21-30 Mart 2009
İlkbaharın başlangıcı, gece ile gündüzün eşitlendiği gün olan 21 Mart’ta İspanya maceram başlıyor. Hem İspanya-Türkiye, 2010 Güney Afrika Dünya Kupası, eleme grubu maçına gidecek, hem Madrid’te kuzento Remzi’yi ziyaret edecek hem de merak ettiğim bu ülkeyi ve insanlarını tanıyacaktım.
Sabah erken kalkıp bir şeyler atıştırıp evden çıktım. Kemal’i, Altunizade’de şirketten alıp havalimanına doğru yola koyulduk. Cumartesi olduğundan yollar bomboştu. Check-in’de bizi bir sürpriz bekliyordu. Benim önceden rezerve ettiğim koltuklar uçak değiştiği için yalan olmuş. 33. sırada oturacağız.
Uçağa en son biz girdik. Koridorda önümüzdeki yolcuların yerleşmesini beklerken Exit koltuklarının boş olduğunu gördüm. Şöyle bir çevreme bakındım. Sahiplerinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Oturup şansımızı denemeye karar verdik. Ve mutlu son. Koltuklar bize kalmıştı.
Üç buçuk saat süren bir uçuştan sonra Barcelona’ya indik. Pasaporttan rahat bir şekilde geçip taksi ile otelimize (Gotico) gittik. Havalimanından Gotik bölgede bulunan otelimize, taksimetre 27 Euro yazdı. Hava İstanbul’a göre oldukça güneşli ve ılıktı. Odamız umduğumdan güzel çıktı. Hem banyosu büyüktü hem de balkon manzarası güzeldi.
Biraz dinlenip fotoğraf malzemelerimi hazırladım. Sonra kendimizi şehrin caddelerine attık.


Otelden çıkıp sola dönünce, gotik bölgeye adımımızı atıyoruz. Daracık sokaklara karışıp hem fotoğraf çektim hem de sokak sanatçılarını izledim. Her köşebaşında sizi bir sürpriz bekliyor.






Gotik bölümde bir süre dolaştıktan sonra, şehrin en turistik ve ünlü caddesi olan La Rambla’ya çıktık. Otomobil yolu La Rambla’nın sağından ve solundan akıyor. Ortadaki yaya yolu ise cafeler, tapa barları, çiçekçiler, manavlar, hediyelik eşya tezgahları ile çevrili. On beş yirmi metrede bir kostüm giymiş sokak sanatçıları var. İnsanlar sel gibi akıyor. İğne atsanız yere düşmez. Cadde Catalunya Meydanı’nda başlayıp, denize, Colom Heykeline (bildiğiniz Kolomp) kadar uzanıyor.
La Rambla’ya çıkınca şehirde scooter bolluğu olduğunu gördüm. Nereye baksam motosiklet görüyordum. Bir de bisiklet. Bu arada bicing diye bir şirket var. Özel bir kart alıyorsunuz ve şehirde bulunan binlerce bicing bisikletini kullanma hakkına sahip oluyorsunuz. Sistem şöyle işliyor. Şehrin bir çok yerinde bu bisikletleri park edip kilitleyebileceğiniz bisiklet parkları var. İhtiyacınız olduğunda kartınızı okutup kilidi açıyor ve bisikleti alıyorsunuz. Sonra istediğiniz yerde başka bir park yerine bırakıp yine kartınızla bisikleti kilitliyorsunuz. Kullandığınız süre kartınızdan düşülüyor. Eğer bisikleti hiç bırakmazsanız muhtemelen satın almış oluyorsunuz :). Ben çok istememe rağmen bu bisikletlerden kiralayamadım.





Şehrin önemli meydanlarından biri olan Catalunya Meydanı’na geldiğimizde (Bilmeyenler için dip not: İspanya federe devletlerden oluşuyor. Barcelona, Katalan Bölgesi’nin baş şehri. Burada İspanyolca ve Fransızca’nın bir karışımı olan Katalanca konuşuluyor) bir mola verip meydandaki kuşları besleyen çocukların fotoğraflarını çekiyorum. Zaten burası tombul güvercinlerin mekanı olmuş.





