31 Ağustos – 3 Eylül 2011
Ramazan dolayısıyla ara verdiğim seferlere Bayram ile beraber yeniden başlıyorum. Bukefalos’un bayram hediyesini bir hafta önce verdim. Almanya’dan aldığım ama bir seneyi aşkın süredir taktırma şansı bulamadığım Touratech sis farlarını, sonunda Buke’ye monte ettirdim. Böylece hem görüşü hem de görünürlüğü arttırarak daha güvenli bir sürüş ortamı yarattım. Gezi rotası olarak Eskişehir ve civarını seçtim. Neden derseniz özel bir sebebi yok, öyle denk geldi.
Bayramın ilk gününü İstanbul’da, ailem ve arkadaşlarımla, geçirdim. İkinci günü öğlene doğru Didem’in gelmesiyle yola koyulduk. İlk hedef Pendik Hızlı Feribot iskelesi. Hava şimdiden oldukça sıcaktı. Bayram dolayısıyla feribot kuyruğu vardı. Ben motorlu olduğum için içeri girip gişeye bilet almaya yayan gittim. Görevli bilet kalmadığını söyleyince motosikletli olduğumu belirttim. Ama artık eskisi gibi elimizi kolumuzu sallayarak binemiyormuşuz. Her feribotun motosiklet kontenjanı varmış. Neyse ki bunda da bir motosikletlik boş yer gözüküyormuş. Üstelik İDO el değiştirdikten sonra fiyatlara da zam gelmiş. Motor için 22.5TL, Didem için de 7.5TL’yi söylene söylene ödedim. Arabaların belki beşte biri kadar yer kaplayan motosikletlerden, arabanın yarısı kadar ücret talep edilmesi ağrıma gitmişti. Üstelik bir de kontenjan koyulmuş ki feribot kalktığında 6 araçlık boş yer vardı. Ayrıca araç çekilemeyecek yerlere de en az 10 motor sığardı. Neden motorculara böyle zorluklar çıkarılıyor anlayamıyorum. Bundan sonra Topçular-Eskihisar feribotunu kullanma kararı aldım. Hem kontenjan saçmalığı yok hem de yolcu dahil 8TL. Bu fiyat farkı nereden oluşuyor anlamak mümkün değil. Zira otomobil fiyatı feribotuna göre 55 ve 45 TL. Otomobillerde %20 olan fiyat farkı, iş motosiklete gelince neden %375 oluyor, bilen varsa beri gelsin.
Feribottan indiğimizde saat bire geliyordu. Güneş tam tepede olduğundan Bursa yolunun virajlarını biraz daha hızlı dönmek istiyordum ama Bayram trafiği buna müsaade etmedi. Böylece otobana kadar oldukça sıcak bir şekilde yol aldık. Zaten adım başı radar vardı. Biraz serinleyeceğiz diye cüzdanı hafifletmenin manası yok.
İnegöl’de mola verip Orhan’da nefis köfteleri mideye indirdikten sonra yeniden yola koyulduk. Bu arada Didem arkamda sürekli kıpırdanıyor eliyle bir yerleri işaret ediyordu. Ben de manzarayı beğendi herhalde bana onu gösteriyor diye düşünüyordum. Meğer bana yol kenarındaki meyve sebze satan seyyar manavları gösteriyormuş. Birinin önünde durup şeftali aldık. Motor seyahatlerinin belki de tek kötü yanı bu. Bagajınız oldukça sınırlı olduğundan geçtiğiniz ve gittiğiniz yerlerde alışveriş imkanınız sınırlı oluyor.
Saat beşe doğru Eskişehir’e ulaştık. Üç gün boyunca konaklayacağımız Ibis Oteli, Garmin sağ olsun, rahat bir şekilde bulduk. Hemen demiryolunun yanında yer alan bu otel, eskiden Toprak Mahsülleri Ofisine ait bir siloymuş. Trenlere buğday buradan yüklenirmiş. Odaya yerleştikten sonra Türkiye – Portekiz basketbol maçını seyrettim. Farklı galibiyet sonrası Eskişehir’i keşfe çıktık. Porsuk Çayı’nın üzerinden geçip Odunpazarı’na gittik. Hava yavaş yavaş kararıyordu.
