05 – 12 Haziran 2010
Yine Bremen yolundayım. Kadim dostumu ve ailesini ziyarete gidiyorum, üstelik sevdiğimle. Yaz başı Bremen bakalım nasıl oluyor? Bileti de Hannover gidiş Hamburg dönüş aldım. Didem’in mümkün olduğu kadar çok yer görmesini arzu ediyordum. Hatta araya bir de Berlin sıkıştırmayı planlıyordum ama son gezilerde de görüldü ki böyle kağıt üzerindeki planlar her zaman gerçekleşmiyor.
5 Haziran, Cumartesi
Uçağımız sabah dokuzda AHL’den kalktı. Sorunsuz bir uçuş oldu. Zaten Didem de artık eskisi kadar uçaktan korkmuyor. Omuzum, kolum sağlam bir şekilde Hannover’e indik. Pasaportta ufak bir sorun yaşadık. Didem’in Fransa vizesini sorun etti Alman görevli. Benden de davetiye istedi. Yok dedim ziyarete geldim. Bu sefer kredi kartı ya da nakit sordu. Ben de cüzdanımdan avroları çıkarıp yüzüne çarptım. Yok canım bankoya koydum :). Paraları görünce yola gelip bize yol verdi. Eh düzen ülkesine gelmiştik, ben artık bu muamelelere alıştım.
Valizleri alıp dışarı çıktık. Çıkış kapısına doğru yürürken Volkan’ın gülen yüzünü gördüm. Selamlaşma ve hal hatır faslından sonra arabaya bindik. Hava güneşli, 25 derece civarındaydı. Almanya için mükemmel bir gün.
Hazır Hannover’deyken Herrenhauser Garten’a gidelim dedik. Didem’in burayı beğeneceğini düşünüyordum. Üstelik ben de ilkbaharda bu muhteşem bahçeyi fotoğraflamış olacaktım. Daha önce Sonbahar ve Kış mevsimlerinde burayı ziyaret etmiş ve güzel fotoğraflar çekmiştim. Hep bir de çiçek zamanı gelsem diye hayıflanırdım. Kısmet bu seneyeymiş. Didemimin kısmeti…
Bu arada girişte bir sürpriz yaşadık. Giriş ücretli olmuş. Şimdiye kadar 3 kere gelmiş hiç para ödememiştim. Ya sezon diye paralı ya da yeni başladılar bilet kesmeye. Çiçek yetiştirme parası herhalde. İki bahçe için 5 Euro verdik. Ama son sentine kadar hakediyor parayı. Her yeri çiçeklerle süslemişler. Güneş içimizi ısıtıyordu. Hatta ben fazla ısınınca meşhur seyahat pantolonumun paçalarından kurtulup şort moduna geçtim. Bundan sonrasını fotoğraflar anlatsın. Bahçe ile ilgili bilgiye ve daha fazla fotoğrafa Bremen 2008 ve Herrenhauser Garten yazılarımdan ulaşabilirsiniz.
Buraları sıcakta gezmenin keyfi de ayrı oluyormuş. Bu arada etraf gelin kaynıyordu. Hatıra fotoğrafları çekiliyorlardı. E hava güzel, mekan muhteşem… Biz de gezmekten yorulunca yapay su kanalının kenarına, bir ağacın gölgesine oturduk. Bunu Almanya’da diyeceğimi hiç düşünmezdim ama hava çok sıcak.
Herrenhauser Garten’ı gezip yolun karşısına geçtik. Burada Sea Life var. Daha önce burayı gezmiştim. Didem de Munih’teyken oradaki Sea Life’ı gezmişti. O yüzden burayı pas geçip arkadaki Berggarten’a girdik. 5 Euro’ya aldığımız bilete burası da dahil. Ben de ilk defa gezecektim. Daha önce nedense Volkan ile burayı fark edememişiz.
