5 – 10 Mayıs 2011
2010 Aralık ayı. Alp ile aramızda yine bir e-posta döngüsü yaşandı. Bülent Ağabey, Burak ve Hakan da bu döngüye dahil olduklarında karar alınmıştı: 2011 Final Four’unu seyretmeye, Barselona’ya gidiyorduk. Fenerbahçe’nin sezon başındaki form durumu da bu kararı almamızda etkili oldu. Hoş grupta Fenerliden çok Galatasaraylı vardı ama sonuçta bir Türk takımının Final Four’da yer almasını canlı olarak izleme ihtimali, herkesin iştahını kabarttı. Olmadı simsarımız Burak, 370 Euro’ya aldığımız biletleri karaborsadan 1500 – 2000 Euro’ya satar. Basketbol aşkı bir yana Final Four’un bu sene Barselona’da olması da atlanmaması gereken bir etkendi. Uzun lafın kısası 2011 yılına girmeden Final Four biletleri alınmış, otel ve uçak rezervasyonları yapılmıştı. Hatta Alp ile benim birer yıllık schengen vizelerimiz de hazırdı. Öyle ki her şey 5 ay öncesinden hazır olduğundan, Mayıs ayı yaklaşırken, Alp ile birbirimize acaba unuttuğumuz bir şey oldu mu diye soruyorduk.
5 Mayıs, Perşembe
Sabahın beşinde kalktım. Duş ve muz faslından sonra Alp’e gittim. Zorro’yu burada bırakıp tek araba Atatürk Havalimanı’na gittik. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen havalimanı girişinde oldukça yoğun bir trafik vardı. Arabayı park ettikten sonra gördük ki içerisinin de dışarıdan bir farkı yok. İğne atsanız yere düşmez. Sanki bayram tatili var, herkes bugün bir yerlere uçuyor. Exit koltuk aşkına online check-in de yaptırmamıştık. Tabi kalabalık yüzünden Exit neyin yalan oldu. En arka sıralardan aldık koltukları. Ama neyse ki arkada oturan yokmuş. Üçlü sıralara tek başımıza yayılarak rahat bir şekilde El Prat de Llobregat Aeropuerto’ya indik. İkinci kez Barselona’daydım. İlk seferimi merak edenler buradan okuyabilirler.
Havalimanından çıktığımızda bizi güneşli ve sıcak bir hava karşıladı. Terminalin hemen önünden Aerobus’a (5,30€) bindik. Yirmi dakika içinde son durak olan Catalunya Meydanına geldik. Kabin çantalarımızı çeke çeke La Rambla üzerindeki otelimize ulaştık. Burak ve Bülent Ağabey Barselona’ya dün gelmişlerdi. Otel yoğun olduğu için henüz check-in yapamadığımızdan çantalarımızı Burakların odasına bıraktık. Bülent Ağabey iş görüşmesine gitmiş. Burak’ı alıp kendimizi dışarı attık. İlk hedef otelin hemen çaprazında kalan La Boqueria. Alp biraz söylendiyse de meyveleri görünce yelkenleri suya indirdi. Meyve salatalarımız elimizde, La Rambla’dan aşağı, sahile doğru yola koyulduk.
Buraya gelirken lokal ve güzel lokantalar için kuzento Remzi’ye rica etmiştim. Madrid’te öğretim üyesi olan Remzi’nin, kendisi gibi öğretim üyesi olan arkadaşı Kerem, Barselona’da yaşıyor. Sağ olsun bize bir kaç lokanta ismi söyledi. Biz de öğle yemeği için listedeki lokantalardan, 7 Portes’in yolunu tuttuk. Lokanta merkez tren istasyonuna oldukça yakın. Kerem buranın paellası meşhur diye yazmış. Mekanın atmosferi çok güzeldi. Biz önden soslu midye söyledik. Üzerine de deniz ürünleri paellası. Nasıl söyleyeyim parmaklarımızı yedik. O kadar güzeldi yemekler. Mutlu ve mesut bir şekilde lokantadan ayrıldık.