Eskişehir’in merkezi iki ilçeden oluşuyor: Odunpazarı ve Tepebaşı. Odunpazarı şehrin Bademlik tarafında yer alıyor. Sırtını bir tepeye yaslamış. Bu tepenin üzerinde ise Şelale Park var. Burası şehrin ilk Osmanlı yerleşkesini simgeliyor. Bir çok ev aslına uygun olarak restore edilmiş. Bir çoğu da halen restorasyonda. Atatürk Caddesi’nin karşısında, Abacı Konak Otel yer alıyor. 11 farklı konak aslına uygun şekilde restore edilmiş ve oldukça güzel bir butik otel ortaya çıkmış. Abacı Otelin hemen yanında ise Çağdaş Cam Sanatları Müzesi var. Ama artık yarın gezebileceğiz. Abacı Otelin otantik atmosferinde, canlı gitar eşliğinde, Osmanlı yemekleriyle kendimizi güzel bir ziyafet çektik. Ortamı o kadar çok beğendik ki Eskişehir’de kaldığımız süre boyunca akşam yemeklerini hep burada yedik. Şehrin göbeğinde adeta bir vahaydı Abacı Otel.
1 Eylül, Perşembe
Bugünü tamamen Eskişehir merkeze ayırdık. Öncelikle Odunpazarı’na gitmeye karar verdik. Kahvaltıyı da burada yapacaktık. Tam otelden çıkmıştık ki Yüksek Hızlı Trene denk geldik. Ben de bu kareyi kaçırmadım. Geçtiğimiz günlerde Ankara – Konya hattı da açıldı. Umarım en kısa zamanda İstanbul – Eskişehir hattı da hizmete açılır. Özellikle bu bayramda da gördük ki trafik kazaları sonucu bir çok insan hayatını kaybediyor. Hızlı tren yaygınlaştıkça bu kazaların da azalacağını düşünüyorum. İstanbul – Antalya arasını 6-7 saatte giden bir tren olsa, kim otobüse biner ki?
Eskişehir’in yüzü, Prof Dr Yılmaz Büyükerşen’in 1999 yılında belediye başkanı olmasıyla hızla değişti. Porsuk Çayı Avrupa’daki benzerleri gibi rehabilite edilmiş. Seviye kontrol istasyonları sayesinde hem taşmalar önlenmiş hem de üzerinde tekne çalışabilir hale getirilmiş. Porsuk boyunca ilerlerken bir çok araç ve yaya köprüsü görüyorsunuz. Büyük köprülerin çoğunda heykeller var. Zaten Büyükerşen sayesinde Eskişehir tam bir heykel şehri olmuş. Muhtemelen kişi başına düşen heykel sıralamasında birinci il Eskişehir’dir. Heykel işi iyi güzel de biraz da kirlilik yaratmıyor değil. Sonuçta Avrupa’da bu heykellerin hepsinin bir hikayesi var. Bir çoğu yüzlerce yıllık. Eskişehir’deki durum ise daha farklı. Burası biraz suni bir şekilde heykellendirilmiş.
Tepebaşı Belediyesi’nin hemen yanında Tepebaşı İskelesi var. Burada tarifeli çalışan nehir tekneleri Kent Park’a gidiyorlar. Ayrıca karşıdaki iskelede de kısa nehir turu yapan tekneler var ki bunların saati yok. Doldukça kalkıyorlar. Bir de Venedik işi kayıklar var. Adına sultan kayığı demişler. Sevdiğinizle bunlara binerek romantik bir Porsuk gezintisi yapabilirsiniz. Biz tarifeye baktıktan sonra Odunpazarı’na doğru yürüyüşümüze devam ettik.
Odunpazarı’nın tarihi evlerinin arasında zaman adeta duruyor. Bayram sabahı olmasının da etkisiyle çevrede huzur veren bir sükunet vardı. Bu tarih kokan sokaklarda biraz yürüdükten sonra kahvaltı yapacağımız Kasr-ı Nur Cafe & Restaurant isimli mekana geldik. Bu huzur dolu atmosferde güzel bir köy kahvaltısı yaptık. Ortamı bozan tek şey ise nefis reçelleri bizimle paylaşmak isteyen arılardı. Benim için bir sakıncası yok ama Didem rahatsız oldu. Halbuki orada çilek reçeli varken arı ne yapsın seni.