Berggarten bir botanik bahçesi. Herrenhauser kadar büyük değil ama bitkiden anlayan biri için gezmesi çok daha fazla zaman alıyor. En azından ben öyle tahmin ediyorum çünkü yüzlerce çeşit bitkiye ev sahipliği yapıyor. Ben anladığım işi yapıyorum. Güzel bir çiçek bulup önüne, yanına kendi güzelimi koyup fotoğraf çekiyorum. Didem dünden razı poz vermeye :).
Berggarten’dan sonra Altstad’a doğru yola koyulduk. Arkamı döndüğümde Didem’i uyurken buldum. Şaşırdım mı elbette hayır. Son seyahatimizde yaptığımız 1000 küsur kilometrenin hemen hemen tamamını yan koltukta uyuyarak geçiren birinden bahsediyorsanız şaşırmazsınız. İstikamet Bremen.
Ne yalan söyleyeyim Bremen yolunda benim de uykum geldi. Dümdüz bir otoban düşünün. Sağınızda solunuzda tek görebildiğiniz yemyeşil ağaçlar. Tepede içinizi ısıtan bir güneş… Ama uyumadım o ayrı. Uyuyamıyorum, ne arabada ne uçakta. Arada daldığım oluyor ama şöyle Didem gibi uyuyamıyorum. Evet kıskanıyorum onu :).
Ve işte ikinci evimin önündeyim. Kağan koşa koşa arka bahçeden arabanın yanına geldi. Kocaman olmuş ben görmeyeli. Arabadan inince de Nermin’in pizzasının nefis kokusunu aldım. Evet acıkmışım :). Meşhur çatı suitimize yerleştikten sonra yemeğe indik. Sağ olsun Nermin neler yapmamış ki? Görünce utandım valla, bunların hepsi bizim için mi? Yemekten sonra da tiramisu… En sevdiğim ecnebi tatlılarından biri ki Nermin de çok güzel yapar. Küçük adamın gözleri parladı. O nasıl tiramisu yemektir? Bunu kesinlikle görmeniz lazım diyerek alttaki videoyu da siteye yükledim.
Yemekten sonra Weser Nehri’nin kenarına indik. Burayı hiç böyle kalabalık görmemiştim. Piknik yapanlar, oyun oynayanlar, sevgilisiyle el ele manzarının keyfini çıkaranlar, kafayı çekip şamata yapanlar… Ve tabi Almanya’nın olmazsa olmazı bisiklete binenler… Belki biraz da ondan seviyorum bu memleketi. Benim için Dünya’nın en büyük on buluşundan biridir bisiklet. Sadece kendi kas gücünüzle istediğiniz yere gitme özgürlüğünü veriyor. Park derdi yok, benzin derdi yok, trafik yok… Üstelik formda kalmanıza yardımcı oluyor, kalbinizin dostu.
Saat ona doğru eve geri döndük. Hava kararmaya başlamıştı. Ne o şaşırdınız mı, evet Bremen oldukça kuzeyde olduğundan güneş Haziran ayında 22:30 civarı batıyor. Eh gün bitmeyince de daha çok yer dolaşabiliyorsunuz. Hoş her yer sekizde kapanıyor ama siz bağ bahçe gezebilir, spor yapabilirsiniz. Biz de Didem ile akşam sporu olarak arka bahçede Kağan’ın kalesine penaltı atışları yaptık. Valla hatun kişi umduğumdan iyi vuruyor toplara, bu yönünü hiç bilmezdim. Bu bilgi eksikliği pahalıya patladı: İddiada şort, tişört, çorap ve kask kaybettim. Mazeretim hazır tabi terliklerle topa vuramıyorum :).
6 Haziran, Pazar
Sabah kuş cıvıltıları ile uyandım. Kapıyı açınca burnuma taze pişmiş ekmek kokusu geldi. Daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi çok seviyorum Bremen kahvaltılarını. Üstelik mevsim müsait olduğundan kahvaltımızı bahçede, açık havada yapacaktık. Bu satırları yazarken bile o kokuyu alabiliyorum.