Fotoğraf çeke çeke sahilde gezinmeye başladık. Fotoğraf demişken buraya Canon S90 ile geldim. Bize gönderilen Final Four bilgi e-postasında maçlara büyük kamera alınmayacağı yazılmış. Eh zaten Canon 40D ve saz arkadaşları ile bu güzel şehri iki sene önce fotoğraflamıştım. Elimde iri bir kamera sırtımda onun lensleri olmadan rahat rahat gezerim diye düşündüm. Zaten büyük makinemi sadece bir yerde aradım, orada da imdadıma Alp ve Nikon D90’ı yetişti.
Deniz Müzesi’nin, tadilat nedeniyle kapalı olduğunu öğrenince otele geri döndük. Check-in yaptırıp odamıza yerleştik. Biraz dinlenip duş aldıktan sonra otele dönmüş olan Bülent Ağabeyi de alıp şehrin Roma döneminden kalma eserlerinin bulunduğu, Barri Gotic kesimini gezdik. Tabi öncesinde meyve salatalarımızı almayı ihmal etmedik. Önümüzdeki dört gün boyunca taze meyveye doyacaktık. Katedralin restorasyon işlerinde, geçen iki senede gelişmeler olmuş. İlk gelişimde ana bina restorasyondaydı, bu gelişimde de kule restorasyona girmiş. İki farklı zamanda çektiğim fotoğrafları birleştirebilirsem, net bir katedral fotoğrafım olacak.
Roma eserleri turundan sonra tekrar sahile inip Port Well’e geldik. Güneş yavaş yavaş alçalmaktaydı. Maremagnum isimli alışveriş merkezine gidip Tapa Tapa’ya oturduk. Burayı en kalabalık mekan olduğu için tercih ettik. Ortaya deniz tapaları söyledik, yanına da Sangria. Güneşi burada batırdık. Bu arada Hakan ve eşi de uçaktan inip otele yerleşmişler. Böylece grubumuz tamamlanmış oldu. Onlar da otelden yanımıza geldiler. Hep beraber Kerem’in tavsiye ettiği et lokantasına gittik: Gaucho’s. Saat ona geliyordu ve lokanta bomboştu. Alp ile ben biraz şüphelendik. İspanya için yemek saati daha yeni başlıyordu. Ama burası Katalan memleketi, hemi de turistik. Acaba o yüzden mi millet erken yedi akşam yemeğini? Yine de şansımızı denemek için lokantaya girdik. Etler fena değildi. Hatta Alp’in eti daha güzeldi. Artık komşunun tavuğu, komşuya kaz göründüğünden mi; yoksa Alp’in şansından mı orasını bilemedim.
6 Mayıs, Cuma
Sabah yedide kalktım. Gece gördüğüm garip rüyaları, geç yediğim yemeğe yordum. Bir de dışardan epey gürültü geliyor. Önümüzdeki gece kulaklık ile yatma kararı aldım. Hazırlanıp sabah koşuma çıktım. Hava çok güzeldi. Sahile inip W Oteline kadar koşup geri döndüm. KYiPHN’nun Nike+ GPS uygulaması 6 küsur km yazdı. Otelin kahvaltısı (9€) vasatın altında olduğundan, kahvaltıyı iki sene önce Kemal ile gittiğimiz La Rambla’nın üzerindeki lokantada yaptık (12€). Burak’ın asker arkadaşı Eren de İsviçre’den gelip (BNP de çalışıyor) bize katıldı. Bugün Final Four’un ilk maçları oynanacağından, öğleden sonra o tarafa doğru bir gezi planı yaptık. Öğlene kadar da La Sagrada Familia’yı ziyaret etmeyi uygun bulduk.
Metro ile St Paul Hastanesine gittik. La Sagrada Familia’yı hastane sonrasına bırakıyorum zira, geçen gelişimde edindiğim tecrübeden, yokuş aşağı gidiyorsunuz. Ama gelin görün ki hastane restorasyona girmiş. Yine evdeki hesap çarşıya uymadı. Yürüye yürüye La Sagrada Familia’ya ulaştık. Burada binanın görkemine uygun şekilde biraz vakit geçirip fotoğraf çektik, çekildik. Bu arada eserler hakkında açıklayıcı bilgiye bir önceki gezimden ulaşabilirsiniz. Yalnız yeni bir bilgi olarak şunu vereyim: La Sagrada Familia’nın, mimarı Gaudinin 100. ölüm yıldönümü olan, 2026’da bitirilmesi planlanıyormuş.