Kahvaltıdan sonra hemen yakındaki Atlıhan’a gittik. Burası 2006 yılında restore edilmiş ve şu an El sanatları çarşısı olarak hizmet veriyor. Bildiğiniz gibi Eskişehir’in Lüle Taşı çok meşhur. Burada lüle taşı kullanılarak yapılmış bir çok ürün bulabilirsiniz. Bu arada gerçek lüle taşından yapılan süs eşyaları oldukça pahalı. Adeta beyaz altın. Ucuz gördüğünüz eserleri serpme usulü ile yapıyorlar. Yani hediyelik eşyaların üzerini lüle taşı tozu kaplıyorlar. Ben buzdolabı süsü ile yetiniyorum. Çarşının içinde yöresel yemekler yiyebileceğiniz şirin bir esnaf lokantası da var.
Atlıhan’dan sonraki durağımız ise Çağdaş Cam Sanatları Müzesi. Tarihi Odunpazarı Konakları restore edilerek Türkiye’nin ilk ve tek cam sanatları müzesi ortaya çıkarılmış. Büyükşehir Belediyesi, Eskişehir Üniversitesi ve Cam Dostları Grubunun işbirliği ile kurulan bu müzede yerli ve yabancı sanatçıların cam eserleri sergileniyor. Müzeyi ücretsiz gezebiliyorsunuz.
Cam müzesini gezdikten sonra hemen karşıdaki Abacı Otel’e geçip buranın dingin ortamında yorgunluk kahvelerimizi içtik. Böylece bu güzel tesisi gün ışığında da görmüş olduk. Çalışanlar da oldukça sıcak ve yardımsever. Servis çok kaliteli. Eğer bir daha Eskişehir’e gelirsek burada konaklama kararı aldık. Siz okurlara da şiddetle tavsiye ederim.
Sırada yine Odunpazarı’nda yer alan Kurşunlu Camii ve Külliyesi var. Girişte yer alan bilgi panosuna göre, 16. yy Osmanlı dönemi olan Kurşunlu Külliyesi, dönemin vezirlerinden Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Külliye cami, şadırvan, medrese, talimhane, harem, imaret, Mevlevi şeyhlerine ait türbe ve iki kervansaraydan oluşmaktadır. 2008-2009 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş.
Medrese kısmı günümüzde lüle taşı müzesine ve el sanatlarıyla ilgili atölye/sergilere ev sahipliği yapmaktadır. Didem buradan Eskişehir’e özgü kemik işçiliğine ve minyatür desenlerine sahip mücevher kutusu aldı. Sanatçının dediğine göre Kapalıçarşı’ya da mal gönderiyormuş ve bunları fil dişi diye turistlere satıyorlarmış. Halbuki bunlar büyük baş hayvanların bacak kemiklerinden yapılıyormuş. Kapalıçarşı’da alışveriş yaparken aklınızda olsun :).
Alışveriş faslından sonra Kurşunlu Külliyesi’nin hemen üst sokağında bulunan Osmanlı Evini görmeye gittik. TBMM 1. dönem milletvekillerinden Halil İbrahim Sipahioğlu’na ait olan bu ev aynı zamanda “Yeşil Efendi Evi” olarak biliniyormuş. Kurtuluş Savaşı sırasında Eskişehir’e gelen Atatürk burada konuk edilmiş. Atatürk’ün kaldığı oda da Atatürk odası olarak gezilebiliyor. Buraya kadar her şey güzel ancak bu müze ev aynı zamanda bir lokanta olarak hizmet veriyor. Biz gezerken bazı odalara hijyen nedeniyle girmek yasaktı ama içeride masalar vardı. Yani akşam gelirseniz bizim giremediğimiz bu odalarda yemek yiyebiliyorsunuz. Ayrıca evin restorasyonu sırasında tarihi Odunpazarı evlerinin bazı özelliklerine dikkat edilmediği de söyleniyor. Örneğin tarihi Odunpazarı evlerinde rastlanmayan altın varaklı tavan süslemeleri. Safranbolu’da da Kaymakamlar Konağı var. O konak, zamanının yaşama biçimini bizlere yansıtma konusunda daha başarılı bir örnek. Merak edenler ilgili yazıya siteden ulaşabilirler.