Bugün Pazar olduğundan her yer kapalı. Biz de kentin limanı olan Bremerhaven’a gitmeye karar verdik. Yaklaşık 70km’lik bir otoban yolculuğu bizi bekliyordu. Kağan koltuğundan Didem’e seslendi: Beni bağla. Ben de arkaya dönüp “kendini de bağla” dedim. Burası Almanya, arka koltukta emniyet kemeri takman lazım. Zaten yakında Türkiye’de de mecburi olacak. Tıpkı çocuk koltuğunun 1 Haziran itibariyle mecburi olduğu gibi. Hoş akıllı bir insanın bu işleri polis zoruyla değil kendiliğinden yapması lazım. İnsan en değer verdiği varlığını çocuğunu nasıl ihmal eder benim aklım almıyor. Sanki otomobil bir yere çarpınca ya da takla atınca, arka taraf önden bağımsız, orada oturana bir şey olmuyor.
İlk önce Zoo Am Meer isimli hayvanat bahçesini geziyoruz. Burada ağırlıklı olarak kutuplarda ve soğuk enlemlerde yaşayan hayvanların yer alıyor. Tasarlanırken hayvanları yüzerken su altından, dinlenirken de yukardan görebileceğiniz şekilde dizayn edilmiş. Hava o kadar sıcak olmasına rağmen kutup ayılarımız suya bir türlü girmediler. Siz hiç yüzen kutup ayısı gördünüz mü? Çok büyüleyici bir sahne. Geçen geldiğimde şahit olmuştum. Size doğru kocaman patileriyle ağır çekim gelirken tüyleri de bir o yana bir bu yana sallanıyor. Tabi doğal ortamlarında pek de görmek istemeyeceğiniz bir görüntü. Ne de olsa yaşayan en büyük kara et oburu. Boyları 3 metreye kadar varabiliyormuş. Ben de hayvanat bahçesinin içinde bulunan üç metrelik bir ayı figürünün yanında fotoğraf çekildim.
Kutup ayısı, penguen, fok, deniz ayısı, kutup tilkisi, baykuş, tavşan derken hayvanat bahçesini bitirdik. Zaten öyle çok büyük bir yer değil. İki saatte rahat rahat gezebilirsiniz. Burayı terkettikten sonra liman boyunca yürümeye başladık.
Son geldiğimden beri sahile yeni binalar yapılmış: Kocaman bir ufoya benzeyen Climate Hause, yelken şeklindeki Harbor Worlds ve Mediterraneo Alışveriş Merkezi. İklim Evi diyebileceğimiz müzeyi zaman kısıtından ötürü gezemedik. Sekizinci paraleldeki iklimleri simüle ediyormuş. Bu da başka bir Bremen seferine kalsın. Alışveriş merkezi ise bana Vegas’taki otellerinin konulu atmosferini hatırlattı. İçi küçük bir Akdeniz kasabası şeklinde düzenlenmiş.
Alışveriş merkezinden sonra soluğu limanın simgelerinden olan U-Boot’un yanında aldık. Adı tam olarak Technical Museum Submarine “Wilhelm Bauer” diye geçiyor. 1943-44 yıllarında inşa edilen Tip XXI denizaltı türünün kalan son örneği. Didem ve Kağan ile denizaltıyı gezerken Volkan ve Nermin bizi dışarıda bekledi.
Teknoloji ve sanayi müzelerini gezmeye bayılıyorum. Bu denizaltıyı da yine zevkle gezdim. İnsanlar 5-6 ay hiç karaya çıkmadan bunun içinde yaşar, hatta savaşırlarmış. Düşüncesi bile korkutucu. Ben alışmışım Bukefalos’un üstünde dağ tepe dolaşmaya, böyle klostrofobik ortamlara gelemiyorum.
Sahilde biraz yürüyüş yaptıktan sonra rotamızı Cuxhaven’a çevirdik. burası Bremen’in plajı. Yörede uzun bir kumsal (aslında bataklık demek lazım) ve oteller var. Ayrıca karavan parkları, kamp bölgeleri de yine bu turistik! mekanda yerlerini almışlar. Buraya ben de ilk defa geliyordum.
