16 Nisan 2006
Yeni bir yol macerası başlıyor. Başlıyor başlamasına da eksik başlıyor. Selçuk Akan ve Ahmet fire verdi. Selçuk Bertan’la baş başa kaldık. Pazar sabahı saat yedide kalkıp kendime bol kaşarlı tost yaptım. Portakal suyuyla üç tostu yedikten sonra üzerine de muz takviyesi yaptım. Potasyum alalım ki yolda sağımıza solumuza kramp girmesin.
Volkan’ın Almanya’dan getirdiği mıknatıslı depo üstü çantamı doldurdum. Bir ucunu da ne olur ne olmaz diye gidona bağladım. Bimex Car’a gidip Selçuk’la buluştum. Ahmet’in bizim için alıp akşam güvenliğe bıraktığı lastik tamir setini çantama koydum. Harita üzerinde tartışıp rotayı tayin ettik. Giderken Çatalca üzerinden gidecektik. Dönüşte yorulmuş olacağımızdan otobandan geliriz dedik. Depoları doldurup yola koyulduk.
Ben hiç otobana girmeden gideriz diye düşünürken, önden giden Selçuk otoban yoluna sapınca mecburen paralı yola girmiş olduk. Herhalde R1’in son hızını merak etti diye düşündüm. Otobana çıkmamızla gazı kapatıp uzadı. Ben halim selim, depo çantamı kollayarak yol alıyordum. Çantanın üzerinde 130 km/sa hıza kadar diye yazıyor ama ben 180 km/sa civarına kadar çıktım bir sorun yoktu. Zaten çantanın üzerine yatıyordum. Gerçi o zaman da kafamı camın içine sokamadım. Kafa başladı mı sallanmaya. Tabi gözlük taktığım için görüntü enteresan bir hale geldi. Tekrar yavaşlayıp kafayı kaldırdım.
Çatalca’dan çıktık. Normal hız sınırları içinde yola devam ediyorduk. Geziye çıkmadan önce Selçuk’a demiştim zaten: “Yüzü geçmem sonra radara giriyoruz”. İstatistiksel olarak haklı olduğumdan, o da fazla hızlı gitmedi. Zaten bu tür manzaralı yollarda çevreyi doya doya seyretmek varken hızlı gitmenin alemi yok.
Açıkçası Çatalca yolu çok da manzaralı değilmiş. Buralara bahar tam gelmemiş. Bir çok ağaç çiçek açmamıştı. Saray’ı geçtikten sonra Vize’de benzin molası verdik. Benim Kara Kız’ın deposu yarıya gelmemişti. Kilometreyi de sıfırlamamıştım. Ben daha sonra alırım diye düşünüp benzin almadım. Tahmin edeceğiniz gibi ilerde başıma iş açıldı.
Istırancalar’ı görünce durup fotoğraflarını çektim. Bu dağları aşıp arkaya geçecektik. Güzel virajlar bizi bekliyor diye düşündüm.
Bu bölgede manyetik alan denen bir yer varmış. Aracınızı boşa atıyormuşsunuz yokuş yukarı gidiyormuş. Ben de Uğur Dündar’ın programında seyretmiştim. İlk zamanlar yolun altında yer alan demir yatağının ya da başka bir madenin manyetik alan etkisiyle araçları çektiğine inanılırmış. Fakat burada inceleme yapan topografyacılar yukarı eğimin bir göz yanılması olduğunu, aslında eğimin aşağı doğru olduğunu söylemişler. Ben tabela bakındım ama göremedim. Dönüş yolunda da unuttuğumdan bakmadım. Bir başka seferde görürsek, test ederiz artık.
Rakım 810 metreydi. Çıkarken güzel olan yol inişte bozuldu. Yol genişletme çalışmaları olduğundan yol hem kirli hem de yer yer mıcırlıydı. Özellikle bazı viraj içlerinde birden bire mıcır ya da toprakla karşılaşıyorduk. Hızımızı oldukça düşürdük. Hesapta viraj yapacaktık.
Dağı indikten sonra yol düzeldi. Hafif tempo ile, yola güvenemediğimizden, devam ettik. Daha doğrusu devam ettim. Selçuk nasıl olsa yol kötü de olsa basıp gidiyor. Demirköy’e gelmeden önce Dupnisa Mağarası için tabela gördük. Yolun başı taş ve topraktı. Selçuk orada çalışanlara sormuş beni beklerken, tam 8 km yol böyleymiş. “Ne yapalım” dedik bu kadar geldik mağarayı görmeden olmaz. Yavaş yavaş gitmeye başladık. Önümüzde bir kamyon gidiyor, tozu ile bizi boğuyordu. Selçuk kamyonu solladı ben ise durup mesafe bıraktım. Bu arada da yolun durumunu size anlatabilmek için fotoğraf çektim.