Osmanlı Evi’ni gezdikten sonra Cumhuriyet Tarihi Müzesi’ne girdik. İki Eylül Caddesi üzerinde yer alan bu müze Odunpazarı evlerine oldukça yakın bir konumda. 1994 tarihinde Anadolu Üniversitesi tarafından hizmete giren müze üç kattan oluşuyor. Giriş katında Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemini simgeleyen fotoğraflar ve çeşitli gemi maketleri (Yavuz zırhlısı, Nusret mayın gemisi, Savarona…) sergileniyor. Bir salonda da eski bir kağnı var. Muhtemelen analarımız bununla cepheye top taşıyorlardı. Müzenin üst katında ise Atatürk’ün bazı kişisel eşyaları ile dönemin gazete kupürleri sergileniyor. Bizim gezmediğimiz bodrum katında ise 40 kişilik bir belgesel izleme salonu bulunmakta. İnsan bu müzeyi gezerken o günlere gidiyor ve türlü imkansızlıklar içinde bugünkü cumhuriyetin nasıl kurulduğunu daha iyi anlıyor. Aslında çocuklarımız anlayacakları yaşa geldiğinde bu tip müzeleri gezdirmeliyiz ki bu cumhuriyetin tepeden inmediğini öğrensinler.
Eskişehir’in tarihi ve kültürel mekanlarını gezdikten sonra tekrar Tepebaşı iskelesine geldik. Biraz da park bahçe gezelim dedik. Kentin modern yüzünü simgeleyen mekanlardan Kent Park’a, porsuk çayı üzerinden gitmeye karar verdik. Bayram yüzünden mi bilemedim ama nehir teknelerine büyük rağbet vardı. Tam kırk dakika kuyrukta bekledik. En son bu kadar uzun sırayı Universal Studios, Florida’da, Shrek için beklemiştim. Ama buraya kadar geldik, Porsuk Çayı’nda tekne turu yapmadan Eskişehir’den ayrılmaya niyetimiz yok.
Tekne ile Tepebaşı – Kent Park arası yaklaşık yarım saat sürüyor. Üç noktada seviye eşitleme havuzlarına giriyorsunuz. Eskişehir’i çıktıktan sonra manzara çok güzel. Yeşilliklerin arasından geçip Kent Park’a varıyorsunuz. Üstelik sadece 3 TL’ye.
Karnımız aç olduğundan öncelikle Kırım Çibörek Evi’ne gittik. Öncelikle benim de yanlış bildiğim “çibörek” ismine değineyim. Çoğunuz gibi bu leziz böreğin adını ben de “çiğbörek” olarak biliyordum. Hatta “ne saçma ismi var, hem yağda pişiyor hem de adına çiğ diyorlar” diye düşünüyordum. Aslında adını Kırım Türkçesindeki çi ekinden alıyor. Çi güzel anlamına geliyor. Yani adı “güzel börek” aslında. Bu arada ben çibörek sevmem deyip bir porsiyon böreği iki dakikada mideye indiren Didem’e de selam olsun. Ama hakkı var. Ben de yediğim en güzel çiböreği burada yedim. Eh ne de olsa çibörek, Eskişehir ile özdeşleşmiş bir börek çeşidi. Bu arada yediğimiz ev mantısını ikimiz de beğenmedik.
Kent Park umduğumdan daha büyükmüş. Porsuk’a paralel bir kol açılmış ve buraya suni bir plaj yapılmış. Ayrıca kumsalın hemen yanında açık ve kapalı yüzme havuzları yer alıyor. Halk çoluk çocuk bu suni sahilin keyfini çıkarıyordu. Plaja giriş 5 TL.
Yine Kent Park’ın içinde suni bir göl var. Didem’e, deniz bisikleti varsa gölün üzerinde seni gezdireyim dedim ama bulamadık.
Dönüşte teknemizi kaçırınca parkın karşısındaki Şehir Terminali’ne yürüdük. Burada Eskişehir’in tramvayı olan Estram’a bindik. İlk başlarda Estram’a da karşı çıkanlar olmuş ama gördüğüm kadarıyla şu an herkes memnun. Niye memnun olmasınlar ki, gayet çağdaş bir ulaşım aracı. On beş dakikada otelimize dönmüştük. Didem dinlenmeye giderken ben de otelin lokantasında 12 Dev Adamın, Büyük Britanya maçını seyrettim. Maç sonrası akşam yemeği için yine Abacı Konak Otel’in yolunu tuttuk.
2 Eylül, Cuma
Bugün Bukefalos bizi Yazılıkaya’ya götürecek. Ama önce Odunpazarına… Yine arılı bir kahvaltıdan sonra Seyitgazi istikametine doğru yola koyulduk. Hava yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Seyitgazi’ye kadar geniş ovalar geçtiğimizden yol dümdüz. Asfalt kalitesi ise vasat. Seyitgazi’yi geçtikten sonra soldan Yazılıkaya yoluna saptık. Manzara ve yol birden değişti. Yol daralıp virajlanmış, manzara ise yeşillenmişti. Yaklaşık bir saat sonra Frig Vadisine ulaşmıştık.