Meydanda biraz vakit geçirdikten sonra tekrar La Rambla’da insan seline karışıp salıyoruz kendimizi sahile doğru.



Sahile inerken, yolun sağındaki meşhur Mercat de la Boqueria’ya dalıyoruz. Türkçesi et marketi. Etin yanı sıra meyve, kuruyemiş tarzı şeyler de bulabilirsiniz. Biz meyvelerin cazibesine dayanamayıp kendimize karışık meyve tabağı ısmarlıyoruz. Bundan sonra Barcelona’da her fırsatta bu salatalardan yiyecektik.




Elimizde meyve salatalarımız sallana sallana yürürken, sokak ressamlarının olduğu yere geliyoruz. Burada bir grup dikkatimi çekiyor. Toplu olarak ressama poz veriyorlardı. Ben de bu sahneyi kaçırmam deyip fotoğraflarını çektim. Bize laf atıp bir şeyler söylediler. Hareketlerinden anladığım kadarıyla para istiyorlardı :).




Meydanda Colom heykelini fotoğraflayıp soldan sahile iniyoruz. Old Port’a doğru yürüyüp güzel bir köprüden, marinanın önünden geçiyoruz. Bu köprünün açık halini görmek isterdim. Değişik bir mekanizmayla açılıyor.





Port Well’deki “Maremagnum” isimli alışveriş merkezini kabaca dolaşıp ihtiyaç molası verdik. Sonra yine sahilden kuzeye doğru yürümeye devam ettik. Kaç kilometre yol yürüdük bilmiyorum, en son bir banka oturup güneşi batırdık.











Dönüşü sahilin bir üst paralelinden yaptık. Bu arada ilk gün HaTiCe HD’nin navigasyonu gayet güzel çalışıyordu. Sonraki günlerde biraz kafayı yediyse de sonuçta bizi hiç yarı yolda bırakmadı. Ama uzun süre açık kalınca kendini kapatabiliyor. Bu tip uzun kullanımlar için bundan sonra Bukefalos’a aldığım Garmin’i kullanma kararı aldım.



Son iki sabahtır erken kalkmam, uçak seyahati, Barcelona turu derken benim şalter yavaştan kapanmaya başladı. On ikiye doğru otelimize döndük. Böylece İspanya’daki ilk günümüzü bitirmiş olduk.
22 Mart Pazar
Sabah erkenden, alarm çalmadan, zımba gibi yataktan kalktım. Kahvaltıyı La Rambla’nın üstünde sandviç yiyerek hallettik. Zaten Avrupalıların kahvaltı olayını anlamıyorum.. Bir kahve, bir çörek iş bitti. Peynir arasan bulamazsın, zeytin arasan bulamazsın…
Bugün Barcelona metrosu ile tanışma günümüz. Kiosktan 10’lu metro bileti aldık. Neyse ki İngilizce dil opsiyonu koymuşlar bu makinelere. Haritaya bakınca işimizin kolay olduğunu gördüm. Metro her yere gidiyordu. İlk hedefimiz olan La Sagrada Familia için Catalunya durağından Diagonal’e gittik. Fakat aktarma yapacağımız durağı bulamadık. HatiCe’nin navigasyonu yakınsınız deyince yürüye yürüye kiliseye ulaştık.





La Sagrada Familia’yı uzaktan görünce heyecanlanmamak elde değil. Fotoğraflarda görüldüğünden çok daha görkemli bir yapı. Mimar Antoni Gaudi, 1882 yılında yapımına başlanan kilise işini 1883 yılında F. del Villar’dan devralmış. Ünlü mimar bu dünya mirası eserini tamamlayamadan bir trafik kazası sonucu 1926 yılında 74 yaşında hayatını yitirmiş ve kilisenin ortasına gömülmüş. Gaudi, kilisenin tasarımında hayal gücünü kullandığından “Tanrı’nın Mimarı” olarak anılmış. Plan proje olmayınca da Gaudi’siz inşa çalışmaları uzadıkça uzuyor. Bitirilmesi için 20 seneye daha ihtiyaç olduğu söyleniyor.






