İspanya Gezisi Bölüm 2: Madrid

21 – 30 Mart 2009 tarihleri arasında yaptığım İspanya Gezisinin ilk bölümü için tıklayın.

25 Mart Çarşamba (Zaragoza)

Bugün Madrid’e gidiyoruz. Kahvaltımızı La Rambla’da yaptıktan sonra meyvelerimizi alıp otele geri döndük. Otelle ilişiğimizi kestikten sonra bir kaç yüz metre ilerdeki otoparka gidip arabamızı aldık. Saat on bire geliyordu. İlk hedefimiz Girona yolu üzerindeki La Roca isimli outlet. Hatice bizi dağın başına getirip bıraktı. İki üç kere döndük ama bir türlü alışveriş merkezini bulamadık. Aslında alışveriş merkezini gördük ama bir türlü önüne gidemedik. Hatta bir benzinciye girip yol tarifi de aldık. Hiç İngilizce bilmemelerine rağmen sıcak İspanyol insanı canla başla bize alışveriş merkezini tarif etti ama nafile, yine bulamadık. Ben “oof” deyip yönümü Zaragoza’ya çevirdim. İki saate yakın süre kaybetmiştik. Zaten giyim-kuşam alışverişi beni hep sıkmıştır.

Zaragoza yolu oldukça rahattı. Trafik de fazla yoktu. Kemal yan koltukta uyurken ben de İstanbul’dan getirdiğim CD lerin eşliğinde sakin sakin yol alıyordum. Bu arada dalıp Zaragoza sapağını kaçırdım. Hemen Hatice’den yardım istedim. Önce otobandan çıktık. Sonra otobanımsı başka bir yola girdik. Yolun sonunda gişeye 50 Cent verdik. Hatice “U” çek dedi. Gişenin önündeki göbekten dönüp aynı gişeye döndük. Zaten tek gişe var onun da karşılıklı iki camı var. Aynı amcaya 30 saniye içinde bir 50 Cent daha ödedik. Sonra geldiğimiz yolu geri döndük.

Ebro nehri üzerinde modern bir köprü
Basalica Pilar

Katalan bölgesini geride bırakıp Aragon bölgesinin başkenti olan Zaragoza’ya saat dört civarı ulaştık. Bu yörede otobanlar ucuz. Fransa-Barcelona arasındaki otobana deve yüküyle para vermiştik (40 Euro civarı). Zaragoza da Girona gibi bir nehir (Ebro) tarafından ikiye bölünmüş. Dikkatimi ilk çeken yapı Pilar Bazilikası oldu. 

Arabayı parkedip bazilikanın bulunduğu avluya çıktık. Biraz fotoğraf çektikten sonra nehir kıyısına doğru gittik. Şehrin sokakları bom boştu. Acaba bugün benim bilmediğim bir bayram tatili mi diye düşündüm. Hatta kuzentoyu arayıp ona sordum. Şansımıza yanında Zaragoza’lı bir arkadaşı varmış. Bize şuraya buraya gidin diye tavsiyeler verdi. Karnımız aç olduğundan önceliğimiz açık bir lokanta bulmaktı.

En sonunda açık bir yer bulup içeri daldık. Bir kaç tapa, üzerine de pizza yiyince keyfimiz yerine geldi. Bu arada sokak hareketlenmeye başlamıştı. Güneş iyice alçalmış sokak lambaları yanmıştı. Şehrin alışveriş caddesini, kalabalığı takip ederek bulduk. Hatta bir de savaş sergisi gezdik. Fransız-İspanyol savaşından kalan elbisler, silahlar ve bu savaşı tasvir eden resimler sergileniyordu. Ben ilk fotoğrafımı çekmiştim ki görevlinin biri yanıma koşup hararetli hararetli İspanyolca bir şeyler anlattı. Benim ona boş gözlerle baktığımı görünce turist olduğumu anladı ve elime müze kuralarını anlatan İngilizce bir kağıt tutuşturdu. Ben de bunu anlamıyorum. Flaş kullanmadıktan sonra neden fotoğraf çekmek yasak. Millet cep telefonlarıyla takır tukur fotoğraf çekiyordu. Benim günahım fotoğraf makinemin büyük olması mıydı?