La Sagrada Famila dönüşü metrodan, Diagonal durağında indik ve kentin alışveriş caddelerinden biri olan Passeig de Gracia’dan Catalunya Meydanına doğru yürümeye başladık. Tabi beni alışverişten çok bu yol üzerinde bulunan Gaudi evleri ilgilendiriyordu. Arkadaşlar kahve krizlerini dindirmeye çalışırken ben de Casa Mila’yı fotoğrafladım. Daha sonra da biraz daha aşağıdaki Casa Batlo’yu fotoğrafladım. İnsan bu eserlere (bina demeye dilim varmıyor) bakınca Gaudi’nin ne kadar zamanın ilerisinde ve yenilikçi bir mimar olduğunu görüyor.
Öğlen otele gelip maçlar için hazırlandık. Yemeği La Rambla’da mı yoksa Montjuic tepesinde mi yiyelim diye kararsızlığa düştük. Ben yiyip gidelim derken Alp tepede manzaraya karşı yiyelim dedi. Eh o zaman meyvemizi alıp gidelim dedim. Barselona’da günde üç öğün meyve yemezsem içim rahat etmiyor.
Metro, füniküler, teleferik üçlemesinden sonra kaleye vardık. Biz gezip, fotoğraf çekerken zaman hızla akıyordu. Lokanta arayışına girdiysek de maç saatleri yaklaştığından Olimpiyat Tesislerine doğru yola koyulduk. Yol üstü bir lokanta bulursak çökeriz diye düşünüyorduk ama görünen o ki salonda ne bulursak ona talim edecektik. Üstelik bizi orada Caferağa goralısı da beklemiyordu.
Olimpiyat tesislerinin kapladığı alan oldukça büyük olduğundan maç kalabalığı gözüme fazla görünmedi. The Palau Sant Jordi’nin kuzey doğu kapısından rahat bir şekilde giriş yaptık. Salonun içi benim için hayal kırıklığı oldu. Evet büyük bir salon ama dizayn olarak oldukça eskimiş. Çok amaçlı kullanıldığından olsa gerek kocaman portatif trübinler var. İlk maç Pana – Siena olduğundan salonun içi yemyeşildi. Fanatik Yunanlılar maçın havasına girmiş, bizim oturduğumuz bloğun koridorunu da kapamışlardı. Aslında yerimiz teorik olarak oldukça güzeldi. Hem ortaya yakın hem de ikinci katın hemen önü. Ama gelin görün ki Final Four organizasyonuna yakışmayan bir şekilde koridor Yunanlı taraftarlarca işgal edilmişti. Bütün maçı ayakta seyrettim.
Pana maçı ikinci ve üçüncü çeyrekte yaptığı iyi savunma ile 77-69 kazandı ve finale yükseldi. Bir sonraki maç Maccabi ile Real Madrid arasında oynanacaktı. Bu sefer de önümüze Maccabililer geldi. Yani tam Yunan ile İsrail’in arasına adeta barış gücü misali tampon olarak oturmuşuz. Bu maçın da tamamına yakınını ayakta seyrettim. İlk maçın aksine bu maç erken koptu. Real Madrid formundan oldukça uzak. Şimdi gel de Fenerbahçe Ülker’in burada olmamasına yanma. Maçı Maccabi güle oynaya 82-63 kazandı.
Maçtan sonra dönüşü Espanyol Meydanı’ndan yaptık. Burası çok güzel ışıklandırılmış. Aslında fotoğraf çekmek istedim ama o kadar basketbol severin arasında zor olacağına karar verip yarın akşam tekrar geliriz diye düşündüm. Metro ile Liceu durağına gittik. La Rambla’nın üzerinde bir sandviççide karnımızı doyurduk. Bugün yemek açısından kısır bir gün oldu.