Bu görkemli yapının eski tarafına dolanıp burada biraz oturuyoruz. Ben hem fotoğraf çekiyor hem de nefesim kesilmiş bir şekilde yapıyı seyrediyorum. Gaudi sanki kumdan dev bir kale yapmış sonra onu ince ince süslemiş.

La Sagrada Familia’dan sonraki durağımız başka bir yapı: St Paul Hastanesi ya da İspanyolca tam adıyla Hospital de la Santa Cruz Y de San Pablo. Araları yürüyerek 10 dakika kadar sürüyor. 1901-1930 yılları arasında Domenech Montaner tarafından yapılmış. Hala hastane olarak faaliyet gösteren bu güzel yapı aynı zamanda UNESCO tarafından korunmaya alınmış.





Yeni hedefimiz Gaudi’nin diğer bir eseri olan Park Güell. Burası Güell ailesi tarafından ünlü mimara, soyluluklarının bir göstergesi olarak yaptırılmış. Biz bulmak için epey dolandık. Aslında aşağıdan gelmek daha kolaymış ama biz zoru seçip yukarı yoldan parka giriş yaptık. Parkın üst tarafı ziyarete kapalıydı. Biz tepeden Barcelona’nın panoramik fotoğraflarını çekip oldukça dik ve uzun merdivenlerden aşağı kısma indik.



Ana girişte şirinlerin evlerine benzer iki yapı var. Merdivenlerde renkli taşlar ve mozaiklerle yapılmış kertenkele ve yılan heykelleri var. Park oldukça kalabalıktı. Kalabalık da bu heykellerle fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarıştığından bir türlü merdiven kısmını insansız fotoğraflayamadım. Merdivenleri çıkınca sizi büyük bir meydan karşılıyor. Meydandan Barcelona’nın panoramik manzarasını seyredebilirsiniz. Meydanın çevresini boydan boya dalgalı ve yine mozaikle kaplı bir bank çevreliyor. Söylendiğine göre Dünyanın en uzun bankı sayılıyormuş. İnsan burada kendini çocukken dinlediği masalardan birinde hissediyor. Boşken ve güneşin daha güzel bir açıyla geldiği bir gün yeniden ziyaret etmek isterim. Fotoğraflarımdan pek memnun kalmadım.







Park Güell’den sonra otele dönüp Barcelona – Malaga maçı için hazırlık yaptık. Ben kırmızı Türkiye formamı üzerime geçirdim. Metro ile stada kolayca ulaştık. Bakalım biz ne zaman kavuşacağız metromuza.
Maçın başlamasına henüz vakit olduğundan stadın içindeki Barcelona takım ürünlerinin satıldığı mağazaya girdik. Burası stattan daha kalabalıktı sanırım. Kendimizi dışarı zor attık. Stada giriş yapıp yerimizi kolayca bulduk.



Maça Barca fırtına gibi girdi. Maç başlayalı daha yarım saat olmamıştı Barca üç tane gol atmıştı bile. Seksen bin kişinin gol sevinci de görülmeye değerdi. Maçı Barca 6-0 kazandı. Dört gol hemen bizim önümüzde olmuştu. Oldukça şanslıydık.

Maç çıkışı tekrar La Sagrada Familia’ya gittik. Neyseki Camp Neu ile aynı metro hattı üzerindeydi. Amacım kilisenin gece fotoğrafını çekmekti. Fakat beğendiğim açılarda makineyi bir yere sabitleyemeyince istediğim fotoğrafları çekemedim. Benim 17-40mm geniş açı objektifim bile bu yapı karşısında tele objektif gibi kalıyordu. 10-22 mm objektif ihtiyacını bu gezide epey hissettim zaten. Tabi en güzeli full frame bir 5D ama onun bütçesini 2010’a ayırdım :).

23 Mart Pazartesi
Duş, kahvaltı, La Rambla, meyve salatası klasiğinden sonra yine metrodayız. Paral-el durağında aktarma yapıp bizim Karaköy-Beyoğlu arası çalışan tünelin modern bir versiyonuna bindik. Oldukça dik bir yokuştan sonra Montjuic (Musevi Dağı) bölgesine ulaştık. Barcelona bir kez daha ayaklarımızın altındaydı. Teleferiğe binip yukarıya, tarihi kaleye çıktık.








