yerleştirilir. 1960’lara kadar Midye olarak bilinen beldenin ismi, bunun yabancı bir isim olduğu savına saplanılarak Kıyıköy olarak değiştirilir.

Kıyıköy son yıllarda turizmde de kendine açılımlar arayan, genel itibarı ile bir balıkçı beldesidir. Tarım ve hayvancılık da yörede diğer geçim kaynakları arasında yer alır.

Manzaraya dalmak

Trakya’nın iç kesimlerinden antik Diyonisos Şarap Yolu üzerinden manda arabaları ile Kıyıköy limanına amforalar içinde taşınan şaraplar, buradan Avrupa limanlarına aktarılırdı. Bu yönüyle ticari bir önemi de olan Kıyıköy, Helen geleneğinden gelen pagan-panayırlarının da sosyal ve ticari yaşamına izler kattığı bir yerleşim olmuştur. 

Kaynak: www.trakyagezi.com

Kıyıköy Falezleri
Özgürlük, bir de kuş olup uçabilsem…

Kıyıköy’ü değişik noktalardan fotoğrafladım. Hava biraz kapadıysa da güzel kareler yakaladım. Manzaranın tadını çıkardıktan sonra acıkan karınlarımız için Köşk Restaurant’ın yolunu tuttuk.

Buke yine tepelere çıkardı bizi
Köşk Restaurant’tan Kıyıköy manzarası

Köşk Restaurant şirin, salaş bir balık lokantası. Ahşap yapının önündeki terasında üç masa var. İçeride ise 11,12 masa ve gürül gürül yanan bir şömine… Hava çok güzel olduğundan Didem ile dışarıda oturmayı tercih ettik. Gerek soğuk mezeler gerek ara sıcak olarak yediğimiz kalamar tava ve karides güveç çok başarılıydı. Balıklar zaten günlük. Biz orada otururken yanaşan teknelerden yukarıya el arabalarıyla balıklar geliyordu. Balık tercihimizi çinekoptan yana kullandık. En güzel mevsimi ne de olsa ve hata yapmadığımızı damağımız da onayladı: Balıklar çok güzeldi. Lokantanın sahiplerinden Hakan Bey bizimle yakından ilgilendi. Hatta onun da bir fotoğrafını çektim şöminenin başında. Bize küçük kızının fotoğraflarını gösterdi. Dediğine göre bir fotoğrafçı grubu yöreye gelmişler ve uzun uğraşlardan sonra çekmişler. Çok da tatlı Allah bağışlasın. Ve son olarak, Selçuk duymasın, fırından sıcak helva geldi. Şimdi duyar, irmik helvası gibi aşerer adam. Çayları ise içerde gürül gürül yanan şöminenin başında içtik.

Köşk Restaurant’ta şömineye karşı çay keyfi

Karnımız doyduktan sonra Kıyıköy’ü gezmeye devam ettik. Önce limana inip balıktan dönen tekneleri, kasa kasa balıkların teknelerden indirilişini seyrettik. Limanın sağ tarafı bir nevi balık hali/pazarı. Frigo kamyonetler bu dükkanların önüne yanaşıp buzlanmış balıkları alıp gidiyorlar. Fenere kadar gidip biraz fotoğraf çektikten sonra yeniden Bukefalos’un yanına döndük.

Kıyıköy Limanı ve Balık Hali
Rev’it reklamı gibi olmuş 🙂
İkindi vakti limana geri dönen balıkçı teknelerinden biri
Liman içi plajı 🙂
Martılar Kısmetlerinin Peşinde

Sonraki durağımız kasabanın 1-2km kadar dışındaki plaj ve Aya Nikola Manastırı. İkisine de aynı yoldan gidiliyor, sonra yol çatal oluyor. Tabela ters dönmüş, biz sağa sapıp plaja indik. Plajın girişinde turistik tesisler var. Pabuçdere burada Karadeniz’in serin sularına kavuşuyor. Zaten manzarayı görünce hemen Ağva aklıma geldi. Kastro gibi burada da  su bisikletleri var. Ama bizde yine zaman yok. Sonbaharda gezmek iyi hoş da şu güneşin erken batması yok mu…

Kıyıköy’ün plajı
Pabuçderesi
Pabuçderesi
Karnı burnunda koyunlar

Plajdan geri dönüp Aya Nikola Manastırı’na gittik. Girişindeki tabelada Dünya’nın sayılı kaya manastırlarından olduğu yazılı. Peki madem öyle neden bu kadar bakımsız kalmış. Bu manzarayı görünce insanın içi acıyor. Ben artık bunları yazmaktan sıkıldım. Bu tarihi manastırın önünde bakımsız, kılıksız bir adam gelenlerden para koparmaya çalışıyor. Hani tek başıma gezen bir kadın olsam içeri girmeye korkarım bu adamı görünce.

Aya Nikola (Hagia Nichola) Manastırı

Aya Nikola Manastırı

Jüstinyen dönemine tarihlenen, ayakta kalmayı başarmış ama bakımsızlıktan kendini bir türlü kurtarıp anlamını tazeleyemeyen bir başka önemli yapı ise, kayalara oyularak yapılan Aya Nikola manastırıdır.

Hırıstiyan azizlerine ithafen isimleri verilen manastırlar içinde bu ismi almış olmasının ipucunu süren Alman Türkolog ve Osmanist Hans JOACH, 4. yy’da yaşayan Aziz Nikolaus ( Noel Baba )’nın mezarının Babaeski’de olduğu savına dayanarak, bu yörede azizin çok önem atfedilen biri olmasına bağlar. Zemin kat kilise ve ayazmadan oluşurken, üst tarafta keşiş odaları yer almaktadır. “Terleyen Heykel” diye mucize yarattığına inanılan Aziz Nikola’ a ait önemli bir heykelciğin ve manastırın diğer değerli eşyalarının Rus ve Bulgar işgalcilerce kaçırıldığı tesbit edilmiştir.

Gözlerden uzak, kendi ürettikleriyle geçinen keşişlerin yanısıra şifa aryanların, Dünya nimetlerinden uzaklaşarak çile doldurmak isteyen inanç sahiplerinin de uğradığı önemli bir sığınaktı Aya Nikola manastırı. Tüm bu derin arka plana rağmen, şimdilerde korumasız bakımsız kaderine terkedilen manastır turizm içinde değer bulacağı zamanı beklemektedir.

Kaynak: www.trakyagezi.com

Tahribata dikkat

Ve Kıyıköy bitti. Keşke biraz daha vakit olsaydı da Didem ile şu pedallılarla derenin içlerini keşfedebilseydim. Eminim çok güzel kareler yakalardım. Neyse buraya bir daha gelmek için sebebimiz olsun bu da. Dönüş yolunda bir de sürprizle karşılaştık. Vize yolu devrilen ağaçlar nedeniyle kapanmıştı. Jandarma yolu kesmiş, işçiler ağaçları kaldırmak için çalışıyorlardı. 10 dakika sürmedi yol açıldı.

Yola ağaç devrilmiş

Rahat ama güneşin alçalmasından ötürü serin bir yolculuktan sonra Mimaroba’ya vardık. Didem’i indirip eve doğru gaz açtım. Trafik yoğundu ama Buke değerli artçımı da indirmiş olmanın verdiği rahatlıkla kendi yolunu açmasını iyi biliyor. Eve geldiğimde takometreden 403km rakamını okudum. Kasım Ayı için oldukça güzel bir seyahat olmuştu. Bu arada yeni kaskımın içine Shure ES 320 kulaklıklarımı takmış ve canım yanmadan yolculuğu tamamlamıştım.