Frig Vadisinde yol alırken küçük bir tabela gördüm. Tam geçerken üzerinde Küçük Yazılıkaya ibaresini okudum. İleride durup geri döndüm. Umarım bir gün ülkemizin kültürel ve doğal güzelliklerini daha iyi koruyup daha iyi tanıtmayı becerebiliriz. Yoldan yaklaşık iki üç yüz metre ilerde bir tepenin yamacındaydı Küçük Yazılıkaya. Memleketin taşı toprağı altın ya, Küçük Yazılıkaya’nın sağladığı marjinal fayda az olacak ki, bir tanıtım tabelasına ve çevre düzenlemesine gerek duyulmamış.
Bir kaç fotoğraf çektikten sonra yola devam ettik. Az sonra da hem Yazılıkaya Köyü hem de Büyük Yazılıkaya (Midas Anıtı) önümüzde belirdi. Bukefalos’u köyün kütüphanesinin bahçesine park ettik. Burada bir görevli bizi karşıladı. Sağ olsun oldukça sıcak davrandı. Zaten Anadolu’da büyük motora saygı oldukça üst seviyede. Şu anıtın yerine Bukefalos’u koysam Yazılıkaya’ya civar köylerden daha çok gelen olur.
Midas Anıtı’nın çevresini yalandan dikenli telle çevirip yürüyüş yollarının bazılarına taş döşemişler. Bir de sağa sola bir kaç bilgi levhası asmışlar. Fakat bazılarını okumak için yanına tırmanmanız gerekiyor. Örneğin bitmemiş anıtın açıklaması yürüme yolundan oldukça yukardaydı. Ben çıkıp okudum ama çıkamayan insan da çok olur.
Kültür Bakanlığı Midas Anıtının girişine bir açıklama levhası koymuş. Ben de levhada yazılanları aşağıda paylaşıyorum.
Yazılıkaya / Midas Kenti (Metal Tabela)
Yazılıkaya Vadisi’nin güney ucunda, Eskişehir’in Han ilçesine bağlı Yazılıka Köyünün hemen batısında yer alır. Tüf kayalardan oluşmuş Yazılıkaya platosunun üzerinde kurulmuştur. Uzunluğu 650 metre, genişliği 320 metredir. Vadi taban seviyesinden yüksekliği 60-70 metre kadardır.
Dağlık Frigya Bölgesi ve Midas Kenti araştırmaları 1800 yılında William Martin Leake ve arkadaşlarının Yazılıkaya/Midas anıtını keşfiyle başlar. 19-20.yy’ın ilk yarısında bir çok Avrupalı gezgin ve araştırmacı bölgede incelemeler yapar. 1826 yılında Fransız gezginler A. de Laborde ve L. de Laborde, Bitmemiş Anıtı, 1834 yılında Charles Tezier Areyastin/Arezastis (Küçük Yazılıkaya) anıtı bulur. 1881 yılında İngiliz tarihi coğrafya uzmanı, epigraf William M. Ramsay dağlık Frigya’ya gelir. 1881-1884 ve 1907 yıllarında bölgede araştırmalarına devam eder. Yazılıkaya’ya Midas Kent adını veren ilk araştırmacı W. Ramsay’dir. 1937-1939 yıllarında İstanbul Fransız Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Sanat Tarihçisi Albert Gabriel, Hollandalı arkeolog CH Emile Haspels ile birlikte Yazılıkaya’da ilk sistemli arkeolojik kazılara başlar. 1948 yılında Yazılıkaya’da İstanbul Fransız Arkeoloji Enstitüsü adına ikinci dönem kazıları başlar. Kazılar İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Halet Çambel’in arazi sorumluluğunda yapılır. 1946 yılında Haspels Dağlık Frigya Bölgesi’nde aralıklarla 1958 yılına kadar sürdüreceği geniş çaplıyüzey araştırmasına başlar. Bölgenin tarih öncesi döneminden Osmanlı Dönemine uzayam geniş bir dilimini kapsayan bu araştırmalar kitap olarak yayınlanır. 1984 yılında Fahri ışık Dağlık Frigya Bölgesi’ne gelerek Frig Kaya anıtlarını inceler, Urartu ile Frig Kaya anıtlarını karşılaştırır. 1990-1993 yılları arasında Eskişehir Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü Yazılıkaya-Midas şehrinde anıtın çevresinde ve sarnıçlarda temizlik çalışmaları yapar. 1992-1996 yıllarında Taciser Tüfekçi-Sivas bölgede Frig Kaya anıtlarına yönelik geniş çaplı araştırma yapar ve doktora tezi olarak yayınlar.