Kaleyi gezip biraz panaromik fotoğraf çektikten sonra güzel bir parkta mola veriyoruz. Yavaş yavaş tur otobüsleri geliyor. Neyseki biz kalabalığa kalmadan çevreyi rahat rahat gezip, fotoğraflamıştık. Bu arada benim makineyi gören bir kaç turist fotoğraflarını çekmemi rica ediyorlar. Altın kızların üç makinesi ile ayrı ayrı fotoğraflarını çektim. Sonra iki Japon yanıma sokuldu. Bu şekilde dört beş fotoğraf çektikten sonra o bölgeden sıvışıyorum. Gerçi fotoğraf başına 1 Euro alsam İspanya gezimi fonlamış olurdum.


Sarayı geçip olimpiyat tesislerine gittik. Bu güzel tesisleri gezerken acaba İstanbul ne zaman olimpiyatına kavuşacak diye düşünmeden edemedim. Bizim tesisleşme adına çok çalışmamız lazım. Hatta 2010 yılında Türkiye’de yapılacak olan Dünya Basketbol Şampiyonası bile bir ara tehlikeye girmişti. Sözlerimizi yerine getirememişiz. Umarım bu şampiyona vesile olur da biz de yeni ve modern salonlara kavuşuruz. Ben kendi adıma Batı Ataşehir’e yapılacak olan spor salonunda (Fenerbahçe Ülker Spor Salonu) basketbol maçı seyretmeyi dört gözle bekliyorum.




Sırada Barselona’nın ünlü açık hava müzesi olan Poble Espanyol var. Burası 1929 yılında yapılmış. Bütün İspanya karış karış gezilip yörelerin karakteristiğini teşkil eden evlerin benzerleri bu köyde yeniden inşa edilmiş. Kısaca burası küçük İspanya. Burada vakti zamanında fuar düzenlenirmiş. İç savaş sırasında önemini kaybetmiş, hatta bir süreliğine hapisane olarak bile kullanılmış. Günümüzde ise içinde hediyelik eşya dükkanları, lokantaları olan bir açık hava müzesi olarak hizmet vermekte. Biz de bu müzeyi dolaşıp öğle yemeğimizi şirin bir lokantada yedik.




Poble Espanyol’dan ayrıldığımızda vakit epey ilerlemişti. Aslında amacımız kiralık aracımızı teslim alıp Dali’nin müzesine gitmekti. Fakat yol yaklaşık iki saat sürüyordu. Müzeyi ağız tadıyla gezemeyeceğimizden arabayı yarın teslim almaya karar verdik. La Rambla’ya dönüp birer kahve içtik. Sonrasında meyve salatalarımızı alıp sahile, Port Well’e, gittik.




Sahilde güneşlenip, meyvelerimizi yedik. Ben bir yandan da fotoğraf çekiyordum. Güneş alçalmış, ışık sıcak bir hal almıştı. Limanın içinde bulunduğu koyu boydan boya geçen teleferiğe binmeye karar verdik fakat şansımıza biz oraya gittiğimizde rüzgar nedeniyle teleferiği kapattılar.


Otele dönüp biraz dinlendikten sonra saat dokuza doğru yine yollara düştük. Hedefimiz Tora Agbar’ı gece fotoğraflamak. Benim metro haritasını yanlış okumam yüzünden (renkleri karıştırdım) fazladan üç aktarma yaptık. Tora Agbar şehrin yeni yüzlü yapılarından biri. Şekli bir mermiye benziyor. Gece çekimi için heveslenmiştik ama bina büyük, çevresi dardı. Bir türlü kadraja sığdıramıyordum. Sığdığında da makineyi sabitleyecek bir yer bulamıyordum. Sonunda pes edip civarda bulunan Özgürlük Alışveriş Merkezine girdik. Karnımızı doyurup, bulduğumuz beleş kablosuz internet sayesinde e-posta kontrolü yaptık. Otele tek aktarma ile dönüp kafayı vurup yattık. Yarın yoğun ve yorucu bir gün olacaktı.