Şirin lokantamız
Fransız-İspanyol Savaşı Sergisi
Alışveriş caddesi

Akşam olunca şehir hepten şenlendi. Buranın Nişantaşısına gidip biraz gezindik. Bu arada beleş kablosuz internet bulunca bankın birine oturduk. Kemal sağolsun gidip bize kahve aldı. Bir yandan kalabalığı seyrederken bir yandan da mail kontrolü yaptık. Kahvelerimizi bitirince arabayı altına parkettiğimiz meydana geldik. Meydan ışıl ışıl aydınlatılmıştı. Bu arada San Salvador Katedrali’nin kapısını açık görünce içeri daldık. Son ayine yetişmiştik. Hem ayini seyrettik hem de içini dolaştık. Zaten ayinden sonra kilise kapandı. Yine şansımız yaver gitmişti.

Zaragoza’dan saat dokuz civarı ayrıldık. Madrid ile aramızda üç saatlik bir yol vardı. Gece olduğundan ben yine gaza yüklendim. Yol oldukça virajlıydı. Gerçi virajlı olması daha iyiydi, yol düz olunca uykum geliyor. Sağ salim Madrid’e ulaşıp, otelimizi rahatça bulduk. Şansımıza önünde park yeri de vardı. Odamıza çıktıktan az sonra kuzento Remzi ziyarete geldi. Yakındaki bir Türk lokantasındaymış. Biraz hoş beşten sonra kuzento gitti, biz de hemen yattık. Yorucu bir gün olmuştu.

26 Nisan Perşembe (Madrid Günleri Başlıyor)

Sabah garip rüyalar eşliğinde uyandım. Yatağımı mı özledim acaba? Bu küçük otel yatakları hiç bana göre değil. Düşme tehlikesi yüzünden uyanıp uykumu bölüyorum. 

İlk iş olarak kiralık arabamızı teslim noktasına götürecektik. Daha vaktimiz olduğu için arabayla Madrid caddelerinde kaybolana kadar gezdik. Sonra Hatice’yi açıp şehrin kuzeyindeki Chamartin Tren istasyonuna ulaştık. Burada aracı otoparka bırakıp anahtarı ve evrakları görevliye teslim ettik. Sonra metro ile Sol Meydanına gittik. Burası şehrin kalbi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra fotoğraf çeke çeke kuzento Remzi’nin evine doğru yola koyulduk.

Chamartin Tren İstasyonu
Sol Meydanı
Banco de Espana

Çok güzel binaların arasından geçip Cibeles Meydanı’na çıktık. Burada bizi Meksikalı sokak sanatçılarının orkestrası karşıladı. Bir yandan onları dinlerken diğer yandan fotoğraf çekmeye devam ediyordum. Kuzenin evine epey yaklaşmıştık. Otele geldiğinde haritadan evini işaretlemişti. Deniz Müzesi’ni solumuza alıp Prado Müzesi’ne doğru yürümeye devam ettik.

Meksikalı Sokak Sanatçıları
Plaza de Cibeles (Arkada Madrid Posta binası)

Sözleştiğimiz gibi saat tam birde kuzenin evinin önündeydik. Remzi camdan bize seslendi. Evine çıkıp biraz dinlendik. Sekizden beri yollardaydık. Sonra evin yakınındaki Martinez Meydanı’nda öğle yemeğimizi yedik. İspanya’ya geldiğimden beri en güzel tapaları burada yemiştim. Yemekten sonra Remzi okula gitti. Biz de onun penceresinin altına gidip halka beleş sunduğu kablosuz internetten faydalandık.

Kuzento Remzi
Tarım Bakanlığı
Atocha Tren İstasyonu
Atocha Tren İstasyonu

Bir sonraki durağımız Atocha Tren İstasyonu’ydu. Buradan güneydeki şehirlere tren ve hızlı trenler kalkıyor. Biz de Toledo’ya giderken trene buradan binecektik. İstasyonun içine jungle yapmışlar. Kuşlar, kaplumbağalar bu kapalı devre eko sistemde yaşıyor. Siz de su sesleri eşliğinde, terastan kahvenizi bu manzaraya karşı yudumlayabiliyorsunuz.

Buradan metroya binip saraya gittik. Palacio Real Avrupa’nın en büyük saraylarından biri. 1931 yılına kadar kraliyet ailesi tarafından bizzat kullanılan sarayın 2800 odası varmış. Şu anda önemli törenlerin yapıldığı ve devlet başkanlarının kral tarafından kabul edildiği bir yer olarak kullanılıyormuş. Biz içine girmedik, kenardaki parka gidip biraz dinlendik. Daha sonra meydandaki cafelerden birinde saraya karşı kahvelerimizi içip güneşi batırdık.