7 Mayıs, Cumartesi
Sabah altıyı çeyrek geçe uyandım. Koşmak için erken olduğunu düşünüp yeniden yattım. Tekrar uyandığımda saat sekize geliyordu. Koşmak için geç olduğunu düşünüp duşun yolunu tuttum. İsot’un dediği gibi burada EU duş standartlarına uyum sağladım.
Alp ile La Rambla’ya çıkıp yeni bir kahvaltıcı aradık ama bulamadan otele geri döndük. Hava kapalı ve serindi. Grubun toplanması yine uzun sürdü. Kahvaltıya ancak saat ona doğru gidebildik. Alp ile yalnız olsak bu saatlerde Park Guell’i bitirmiş olurduk. 2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda, Polonya’da az gezmedik.
Kahvaltıdan sonra grup dağıldı. Ben, Alp ve Bülent Ağabey Park Guell için metroya gittik. Ben elimdeki metro biletlerini karıştırınca Bülent Ağabey dışarıda kaldı. Tekrar T10 (10’lu metro bileti) alıp yanımıza geldi. Park Guell’e biraz yol yürüyüp aşağıdan ulaştık. Bu masal diyarını yeniden ziyaret ettiğim için mutluydum. Burada bir iki saat vakit geçirip bol bol fotoğraf çektik. Dünyanın en uzun bankında oturup sokak sanatçılarını seyrettik.
Park Guell’den sonra metro ile şehir parkının yakınlarına gittik. Amacımız Picasso Müzesini ziyaret etmekti ama hem çok kuyruk vardı hem de biz çok acıkmıştık. Üstelik tuvalet ihtiyacımız da tavan yapmıştı. Böylece kendimizi bir anda 7 Portes’in önünde bulduk. Haftasonu nedeniyle 15 dakika kadar dışarıda sıra bekledikten sonra bizi lokantanın üst katına aldılar. Çok beğendiğimiz midye ve paellanın yanında ızgara balık da yedik. Üzerine de Bülent Ağabey profiterol söyledi. Hem de sıcak çikolatalı. Ben çok beğendim. İşin içine balık girdiğinden adam başı 65€ para ödedik ama her sentine değdi diyebilirim. Özellikle de dün üç sandviç yemişken.
Yemekten sonra Parc de La Ciutadella’ya doğru yürümeye başladık. Tren garını görünce hemen içeri daldım. Trenleri çok sevdiğimden onları fotoğraflamayı da ihmal etmedim. Parkın hemen girişinde bir basketbol salonu vardı. Alp lenslerini temizlerken Bülent Ağabeyle biraz maça baktık. Artık lise maçı mıydı yıldız maçı mıydı bilemedik ama salonun atmosferi çok hoşumuza gitti.
Park 280 dönüm üzerine 19.yy’ın ortalarında kurulmuş ve yıllarca Barselona’nın tek yeşil alanı olarak hizmet vermiş. Barselona Hayvanat Bahçesi de bu parkın içinde yer alıyor ama biz gezmedik. Yine parkın içinde gerçek ölçülerinde bir mamut, bir şelale, minik bir göl ve zooloji müzesi bulunmakta. Gölde sandal da kiralayabiliyorsunuz. Tabi benim favorim bisiklet olurdu. Bayılıyorum böyle şehir parklarına. Bizim şehircilik anlayışımızda bu tip parklara yer yok ne yazık ki. Burada çok güzel vakit geçirdik.
Parktan sonra yönümüzü, Arc de Triomf kapısına doğru çevirdik. Burası oldukça geniş, trafiğe kapalı bir yol. Paten yapmak için ideal. 1888 model olan bu kapı oldukça heybetli. Aslında bir de gece fotoğraflamak isterdim ama buraya bir daha gelmedik. Bu arada Petanque oynayanları görünce dayanamayıp biraz seyrettik. Fransızların icadı olan bu oyunu, Fransa sınırında olan Katalanların oynaması gayet doğal. Hani 7’den 70’e derler ya aynen öyle bir oyundu. Gençlerle yaşlılar beraber oynuyorlardı. Tabi arada birbirlerine sataşmayı da ihmal etmiyorlardı.