24 Mart Salı
Güzel bir Barcelona sabahına uyandım. Sıkı bir kahvaltıdan sonra kiralık arabamızı teslim almaya Europcar ofisine gittik. Burada bizi bir sürpriz bekliyordu. Dün almadığımız Seat İbiza’yı başkasına vermişler. Bugün ya Kia Picanto (benim içine sığmayacağım kadar küçük bir araba) kiralayacaktık ya da 8 Euro/gün fark verip Peugeot Partner. Yani bildiğiniz ticari araç. Ben Partner’in kliması ve CD çalarının olup olmadığını sordum. Yolda dinlemek için yanımda CD getirmiştim. Hepsi varmış, üstüne araç Tepee (yeni kasa) ve dizel olunca ben düşünmeden farkı verdim. 17 Euro/gün farkı ile tam kasko yaptırdım. İki günde 1000 küsur km yol (dizel avantajlı oluyor) yapacaktık. Ne olur ne olmaz ben kendimi güvenceye alayım da… Araba umduğumuzdan güzel çıktı. Bavullarımız için kocaman bagajı vardı. Üstelik teybi MP3 bile çalıyormuş :).
HaTiCe’den iGo navigasyon programını çalıştırıp yola koyulduk. Saat onbire geliyordu ve önümüzde yüklü bir program vardı. Girona, Figueres, Fransa, Andorra, Barca maçı. Bakalım yetiştirebilecek miyiz?
Otoban mükemmel. Trafik orta şekerli. İnsanlar genelde trafik kurallarına uyuyorlar. Ben de 120km/sa hız tutturup trafikle beraber akıyorum. Yol istediklerinde bizim gibi selektör yapıyorlar. Bir kaç hızlı şoföre yol veriyorum. Radar korkusundan onlara ayak uydurmuyorum. Muhtemelen hayatımın en yavaş otoban yolculuklarından biri oluyordu. Şehirden çıkmadan önce iki üç gişede durup para veriyoruz. Sistemi tam çözemedim. Bilet almıyor, peşin peşin ödeme yapıyorduk.

Yolda HaTiCe’yi dinlemeyince ufak bir karışıklık yaşadık. Girona girişini kaçırmıştık. Bir sonraki girişten şehre girdik. Arabayı nehrin yanındaki bir otoparka bırakıp eski şehre, bir köprüden geçip, giriş yaptık. Burası Romalılardan kalma dar sokaklı, merdiveni bol sevimli bir şehir. Nehir kenarında lokantalar ve çeşitli esnaf dükkanları var. Biz eski şehri ve surları dolaşıp hızlı bir tur atıyoruz.











Hızlandırılmış Girona turundan sonra hedefimiz Figueres. Otobana çıkıp kuzeye, Fransa sınırına, doğru yola koyulduk. Navigasyon sayesinde hedefimiz olan Dali’nin müzesini zorlanmadan bulduk. Arabayı parkedip müzenin giriş kapısını aramaya başladık. Dışarıda müthiş bir rüzgar vardı. Hatta fırtına çıktı diyebilirim. Kendimizi müzenin içine zor attık.


Dali’nin ilk kişisel sergisine de ev sahipliği yapmış olan bina eskiden belediye binası olarak hizmet vermekteymiş. İç savaşta zarar gören bu bina belediye başkanının isteği ile Dali Tiyatrosu ve Müzesi olarak restore edilmiş (Dali bizzat restorasyon işiyle yakından ilgilenmiş) ve bugünkü halini almış. Müze 1974 yılında halka açılmış.


Gelelim Katalanların bu meşhur sürrealist ressamına. Wikipedia onun hakkında şöyle bir bilgi veriyor:
Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí (11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989), İspanyol sürrealist ressam. Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi bilinen eseri olan Belleğin Azmi‘ni 1931’de bitirmiştir.
Dalí, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş, Amerikalı animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı Destino adlı kısa çizgi film, 2003’te “en iyi kısa animasyon filmi” dalında Oscar adayı olmuştur.
Katalonya doğumlu olan Dalí, 711 yılında İspanya‘yı fethetmiş olan Mağribiler‘in soyundan geldiğini iddia etmiş, “süslü ve cafcaflı olan her şeye, lüks hayata ve doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü” de “Arap kökeni”ne bağlamıştır.
Dalí hayatı boyunca, sanatıyla olduğu kadar eksantrik giyimi, davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu durum kimi zaman, onun sanatını takdir edenleri de etmeyenler kadar usandırmıştır. Bu davranışların getirdiği kötü şöhret, Dalí’nin geniş kesimlerce tanınmasını sağlamış ve eserlerine duyulan ilgiyi arttırmıştır.