Sarayın kuzey tarafı
Plaza de Oriente
Palacio Real de Madrid
Gingerlı arkadaşlar

Alacakaranlık vakti sarayın ışıkları yandı. Tabi biz de boş durmadık. Serinleyen havaya aldırmadan manzarayı fotoğrafladık. Bu arada her yerden sarayın önündeki yola bisikletliler, kaykaycılar, patenciler akın etmeye başladı. İnanmayacaksınız 3-5 dakikada koca meydanı yüzlerce bisiklet doldurmuştu. Bu kadar çok bisikleti ilk defa bir arada görüyordum. Muhtemelen bir organizasyon vardı.

Gece meydanlar bir başka güzel
Meydanlar, heykeller ve çeşmeler memleketi
Yer gök bisiklet

İyice yorulduğumuza kanaat getirince metro ile otelimize döndük. Remzi bizi otelin önünde karşıladı. Beraber civardaki bir cafe-barda bir şeyler içip evli evine köylü köyüne hesabı dağıldık. Madrid’teki ilk günümüzü böylece sonlandırmış olduk.

27 Mart Cuma

Madrid’deki ikinci sabahım. İspanya’ya geldiğimden beri ilk defa sekiz buçuğa kadar uyudum. Lobiden aldığımız elmaları yiye yiye otelden ayrıldık. İlk hedefimiz olan ünlü Prado Müzesi’ne yürüyerek ulaştık fakat uzun kuyruğu görünce yönümüzü Botanik Parkına çevirdik. Aslında Deniz Müzesine de gidebilirdik ama Remzi burayı beraber gezeriz demişti.

Prado Müzesi
Botanik Parkı

Cape Town’da gezdiğim botanik parkından sonra burası oldukça küçük geldi. Zaten maksat Remzi ile buluşana kadar vakit öldürmekti. Parkı gezerken epey acıkmışız. Öğlen Remzi’ye gittik ve hep beraber evin yakınındaki NH otel zincirinin lokantasında tapalarımızı yedik. Yemekten oldukça memnun kalmıştık. Remzi okula giderken biz de Toledo’ya gitmek için Atocha’nın yolunu tuttuk.

Tren istasyonunda uzun bir kuyruk bizi bekliyordu. 13:50 trenini kaçırdık. Sonraki iki tren için de yer kalmadığını öğrenince kös kös Remzi’ye gittik. Onun da okul işi iptal olmuş evden çalışıyordu. İnternetten bilet almaya çalıştık ama bir türlü beceremedik. Biz de Kemal ile tekrar istasyona gittik. 45 dakika sıra bekleyip Pazar günü için Toledo biletlerimizi aldık.

Museo Del Prado
Museo Del Prado

Atocha dönüşü Del Prado’ya tekrar uğradık. Sıra olmadığını görünce dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Prado’ya giriş yaptık. Caravaggio, Rafael, Zurbaran, Dürer gibi ressamların tabloları duvarları süslüyordu. Ve tabi ki Velasquez ve Goya. Bu iki sanatçının çok özel koleksiyonlarını burada bulabilirsiniz. Meraklıların sadece Goya resimleri için iki, üç saat zaman ayırmaları gerekir. Biz koca müzeyi üç saatte gezdik. Bir yerden sonra bütün resimler bana aynı gelmeye başladı. Hz. İsa, çarmıh, Hz. Meryem, havariler…

Palace Oteli

Müze çıkışı otele doğru dönerken Palace Otelin önünde bir kalabalık gördük. Meğer bizim milli takım burada kalıyormuş ve birazdan antrenmana gitmek için dışarı çıkacaklarmış. Biz de kalabalığa karışıp futbolcularımızı bekledik. Kapıda göründüklerinde Türkiye! Türkiye! sesleri Madrid caddelerini inletmeye başlamıştı. Onlar otobüse binip stadın yolunu tutarken biz de Sol Meydanı’na doğru yürümeye başladık. Gördüğümüz bir şekerlemeciye girip bir şeyler aldık. Zaten o vitrini görüp de içeri girmemek olmaz. Kahvemizi de içtikten sonra otele gittik.