Navigatörümüz Alp bizi döndürdü, dolaştırdı tam katedralin önüne çıkardı. Burada da şansımıza Katalan Halk Oyunları etkinliği vardı. Büyük bir orkestra meydanda yöresel parçalar çalarken, genç yaşlı demeden bir sürü insan Sardana oynuyordu. Biraz seyrettikten sonra oldukça geyik geldi. Son derece tekdüze bir oyun. Zaten Alp’in elindeki rehber kitapta (Time Out serisi) da seyretmesi sıkıcı, oynaması keyiflidir diye not düşülmüş. Biz bu manzaraya karşı kahvelerimizi yudumlarken koyu bir sohbete daldık.
Hakan ve Ebru bizi yanlış meydanda arıyorlarmış. Onlar yanımıza geldiğinde hava kararmaya başlamıştı. Onları Gotic bölgeye gezmeye yollayıp biz de otelin yolunu tuttuk. Tabi öncesinde La Buqeria’dan meyvelerimizi aldık. Böylece akşam market kapanırken meyve salatalarının 1€’ya düştüğünü de öğrenmiş olduk.
Hedefimiz İspanya Meydanı. Burada güzel fotoğraflar çekmeyi amaçlıyoruz. Metroya Liceu durağından girdik. Bu durakta sadece girdiğiniz yönde gidebiliyorsunuz. Diğer yön ile aranızda bir bağlantı olmadığından yanlış girerseniz çıkıp tekrar biletle girmeniz gerekiyor. Ben de baktım yanlış girmişim dışarı çıktım. Tabi arkadaşlar da beni takip ediyor. La Rambla’ya çıkınca aslında doğru yönden girdiğimizi anladık. Tekrar aynı kapıdan aşağı inip metroya bindik. Hem suçlu hem güçlü pozisyonunda olduğum için pek laf eden olmadı. Bıyık altından gülmekle yetindi arkadaşlar.
İspanya Meydanı ışıl ışıldı. Ortadaki havuz Las Vegas’taki Bellagio Otelinin havuzunun adeta küçük bir kopyasıydı. Saat onda su, ışık ve müzik şovu başladı. Güzel açılardan fotoğraf ve video çekmeye çalıştım. Acaba bizim Taksim ya da Sultan Ahmet Meydanı’na da böyle bir havuz yapılamaz mı? Derken yağmur başladı. Sarayı çekerken epey ıslandık. Son pozu Alp’in D90’ı ile çektim. Hem de bir sütunun tepesinden. Millet ne yapıyor bu deli diye bakıyordu.
Metro ile geri döndüğümüzde yağmur şiddetini arttırmış, La Rambla’nın üstü şemsiye satıcıları ile dolmuştu. Yarın yağmazsa koşarım diye planlıyordum.
8 Mayıs, Pazar
Yağmur bütün gece camımda trompet çaldı. Yağmurun sesinden mi anlamadım ama gece üç kere tuvalete kalktım. Uyku bu kadar bölününce de sabah koşusu yalan oldu. Alp ile akşamdan kalan meyve salatalarımızı yiyip, saat sekiz buçukta otelden ayrıldık. Yol üstünden sandviç ve meyve suyu alıp metroya bindik. Catalunya’da aktarma yapıp L7 hattına geçtik. Son durak Tibidabo’da indik. Hava kapalıydı ama yağmur yağmıyordu. Tramvay henüz çalışmaya başlamadığı için oldukça dik bir yokuşu yayan çıktık. Bu arada bir sürü bisikletli tepeye tırmanıyordu. Canım çekmedi değil ama şu anki bisiklet formumla tepeye çıksam üç gün kendime gelemem herhalde. Tepede bizi bir sürpriz daha karşıladı. Kiliseye çıkan füniküler 10:45’te çalışmaya başlayacakmış. Bizim on ikide Catalunya Meydanı’nda olmamız lazım. Alp, minik İrem için alışveriş yapmak istiyor. Keşke dün gelseymişiz diye iç geçirip dönüş yoluna koyulduk. Bu arada tramvaylar çalışmaya başlamıştı. O yokuşlarda tramvayı görünce kendimi bir an San Francisco’da hissettim. Bu arada burada çok güzel evler var. Sanırım zenginlerin yaşadığı bir mahalle Tibidabo.