Yol git git bitmiyor. Ahmet gelse kesin küfür ederdi. Gıcır gıcır ZX10’un rodajını bu yollarda yapmak kimi olsa kızdırır. Gazı biraz fazla versem lastik gezinmeye başlıyordu. Bu arada benzin de iki çizgi düşmüş geriye iki çizgi kalmıştı. Neyse sonunda bu yolu bitirdik. Asfalta benzeyen daha düzgün bir yol bizi karşıladı. Hemen slalom vaziyeti aldım. Her yer çukurdu. Hoplaya zıplaya giderken Kara Kızımın lastiklerini, amortisörlerini düşündüm. Türkiye’de dağ bayır geziyorsanız enduro şart. Alamadık ki GS’i ÖTV yüzünden. Gerçi ona bile acırdım bu yollarda. KTM’in ufak hacimli hafif bir motoru olacak, üzerinde çapraz desenli off-road lastiği… Yanlaya yanlaya döneceksin virajları. Arada düşüreceksin motoru, kalkıp devam edeceksin.
Yol ara ara toprak ara ara stabilize devam etti. Bu arada benim benzin göstergemde tek ibre kalmıştı. O da yanıp sönmeye başlarsa geri dönüş riskli olacaktı. Daha 10km yolumuz vardı. Selçuk bırakalım motoru dedi. Ben devam edelim dedim. Sarpdere Köyü’ne gelince rahatladım. En kötü ihtimal bir hortum bulur Selçuk’tan takviye yaparım diye düşündüm. Köyden sonra 5 km daha topraktan gidip meşhur mağaraya ulaştık.
Motorları park edip soyunup dökünmeye başladık. Motorcu kısmının ekipmanı çok, bagajı az olduğundan bu iş biraz zaman alıyor. GPS koordinatlarını kaydedip fotoğraf makinemi hazırladım. Yaklaşık 300 – 350 metrelik bir patikadan tepeye tırmandık. Mağaranın ağzı kilitli bir kafesle korumaya alınmış.
Biraz da uğruna bu kadar cefaya katlandığımız mağarayı anlatayım. Öncelikle mağara iki kısımdan oluşuyor. Bizim yukarı çıkarak girdiğimiz yer “kuru mağara” olarak adlandırılıyor. Islak mağara 15 Mayıs’tan sonra açıldığından gezemedik. Böyle güzel bir yere bir kere daha gelmek için bir sebebimiz olsun dedik. Kimi kandırıyorum; o yol asfaltlanmadan ya da ben bir KTM edinmeden bir daha gitmem herhalde. Neyse biz mağaramıza geri dönelim.
Girişteki yazıda şöyle diyor: Mağaralar; yeraltı sularının karstik özellikteki kireç taşlarını eritmesiyle oluşmuştur. Mağaranın oluşum yılı 3-4 milyon (3 mü 4 mü kardeşim, arada 1 milyon yıl var yahu) yıldır. Dupnisa Mağara sistemi iki mağaradan oluşur. Üstteki mağara Kuru Mağara, alttaki ise Sulu Mağara ya da Dupnisa Mağarası olarak (o kadar yol geldik, geziye adını verdik esas Dupnisa’yı bile gezememişiz) bilinir. Bu iki mağara birbirlerine bağlantılı olup; ikisi arasında 30m. kot farkı bulunmaktadır. Kuru mağara 900m Sulu Mağara 1700m olmak üzere toplam uzunluğu 2600m olup üstteki Kuru Mağara sarkıt, dikit, sütun, damlataş yönüyle Sulu Mağaraya göre daha zengindir. Sulu Mağaranın girişinde karstik olarak oluşmuş bir kemer yer almaktadır. Ortalama sıcaklık Kuru Mağarada 17 Sulu Mağarada 10 derecedir. Sulu mağarada karstik oluşumlar hala devam etmektedir.
Trakya’nın en uzun ikinci mağarası olan Dupsina Mağarası 2003 yılında turizme açılmış. Bölgedeki turizme açık olan tek mağara burasıymış.
Şimdi gelin bu güzel mağarayı beraber gezelim. Yukarıda mağaranın 2003 yılında turizme açıldığını söylemiştim. Henüz mevsimi olmadığından mihmandarımız bize bilet kesmedi. Aşağı inerken ışıkların yanmadığını gördük daha doğrusu hiç bir şey göremedik. Mihmandarımız (Sarpdere’li, adını sormadık, o da söylemedi) aşağı seslendi. Bu arada Selçuk inebileceği kadar aşağı inmişti. Derken ışıklar yandı. Bir kaç yarasa uçuşup karanlığa kaçtı.
Mağaranın içine beton atıp yürüme parkuru yapmışlar. Bence doğallığını bozmuşlar. Zincirlerle de gezi alanını kısıtlamışlar. Tabi nemden hepsi paslanmış. Sarkıt ve dikitleri projektörlerle aydınlatmışlar. Ben makinemi gece moduna alıp fotoğraf çekmeye başladım. Keşke üç ayağım yanımda olsaydı. Makineyi sabitlemek için zincirleri taşıyan borulardan faydalandım ama o zaman da her istediğimi fotoğraflayamadım. Özellikle açı konusunda zorlandım. Neyse lafı uzatmadan sizi fotoğraflarla baş başa bırakayım.