Otelde akşam için hazırlanıp yine yola düştük. Yürüye yürüye, iki saat önce geçtiğimiz yollardan Remzi’nin evine ulaştık. Evin yakınındaki şirin Galiçya Lokantasında akşam yemeğini yedik. Çok acıktığımdan mıdır bilinmez buraya geldiğimden beri yediğim en güzel yemekti. Çıkışta barlar sokağında gezindik ama gitmek istediğimiz yerler hep doluydu. Biz de Santa Ana meydanına çıkıp biraz burada vakit geçirdik. Sonra yatmak için otele, tabi ki yürüyerek, döndük. Ne de olsa yarın büyük maç vardı.

Kongre Binası

28 Mart Cumartesi (Maç Günü)

İşte uğruna bu geziyi yaptığımız İspanya-Türkiye maçının günü gelmişti. Dün geç yattığımız için bugün biraz geç kalkmıştık. Soluğu kuzentoda aldık. Beraber şehrin meşhur churracısı olan San Gines adlı cafeye gittik. Churra bizim çatala benzeyen yağlı hamurdan yapılan bir tür çörek. Dükkanın çikolatası da çok meşhur. Zaten churra ve sıcak çikolata beraber geliyor. Batırıp batırıp yiyorsunuz. Hani biz gece eğlencesinden sonra çorbacıya gideriz ya bunlar da bardan çıkıp soluğu burada alıyormuş. Sabahın beşinde bu karışımı yemek enteresan olurdu. Biz daha çok kahvaltı niyetine yedik. Ama çok tehlikeli bir şey. İnsanın yedikçe yiyesi geliyor. Bu churraların daha kalınına ise “porra” diyorlar. Tad olarak pek bir fark göremedim ben. Hepsini afiyetle mideye indirdim.

Meşhur Churrocu San Gines
Porra (“Churra”nın büyük modeli)
Böyle çikolataya banıp banıp yiyorsunuz (yalanma kuzento 🙂 )

Hafta sonu ve futbol maçından caddeler insan doluydu. İspanya’nın diğer kentlerinden maç için gelmiş taraftarlar bağıra çağıra yürüyorlardı. Bu arada biz de gördüğümüz Türklere selam veriyorduk. Herkes formaları çekmiş maç saatini bekliyordu.

Şehrin önemli meydanlarından biri olan Plaza Mayor’da da durum farlı değildi. İspanyol ve Türk taraftarlar eskiden büyük törenlerin yapıldığı bu tarihi meydanı doldurmuş, tezarühat yapıyorlardı. Biz biraz bu tarihi atmosferi koklayıp, açık hava cafelerinin arasından geçip meydanı terkettik.

Plaza Mayor
Taraftarlar

Plaza Mayor’un diğer kapısından çıkıp saraya doğru gittik. Türkler heryerdeydi. Hatta tanıdık bile gördük. Saraya karşı bir cafeye oturup bir şeyler atıştırdık. Bu arada hava dönmeye başlamıştı. Rüzgara dayanamayıp eve gitmeye karar verdik. Kendimizi metroya zor attık. Eve geldiğimizde resmen fırtına çıkmıştı. Yağmur da başlamıştı. Hava iki saat içinde altı dereceye düşmüş, adeta kış gelmişti.

Fırtınanın habercisi kara kara bulutlar

Saat yedide Milli Takımı yolculamak için otelin önündeki yerimizi aldık. Soğuğa rağmen azimle bekliyorduk fakat takımın saat sekizde çıkacağını öğrenince civardaki bir lokantaya gidip karnımızı doyurduk. Sekizde tekrar otelin önündeydik. Yağmur ve fırtınaya rağmen küçük bir Türk grubu inatla takımı bekliyordu. Biz de gruba dahil olup elde makineler, kafada bereler millilerimiz aşkına soğukta beklemeye başladık. Sonunda takım göründü. Alkışlar ve tezarühatlar eşliğinde takımı stada uğurladık. Biz de bir taksiye atlayıp stadın yolunu tuttuk.