Araştırma ve kazılar, Midas Kenti’nin kayalara oyulmuş çok sayıda ve en anıtsal dini yapılarla donatılarak Frigler tarafından ayrıcalıklı bir konuma yükseltildiğini gösterir. Frigler için başkent Gordion, devletin en güçlü politik merkezi, Midas Şehri de krallığın başlangıcından itibaren en önemli dini merkezdi. Kazı sonuçlarına göre kentin çevresinde ilk yerleşme MÖ 3. bin yıla kadar geri gitmektedir. En erken Frig yerleşmesi ise MÖ 8. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır. Frig Krallığı’nın siyasi olarak yıkılmasından sonra da kent terk edilmemiş, Pers, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde Frig kaya yapıları bazı ilave ve değişikliklerle kullanılmaya devam etmiştir.
Frig döneminde şehrin surlarla çevrili olduğu düşünülür. Günümüzde sur bedenine ait yerinde korunmuş tek taş dahi yoktur. Yerleşmeyi doğal bir sur gibi çevreleyen kayaların belirli noktalarında basamak şeklinde kesilmiş temel yuvaları bir savunma sisteminin varlığının kanıtıdır. Bu yuvalar, kimi yerde birden fazla tahkimat olduğunu düşündürür. Şehrin ana girişi doğu yöndedir. Ana kayaya açılan rampalı yol Kral Yolu olarak bilinir. Rampa boyunca kaya kütleleri üzerine figüratif kabartmalar işlenmiştir. Plato üzerinde ana kayadan yontulmuş anıtsal ölçekli basamaklı sunaklar, kaya merdivenleriyle inilen tonoz örtülü iki kaya tüneli ve güneybatı yönünde alt terastaki anıtsal kaya sarnıçları en önemli yapıları oluşturur. Yerleşmeyi çevreleyen yüksek tüf kayalarda ise anıtsal ölçekli fasad (yapı cephesi), basamaklı sunak ve nişlerden oluşan çok sayıda kült anıtı ve oda mezarlar yer alır.
Midas Kenti ve Yazılıkaya Vadisi’nde yer alan kayalara oyulmuş anıtsal ya da küçük ölçekli dini anıtlar, Frigler’in doğayı tüm canlılığı ile simgeleyen Ana Tanrıça Matar Kubileya’ya duydukları derin saygı ve bağlılığı yansıtır. Fasadlar, sunaklar ve nişlerden oluşan bu anıtların mimari tasarımları birbirinden farklı olsa da hepsi işlevsel olarak Kubileya kültürüne adanmış birer açık hava tapınağıdır. Üçgen alınlıklı, beşik çatılı fasadlar, Frig konutlarının kayalara oyulmuş ön cephesini temsil ederler. Üçgen alınlık ve cephe, geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiştir. Bu cephe süslemeler, Frig ahşam işçiliğindeki bezemelerle büyük benzerlik gösterir. Bu cephenin en önemli bölümü, içinde tanrıça heykelinin ya da kabartmasının bulunduğu kapı biçimindeki merkezi kaya nişidir. Böylece Frig insanı kayanın derinliklerine açılan kapının gerisinde varlığını hissettiği, düşlediği Ana Tanrıçasını epifani olayıyla sembolik de olsa görebilmektedir.
Sunaklar; tanrıya dua edilen, kurbanlar kesilen, adaklar sunulan kült yapılardır. Ön taraflarındaki basamaklarla tanrıçayı simgeleyen yuvarlak başlı, dörtgen gövdeli tanrıça idollerine ulaşılır. Bu sunakların en güzel örnekleri Midas Kenti’ndedir. Nişler, genellikle kayaların dik yüzlerinde, ancak kolaylıkla ulaşılabilen yüksekliklerdeki oval veya dikdörtgen sığ oyunlardır. Arka duvarlarında tanrıça heykelciğinin ya da idolünün yerleştirildiği yuvalar yer alır. Yazılıkaya’da bu tip nişlere ait güzel örnekler vardır.