Plajı görünce Almanlar’ın deniz tatili için neden İspanya ve Türkiye’yi tercih ettiğini anladım. Öncelikle denizin rengi bildiğiniz siyah. İnsan uzun süre denize bakınca depresif oluyor. Gelgit o kadar şiddetli ki her yerde uyarı levhaları var. Zaten denize ulaşmak için bir bataklığı aşmanız gerekiyor. Yüzmek için herhalde bir kilometre falan açılmasınız. Çok uzaktaki insanlara bakıyorum su dizlerine bile gelmiyor. Biraz oyalandıktan sonra buradan ayrılıp eve dönüş yoluna giriyoruz.
Akşam Kağan’ın uçurtmasını monte ettim. Anaokulundan ödül olarak kazanmış. Küçük adam çok sevindi. Dili dışarda terden sırıl sıklam oluna kadar elinde ip, uçurtma çekti. Arada ağaçlara taktı biz kurtardık. Keşke biraz rüzgar olsaydı da bulutlara arkadaş yollasaydık. Bu kara bulutlar hiç de hayra alamet değildi.
7 Haziran, Pazartesi
Gece boyunca yağan yağmur kalktığımda da devam ediyordu. Aslında klasik bir Bremen sabahına uyanmıştım. Hava da serinlemişti. Anlaşılan o ki bugün şort-tişört gezemeyecektik. Hava yağmurlu olunca şehir merkezine inip alışveriş yapmaya karar verdik. Volkan’ın işi olduğundan bizimle daha sonra buluşacaktı. Kahvaltımızı edip şehre doğru yola koyulduk.
Bremen denince herkesin aklına ilk Bremen Mızıkacıları geliyor. Hatta bazı arkadaşlar Bremen gezilerimde benden mızıka da istiyorlar. İşin aslı şöyle. Hikayenin orjinal adı Die Bremer Stadtmusikanten. Yani Bremen Şehir Müzisyeleri. Hikayeyi çeviren kendince mızıkayı uygun görmüş. Halbuki bu sevimli kahramanların içinde mızıka çalan bile yok. Neyse sonuçta hikayeyi biz Türkler (sadece biz Türkler 🙂 Bremen Mızıkacıları şeklinde biliyoruz ama Bremen’de hediyelik mızıka satan yer ben daha görmedim.
Önce Markplatz’ı geziyoruz. Burada UNESCO’nun tarih mirasına aldığı iki eser var. Biri bizim belediye binası diye çevirebileceğimiz Bremen Rathaus diğeri ise Bremenin meşhur kahramanı Roland. Tabi onlar için kahraman olan bizim için pek makbul olmuyor. Malum bir çok müslümanın kanına girmiş bir şovalye kendisi. Efsaneye göre Roland heykeli Bremen şehrini gözetiyor ve o yerinde durduğu sürece şehir ve halkı güven için yaşıyorlar. Bu yüzden eğer heykele bir şey olursa diye yedek heykel şehir meclisinin yeraltındaki deposunda saklanmaktaymış.
Bunca zamandır Bremen’e gelirim St Peter Katedrali’nin kulesine çıkmamıştım. Yine Didem’in kısmeti deyip merdivenleri çıkmaya başladık. O kadar basamağı kan ter içinde çıktım. Yukarıda beni büyük bir hayal kırıklığı bekliyordu. Ne yazık ki kulenin fotoğraf çekebileceğim bütün açıklıkları tel koruma ile kapatılmıştı. Eğer sadece fotoğraf çekmek için yukarı çıkacaksanız aklınızda bulunsun.
Bremen’in bir başka turistik mekanı olan Schnoor’u da gezdik. Burası şehrin en eski yerleşim yeri. Evlerin duvarlarında yapım yılları var. Çoğu beş, altı yüz yaşında. Hepsi aslına uygun olarak restore edilmiş. Sokaklar daracık. Evet, şirin Bremen’in merkezini böylece bitirmiştik. Şimdi Didem’in gözlerinde alışveriş ışığının yandığını görebiliyordum. Neyse ki Volkan aradı. Az sonra yanımızdaydı. Didem’i alışveriş için, içim kan ağlayarak! Nermin’e emanet edip Volkan ile Kağan’ı da alıp yemeğe gittik.