Arda Turan
İmparator

Ve işte Avrupa’nın en modern statlarından biri olan Estadio Santiago Bernabeu’ya gelmiştik. Bizi kale arkasındaki kulelerden birine yolladılar. Kaç kat çıktım bilmiyorum ama stadın içine girince kendimi roller coastera binmiş gibi hissettim. O kadar dik ve yüksekti ki oturacağımız yer, her koltuk sırasının önünde demir vardı. Kale arkaları beş kattı ve biz de en üst kattaydık. Önümüze bir de balık ağı germişler bize maymun muamelesi yapıyorlardı. Aşağıya bir şey atacağımızı düşündüler herhalde. Ha millet olarak yapmadığımız şey değil tabi :).

Estadio Santiago Bernabeu
Kuzento Remzi ile
Kemal ile
Localarda Türkler
ve takımlar sahaya çıkar…

Yukarıdan futbolcular zor seçiliyordu. Hatta karşı kalenin önünde sırt numaraları bile okunmuyordu. Ben 70-200mm lensimi takıp maçı oradan seyretmeye başladım :). Maça iyi de başladık ama yine duran toptan golü yedik. Boynumuz bükük stadı terkettik.

Yediğimiz gol
Maçın sonucu 🙁

Maç çıkışı metroya gittiysek de kalabalığı görünce taksiyi tercih ettik. Bizim otelin yakınlarındaki lokanta-bar tarzı bir mekana gittik. Buranın önemi sahibinin Türk olması. Menü İtalyan ağırlıklı. Kemal ile Remzi bir şeyler içerken ben üzüntüden kendimi makarnaya verdim. Bu arada maçtan çıkıp buraya gelen İspanya’da yaşayan Türklerle de tanıştık. Otele döndüğümüzde saat dörde geliyordu.

29 Mart Pazar (Toledo Gezisi)

Uyandığımda saat öğlene geliyordu. Kuzento ve dün tanıştığımız arkadaşlarla Türk kahvaltısı yapacaktık. Ben kendi adıma daha Türk kahvaltısını özleyecek kadar burada zaman geçirmemiştim ama en azından bugün nerede kahvaltı edeceğiz diye derdimiz olmayacaktı.

Metro ile kahvaltı yapacağımız yere gittik. Burası şehrin epey kuzeyinde bir mekandı. Remzi’yi aradım ama ulaşamadım. Kendi başımıza lokantayı arıyorduk ki telefon çaldı. Meğer ters tarafa yürümüşüz. Geldiğimiz yolu geri dönüp Remzi ile buluştuk. Diğer arkadaşlar oldukça salaş olan lokantaya gelmiş bizi bekliyordu. Sucuklu yumurta, zeytin, peynir, reçelden oluşan kahvaltımızı neşe içinde yaptık.

Kahvaltıdan sonra biz gruptan ayrılıp Atocha Tren istasyonuna doğru metro ile yola koyulduk. Remzi bizi satınca Kemal ile hızlı trenimize kurulduk. Aslında tren hızlı trenlerden değil fakat Türkiye’deki trenlerle karşılaştırırsak hızlı tren diyebiliriz. Madrid’in 70 km güneyinde yer alan Toledo’ya yarım saatte ulaşmıştık. Konforlu ve ferah bir ortamda güzel bir tren yolculuğu olmuştu.

Toledo’ya varınca bizi tarihi istasyon binası karşıladı. Oldukça güzel bir yapı. İstasyondan çıkınca sağdan şehre doğru yürüdük. Tagus Nehri’ni güzel bir köprü ile geçip belki de İspanya’nın Tarihi dokusu en iyi korunmuş şehrine giriş yaptık. Bu müze şehir, Tagus Nehri’nin çevrelediği bir ada adeta.

Toledo Tren İstasyonu
Tagus Nehri

Toledo Kastilya-La Mancha bölgesinin merkezi durumunda. Roma ve Mağripliler döneminden kalma eserlerin yanı sıra katedral ve kiliseleriyle de göz alıyor. Ayrıca Al-Zarqali, Garcilaso de la Vega, Alfonso X ve El Greco gibi dünyaca ünlü sanatçıların kenti olarak da anılıyor. 

Daracık sokakları arşınlayıp döne döne tepeye kadar çıkıyoruz. Oldukça turistik bir kent olduğundan adım başı hediyelik eşya satan dükkanlara rastlıyorsunuz. Bizim Bursa çakısı nasıl meşhursa Toledo’nun da çakıları, bıçakları, kılıçları meşhur. Şövalye kılıçları ve aksesuarları, dükkanları süslüyor.