Aşağı inerken Selçuk gözleme diye sayıklamaya başladı. Aslında mağarada başlamıştı ama inerken heyecanlandığını da hissettim. Zaten daha motorları park ederken sormuştu, burada ne yeriz diye. Ben çantamdan su şişemi alıp Yücel Bal çeşmesinden kana kana su içtim. Şehidimize rahmet dilerim, ruhu şad olsun. Bizler böyle özgürce rahat rahat dağ, tepe, bayır gezebiliyorsak bu onların sayesinde oluyor.
Güzel gözlemelerimizi yiyip, çayımızı içtik. İki gözleme, iki çay 2,60 YTL. Daha sonra benzin operasyonuna giriştik. Oradan bir hortum bulduk. Benim motoru biraz daha alçak bir yere çektik. Sonra depodan depoya ikmal yaptık.
Dupnisa’dan ayrılıp tekrar yollara düştük. İnsan geldiği yolları düşününce şirin parkımızı hiç bırakmak istemiyor. Yeni hedefimiz Demirköy. 10km kadar gittikten sonra yol çatal oluyor. Geldiğimiz kestirme yolla tekrar karşılaşıyoruz ama bu sefer onu pas geçip Demirköy yoluna sapıyoruz. Burası daha düzgün bir yol. Keşke ilk seferde buradan gelseydik diye düşünüyorum. Demirköy’ün içine çıkıyoruz. Hemen benzinliği soruyoruz. Tam 16 litre benzin aldı depo. Selçuk’tan ne miktar benzin aldım bilemiyorum ama almasaydım şansımı epey zorlayacakmışım. Benzinciden sonra burnumuzu İğneada’ya çevirip, gaz açtık.
Asfalt düzelmiş, hava bozulmuştu. Manzaranın keyfini çıkara çıkara yol alıyordum. Selçuk viraj yapmaya başladığından görüş alanımın dışına çıkmıştı. Bir tomruk deposunun önünde beni beklerken buldum onu. Hiç bu kadar çok tomruğu bir arada görmemiş. Fotoğraf çekelim dedi.
Yol gittikçe güzelleşiyordu. Ağva yolunun daha geniş ve daha az virajlısını düşünün. Ağaçların hepsi çiçek açmamıştı. Esas güzün gelmek lazım bu yola diye düşündüm. Ormanın içlerine giden patikalar vardı. Bizim bu motorlar girmez ama hafif bir enduro ile çok zevkli olabilir. Hatta dağ bisikletini alıp geleceksin.
Ben durup fotoğraflar çekerken Selçuk çoktan İğneada’ya ulaşmış, bütün yemek yenecek yerleri keşfetmiş. Beni merak edince de geri dönüp bana bakmaya gelmiş. Ben İğneada’nın girişini çekerken fotoğrafıma dahil oldu.
Motorları sahildeki Karadeniz Restaurant’ın önüne çekip lokantaya girdiğimizde saat üçtü. Sezon açılmadığından in cin top atıyordu. Balık da yokmuş. Bir tane kalkan gösterdi ama ikimiz için oldukça büyüktü. Biz de buzhane palamuta razı olduk. Tabi Selçuk her gördüğü mezeden istedi. Mezeler balıktan fazla tuttu. Mezeler fena değildi, balık da güzel pişirilmişti ama fiyatlar böyle ölü bir sezonda, buzhane balığı için pahalıydı. Toplam 47YTL para ödedik.
İğneada’yı zamanımız azaldığı için gezemedik. Limanköy’e de gidemedik. Ama çok şirin bir yer olduğunu söyleyebilirim. 20km uzunluğunda sahili yeşil ile mavinin arasına girmiş. Hava puslu olduğundan fazla fotoğraf çekmedim. Bir daha ki sefere. Akşam 19:00’da GS – Rize maçı vardı. Ona yetişmek istiyordum.
Saat dörde doğru yemeğimizi yemiş, çayımızı içmiş olarak lokantadan ayrıldık. Bundan sonra bir benzin molası verip en kısa sürede İstanbul’a ulaşacaktık. Fazladan bir tuvalet molasıyla Çerkezköy’den otobana girdik. Yol hafiften kalabalıklaşmaya başlamıştı. Fazla risk almadan hafif makaslarla yol almaya başladık. Turnikelerden Selçuk’un OGS’si ile yan yana geçtik. Zaten 4 teker parası ödüyoruz OGS ile, bari 4 tekeri oluşturalım dedik. Böylece çoktandır denemek istediğimiz, teoride olacağını düşündüğümüz şeyi pratikte ispatladık.
Saat yediyi beş geçe evdeydim. 550km arkamda kalmıştı. Ama sol kürek kemiği üstü ve dizlerimdeki ağrılar hala benimleydi. Rahat koltuğumda Galatasaray’ın Rize’yi 4-2 yenip haftayı 3 puan farkla lider kapayacağı maçı izlemeye koyuldum.