Dünya Kültürel ve Doğal Mirası listesine dahil edilmek üzere aday gösterilmesi uygun görülen Yazılıkaya/Midas Kenti dünyada eşi ve benzeri bulunmayan anıt yapılarıyla Dağlık Frigya Bölgesi’nin, gelecek kuşaklara aktarılması gereken değerli bir kültür hazinesidir.
Levhaya güzel yazmış bakanlık ama söylenenler lafta kalmış. Madem yazdıkları gibi burası gelecek kuşaklara aktarılması gereken önemli bir kültür hazinesi o zaman Midas Anıtı’nın ve çevresinin gerekli düzenlemeler yapılarak gerçek anlamda kültür turizmine kazandırılması lazım. İnsan şu manzaraya bakıp bir çay bile içemiyor. Ayrıca Yazılıkaya köyünün de restorasyondan geçmesi lazım.
Frig Vadisinde biraz vakit geçirip, fotoğraf çektikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Geldiğimiz yol yerine Kırka istikametine döndük. Böylece vadinin tamamını görmüş olduk. Kırka’dan geçerken de baraj gölü manzarasına karşı fotoğraf molası verdik.
Eskişehir’e rahat bir şekilde ulaştıktan sonra Odunpazarı’nın yaslandığı tepenin üzerindeki Şelale Park’a gittik. Buradan tüm Eskişehir’i panoramik olarak görebilirsiniz. Şelale Park adını yapay şelalesinden alıyor. Biz de bu şelale ile Eskişehir manzarasını arasına oturup bir şeyler atıştırdık. Burada da çibörek yedik ama Kent Park’ta yediğimizin yanına bile yaklaşamadı. Biraz parkı dolaştıktan sonra şehre doğru yola koyulduk.
Otele gitmeden önce hemen yolumuzun üstündeki Türkiye Lokomotif ve Motor fabrikasına (TÜLOMSAŞ) uğradık. Devrim Arabaları adlı filmi seyredenler hemen anladılar nereye geldiğimi. Evet burası Türkiye’nin ilk yerli otomobilinin üretildiği fabrika. Bilmeyenler için kısaca Devrim’i anlatayım. 1961 yılında 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel yerli bir otomobil yapılmasını ister. Projeyi TCDD üstlenir ve Eskişehir’deki bu atölyelerde zamana karşı yarışarak, kısıtlı bir bütçe ile ilk Türk otomobili olan Devrim, 4 adet olarak üretilir. Eğer izlemediyseniz filmi mutlaka görün. İşte TÜLOMSAŞ’ın bahçesinde sergilenen krem renkli Devrim, o zamandan günümüze sağlam kalan tek otomobil. Bize eşlik eden güvenlik görevlisinin dediğine göre buraya bir de müze açılacakmış. Eh açılsın, o zaman yine gezmeye geliriz Eskişehir’i.
“Bir aşağılık duygusu ile bizde otomobil yapılamaz diyenler utansın.”
Cemal Gürsel, 29 Ekim 1961, Ankara.
TÜLOMSAŞ’tan sonra akşam yemeği için yine Odunpazarı’ndaki Abacı Otel’e gittik. Şansımıza bugün düğün kokteyli varmış. Yemeğimizi canlı müzik eşliğinde, romantik bir ortamda yedik. Yemekten sonra hemen otelimize geçtik. Zira bu akşam hem futbol hem de basketbol milli takımlarımızın maçları var. Tatilde de maç mı seyredilir demeyin, biz o basket aşkına binlerce kilometre yol tepiyoruz. Bu arada Eskişehir’in trafiğine de değinmeden geçmeyeceğim. Şehir içinde yollar geniş sayılır fakat ortada bordür yok. Her isteyen sol şeritte durup istediği yere dönebiliyor. Bazı trafik ışıkları ise facia. Kime yeşil yanıyor belli olmuyor. Nereden bulmuşlar bu sistemi anlayamadım. Bir de yayalar sürekli önünüze atlıyorlar. Yaya geçidi ya da ışık kullanma alışkanlığı yok.