Müzeyi gezerken zaman nasıl geçti anlamadım. Bazen vay canına dedim bazen de amma sapık resimler :)… Çok müze insanı değilimdir; buna rağmen Barselona’ya gittiyseniz bir gününüzü buraya ayırmanızı tavsiye ediyorum.



Müze çıkışı bir şeyler atıştırıp durum değerlendirmesi yaptık. Akşam maça yetişeceğimiz için vakit daralmıştı. Planın Fransa üzerinden Andora’ya gitme ayağı yatacak gibiydi. Kemal’e iki alternatif sundum. Ya Fransa sınırını geçip biraz dolaşıp otobandan geri dönecektik ya da buradan deniz tarafına gidip Costa Brava sahillerini gezecektik. Fransa’da karar kıldık.
Fransa yolu oldukça manzaralıydı. Yaklaşık 30 km sonra sınıra ulaşmıştık. Ben Almanya’dan Hollanda’ya geçer gibi rahatça sınırı geçeceğimizi düşünüyordum. Fakat sınırda turnikeleri ve polisleri görünce bu düşüncemde yanılmış olduğumu anladım. İspanya tarafından sorunsuzca geçtik fakat Fransız polisi bizi durdurup pasaportlarımızı aldı. Yaklaşık 10 dakika kadar bizi arabanın içinde beklettiler. Sonra teşekkür edip bizi saldılar. Fransa’ya girince tabiat biraz daha yeşillendi. En yakın kasaba olan Blau’ya gittik. Aslında sahilde oturup bir kahve içmek vardı ama Ersan İlyasova bizi çağırıyordu.


Dönüşte maça yetişmek için hız sınırlarını bazı yerlerde esnettim. Kısacası önüm boşsa bastım. Zaten hava da kararmıştı. Sabit radarlar gece fotoğraf çekmiyordur diye düşündüm. Bakalım ileride kredi kartıma hız cezası gelecek mi?
Hatice sağolsun bizi doğruca Barcelona-Tau Euroleague maçının oynanacağı salona götürdü. Zaten burası Camp Neu’un yan tarafı. Arabayı parkedip internetten aldığım biletleri gişede bastırdık. Salon çok büyük değil ama bizim Abdi İpekçi’ye göre daha sıcak ve teknolojik. Futbol maçının aksine taraftarlar hiç susmuyor. Özellikle bizim sağ ve sol çaprazımız maç boyunca karşılıklı tezarühat şovu yaptılar. Ersan ananons edildiğinde biz de alkışlayıp, bağırdık.
Maç oldukça keyifliydi. Taraftar basketbolu bildiği için hakemleri baskı altına alabiliyor. Özellikle ortadaki kararlarda aleyhte bir sonuç çıkarsa salon deli gibi bağırıyordu. Ne yazık ki maçı Barcelona 84-75 kaybetti (Bu satırları yazdığım sırada Barcelona, Tau’yu 3-2 eleyip Berlin biletini aldı. Yani Final 4’a kaldı). Ersan ise takımın en iyisiydi. Özellikle Barselona’nın son çeyrekte yaptığı geri dönüşte Ersan’ın payı büyüktü, fakat gününde olan Rakoçeviç maçı Tau’ya getirdi.




Maçtan sonra arabayı otelin yakınındaki bir otoparka bıraktık. Arabaya 24 saat için 33 Euro öderken parka 12 saatliğine 20 Euro vermek biraz koydu tabi. Yarın bu güzel şehirden ayrılıyoruz. Kısmetse yarın gece bu saatlerde Madrid’de olacağız.