Metro ile Catalunya Meydanı’na geldiğimizde alışveriş merkezinin ve diğer büyük mağazaların kapalı olduğunu gördük. Keşke giderken baksaymışız, en azından tepeye çıkar Temple de Sagrat Cor’u ve panoramik Barselona manzarasını görürdük. İşte bunlar hep tecrübe oluyor. Buraya da yazıyorum ki bir daha gittiğimde unutmayayım. Bir önceki yazımın bana oldukça faydası dokundu.
Otele dönüp maç için hazırlığımızı yaptık. Maccabililerin Pazar ayinleri yüzünden maçlar erken başlayacaktı. Demek ki dinle spor işleri de birbirine karışabiliyormuş. Metro ile İspanya Meydanı’na gidip yukarı doğru yürüdük. İlk maçların aksine daha sıkı bir aramadan geçerek salona girdik. Bu arada herkesin kendi yerine oturması için alınan önlemleri görüp sevindik.
Bugün Maccabililerin arasında kalmıştık. Yan tarafımız ise gerçek tampon bölge olarak boşaltılmış ve iki tarafına görevliler yerleştirilmişti. Salonun dörtte üçünü Maccabi taraftarı doldurmuştu. 3.lük maçında Siena rahat bir şekilde Real Madrid’i 82-63 yendi. Şu Real Madrid’in yerine Barca olacaktı ki burada hem tribünler hem de parke coşacaktı. Bu arada duymayanlar için bir müjdeyi buradan vereyim. 2012 Final Four organizasyonu İstanbul’da yapılacak. Bu gelişme salonda açıklandığında Türkiye formamla epey prim yaptım :).
Final maçını öncesi gürültü had safhaya çıkmıştı. Yunanlılar bir taraftan, İsrailliler bir taraftan hiç oturmadan tezahürat yapıyorlardı. Evet bu maçı da ayakta seyrettim. Maçı Pana 77-69 kazanarak şampiyon oldu. Diamantidis de MVP (16 sayı, 9 asist) seçildi. Bu onun ikinci MVP seçilişi.
Maçtan sonra arkadaşların ricası üzerine otele uğrayıp akşam yemeği için hazırlandık. Aslında ben ve Alp her daim hazırdık yemek için :). Ne yazık ki gideceğimiz deniz ürünleri lokantası kapanmıştı. Biz de sahile inip turistik bir lokanta bakmaya başlamıştık. Bu arada aç kalan Alp asabi olmaya başlamıştı. Hemen kendimizi bir lokantaya attık. Börtü böcek yönünden zengin bir menü sipariş ettik. Tabi ben doymadım üzerine bir de böcek ayıklamaktan yoruldum.
Dönüşte katedralin önünde biraz oyalandık. Ne de olsa son Barselona gecemizdi. Ayaklar pek otele gitmek istemiyordu.
10 Mayıs, Pazartesi
Sabah duş ve bavul toplama faslından sonra otelden ayrılıp La Rambla’ya çıktık. Bavulları çeke çeke meşhur kahvaltıcımıza gittik. Artık bize birer plaket verirler. Sağlam bir kahvaltının ardından Catalunya Meydanına çıkıp Aerobus’a bindik. 20 dakika sonra T1 terminalinden giriş yapıyorduk. Pazartesi diye mi bilemedim ama havaalanı çok kalabalıktı. Bu arada basketbol camiasından bir çok ünlü isim de bizimle beraber dönüyordu.
Havaalanının Free Shop’ı yenilenmiş ama biz gezemedik. Pasaporttan geçtikten sonra aşağı inemiyormuşuz. Siz siz olun eğer burayı gezecekseniz pasaporttan önce gezin. Böylece son güne bıraktığım hediye alışverişi de yalan oldu tabi.
Uçağımız çift koridorlu bir Airbus idi. Uçuş boyunca 1.5 film izledim. Zaman nasıl geçti anlamadım. Ve işte yine İstanbul’dayız. Zorro’yu alıp eve doğru yola koyuldum. Bir kez daha arkamda güzel anılarla evime dönüyordum ama çok kalmayacaktım. İtalya ve pizzalar beni bekliyor. Tabi bu da başka bir yol hikayesi.