3 Eylül, Cumartesi
Bugün Eskişehir’deki son günümüz. Bukefalos’u yol için hazırlayıp, yükledikten sonra kahvaltı için bilin bakalım nereye gittik? Evet yine Abacı Otel’deyiz :). Dedim ya çok sevdik burasını. Güzel bir açık büfe kahvaltının ardından yola koyulduk. Garmin’e girdiğim rota çalışmayınca biraz şehrin içinde dolandık. Baktım olmayacak navigasyona ben geçtim. Haritamı çıkarıp Alpu yoluna girdim. Eskişehir – Alpu arası yine bir ova geçişi. Bu yüzden yol dümdüz. Mihalıççık’a doğru yol biraz virajlandı.
Hedefimiz Mihalıççık’taki Yunus Emre Müzesi. İlçe merkezine ulaşınca merkezi soruyorum. Cevap olumsuz, meğer buraya 20km uzakta, Yunus Emre diye bir belde varmış ve Yunus Emre Zaviyesi oradaymış. Aslında orada olduğunu önceden bilseydim Sivrihisar üzerinden de gelebilirmişim. Gerçi bunun çok önemi yok. Nasıl olsa Bukefalos ile yol yapıyoruz.
Yunus Emre yolu bol virajlı olduğundan oldukça keyifliydi. Yaklaşık yirmi dakika sonra Yunus Emre Zaviyesine ulaştık ama burada bizi bir sürpriz bekliyordu: Ne yazık ki zaviyenin esas gezmek istediğimiz müze kısmı kapalıydı. Yunus Emre’nin mezarı ise tam üç kez yer değiştirmiş ve son olarak buraya nakledilmiş. Bu arada ortalık sinek kaynıyor. Sineklerden o kadar çok rahatsız olduk ki yorgun olmamıza rağmen oturmadan bir kaç fotoğraf çekip buradan hemen ayrıldık. İkimiz de hayal kırıklığı yaşamıştık.
Tekrar Mihalıççık’tan geçip, Nallıhan’a doğru devam ettik. Yol birden yükselip ormanın içine girmişti. Geçtiğim en güzel ve keyifli motor yollardan biriydi. Zaten sürüş o kadar keyifliydi ki durup bir kare fotoğraf bile çekmemişim. Ormanı geçtikten sonra yine bir dağ çıkışında yol bozuldu. Mıcırların içinde viraj yapmak pek keyifli olmuyor. Sarıyar’a kadar yol oldukça bozuktu ama nehri geçince yavaş yavaş düzeldi. Mudurnu yoluna çıkınca oldukça rahatladık. Köy yollarında 200km gittikten sonra D140 bana otoban gibi geldi. Bu arada Didem arkamda oldukça yorulmuştu. Göynük’e kadar dayan güzelim, az kaldı.
Ve yeniden Göynük’teyim. Bu şirin ilçeye her halde 4. ya da 5. gelişimdir. Üstelik hemen hepsi de motosiklet ile. Aslında Mudurnu – Dokurcun üzerinden dönecektim ama Didem’in de burayı görmesini istedim. Hemen Paşazade Göynük Sofrasına çöktük. Ne yalan söyleyeyim ben de oldukça yorulmuştum. Arkamda yolcum varken molasız ilk defa bu kadar uzun yol yapmıştım. Hızlı yollarda çok etkilenmiyorsunuz ama köy yollarında ve bol virajlı dağ yollarında yolcunuzun ağırlığı giderek artıyor.
Birbirinden lezzetli yöre yemeklerini mideye indirdikten sonra kısa bir şehir turu yaptık. Bukefalos’un da susuzluğunu dindirdikten sonra yeniden yola koyulduk.
Göynük – Taraklı arası oldukça manzaralı bir yol. Yeşilliklerin içinde virajları döne döne tepeleri aşıyorsunuz. Üstelik yolun bir kısmı yeni yapıldığından asfalt kalitesi de oldukça yüksek. Tabi yolun bir kısmında asfalt çalışması var ama diğer tarafın keyfini bozacak kadar kötü bir durum yok. Taraklı’dan aşağı inip Geyve üzerinde Pamukova yoluna çıkıyorsunuz. Burdan sonra Bayram trafiği başladı ve otoban dahil İstanbul’a kadar devam etti. Hatta İzmit tünellerinde trafik durma aşamasına geldiyse de Buke etkilenmedi.
Ve işte 550km sonunda İstanbul’dayız. Medeniyetler beşiği Anadolu’da, güzel bir bayram gezmesini ve bir birinden şahane yol lezzetlerini arkamızda bırakmıştık. Darısı diğer bayramların başına.