San Martin Köprüsü

Ben ilk girdiğim mağazadan 3 Euro’ya buzdolabı magneti aldım. Sonraki mağazada magnetler 2,50 Euro idi. Ben de bir magnet ve 3.90 Euro’ya bir mug aldım. Bir sonraki dükkanda mug 3 Euro idi :). Artık hediyelik eşya dükkanına girmeme kararı aldım.

Yaklaşık 3-4 saat UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yeralan bu güzel şehrin sokaklarını arşınladık. En tepedeki Alcazar’a çıktık. Burası 19 ve 20yy.’da askeri akademi binası olarak kullanılıyormuş. Ünlü yazar Cervantes’in yaşadığı bölgenin baş şehri olan Toledo tam bir şövalye kenti görünümünde.

Katedral

Bu arada biz inmedik ama nehir kıyısında güzel piknik yerleri var. İnsanlar aşağı inmiş yürüyüş yapıyorlardı.

Sonunda Müslüman, Yahudi ve Hristiyan kültülerinin harmanlandığı bu müze kenti gezmekten yorulmuş bir şekilde meydandaki El Foro De Toledo isimli mekana kapağı attık. Tapa siparişi verir gibi üç çeşit tatlı alıp Kemal ile paylaştık. Enerji depoladıktan sonra nehrin karşısına geçtik. Amacım karşıdaki kaleden şehrin gece fotoğraflarını çekmekti. Bu arada kalenin ilerisinde fotoğraf çekerken askerlerce uyarıldık. Sanırım burası da modern Harp Akademisi. Toledo’nun askeri mirası bu şekilde devam ediyor olmalı diye düşündüm.

Tepede Alcazar Askeri Akademisi

Akşam trenle Madrid’e geri dönüp Sol Meydanı’na Remzi ile buluşmaya gittik. Bu arada şehrin sembollerinden biri olan ayı heykeli ile de hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedim. Remzi de gelince El Gousha isimli Arjantin Lokantasına gittik. Duvarlarında İspanya’nın ünlü simalarının fotoğrafları asılıydı. Etler vasat, fiyatlar tuzluydu. Cape Town’ın gözünü yiyeyim. Nerede Baltazar’daki et, nerede bu. Üstelik fiyat da daha fazla.

Sol Meydanı
Kayı vs Ayı 🙂
Işıl ışıl caddeler
Santa Ana Meydanı
Apolo

30 Mart Pazartesi (Eve Dönüş)

Sabah erken kalkıp, duş sonrası bavulumu hazırladım. Bavulları otelin valiz odasına bırakıp çıkış işlemlerini tamamladık. Otelden yürüye yürüye Sol Meydanı’na geldik. Hava yine kapalı ve serindi. Ama İstanbul, Hatice’nin hava durumu programına göre, ısınmıştı. 

Biraz hediyelik eşya alışverişi yapıp Remzi’ye gittik. Hep beraber Santa Ana Meydanına gidip güzel bir öğle yemeği yedik. Tapaların biri geliyor biri gidiyordu. Bilen adamla yemek de güzel oluyor diye düşündüm. Yemekten sonra Remzi ile vedalaşıp  otele geri döndük. 

Bavullarımızı alıp oteli terkettik. Havalimanına eğlence olsun diye metro ile gitmeye karar vermiştik. 10 numaralı hat ile iki üç durak gittikten sonra aktarma yapıp 8 numaralı hatta geçtik. Yarım saat içinde havalimanındaydık. Maliyet 2 Euro :). Yalnız Barajas Havalimanı’ndaki metro durağından, THY’nın bulunduğu T1 peronuna epey bir yol varmış. Bir kilometre kadar valiz çektik herhalde.

Exit alamadığım için oldukça dar ve sıkıcı bir yolculuk oldu. Zaten 40 dakika geç kalktımız yetmezmiş gibi uçağımız İstanbul semalarında hava trafiğine takılınca 20 dakika da Küçükçekmece turu attık. 

Güzel bir geziyi daha arkamda bırakmıştım. İspanya’yı ve İspanyolları çok sevdim. Hazır Remzi oralardayken bir kez daha gitmek isterim. 2010 Şampiyonlar Ligi Finali de Madrid’de. Kim bilir belki de önümüzdeki sene Mayıs ayında bir başka İspanya macerasında görüşebiliriz. 

Hasta luego!