Yine hava kararmadan evdeydik. Hatta erken bile gelmiştik. Akşam Ezel varmış. Ben de Volkan’ın, 10 sene önce İstanbul’dan beraber aldığımız, dağ bisikletini alıp akşam sporu için Weyhe kırsalına çıktım. Hava hafif serin ama üşütmüyor. Almanlar çoktan evlerine gelmiş aileleri ile vakit geçiriyorlar. Yoldan tek tük otomobiller geçiyor. Otomobilden çok bisikletli görüyorum. Herkes de bana bakıyor. Sanırım bisikletin her yerinden gelen gıcırtılar ilgilerini çekiyor. Bende de acaba yolda kalır mıyım tedirginliği var. Asfalttan ayrılıp çok sevdiğim korunun içine giriyorum. Sağlı sollu çiftliklerin arasından gübre kokuları eşliğinde geçiyorum. Minik dereye paralel sürüp tekrar asfalta çıkıyorum. Ah şimdi kendi bisikletim olaydı diye düşünüyorum ama boş ver Kayı, anın keyfini çıkar. Yaklaşık bir saat sonra eve geri döndüm. Bir Weyhe güneşi daha batmıştı.
Bu arada Volkan’ın Blackberry’si ile uğraşıyoruz. BB’yi akıllı telefonlar içinde açık ara en kötü ara yüzü olan telefon seçiyorum. Hatta akılsız, yüzsüz bir telefon. Çalıştığınız şirket bir tane vermediyse kesinlikle para verilip alınacak bir telefon değil. BB servislerine üye değilseniz bir email hesabını bile ekleyemiyorsunuz. Yemişim o kadar güvenliği. Tabi şirketler için güzel özellikleri var ama sıradan kullanıcı için zor telefon.
8 Haziran, Salı
Bugün eğlence günü. Kahvaltıdan sonra arabaya binip Serengeti Park yoluna koyulduk. Arabada Kağan’ın Didem’e dönüp, “Yine yol boyunca uyuyacak mısın?” demesi çok manidardı. Yaklaşık 1 saatlik yolumuz olduğundan Didem uyudu tabii ki. Serengeti Park, Bremen-Hannover yolu üzerinde kocaman bir eğlence parkı. İçinde kendi arabanızla safari yapabiliyorsunuz. Ayrıca bazı yerlerde arabanızdan inip hayvanları ellerinizle besleyebiliyorsunuz. Tabi bazı yerlerde camı aralamak bile yasak.
Parkın girişinde bizi zürafalar karşıladı. Hem okulların henüz tatil olmaması hem de hafta içi olması yüzünden park oldukça tenhaydı. İstediğimiz kadar durup hayvanları seyredebilecek, onları besleyebilecektik. Ben camdan dışarı çıkıp güzel kareler yakalamaya çalışırken Volkan da bu uzun hacılara havuç ikramına başladı. Kağan ise babasının kucağına oturdu ve o da minik elleriyle koca zürafaları besledi. Didem camını sıkı sıkı kapatıp video çekmeyi tercih etti.
Afrika savanlarında Çita’yı da gördük. Nedense onu kafese koymuşlar. İçinizden tabi kafese koyacaklar diyenler olabilir ama yazının ilerleyen bölümlerinde benim bu duruma neden şaşırdığımı anlayacaksınız. Savan kısmını bitirince koruluk bir alana geldik. Burada keçiler, koyunlar, midilliler, eşekler, ceylanlar bulunuyor. Arabayı parkedip havuçları yanımıza aldık. Beslenmeye alışık olan hayvanlar hemen çevremizi sardılar. Didem başlarda biraz çekindiyse de verdiğim telkinler sonucu o da elleriyle ceylan besledi. Kağan ise hayatından çok mutluydu. Bir midillilere, bir ceylanlara koşturuyordu. Bizim şehir çocuklarının böyle imkanı olmuyor. Zaten hayvanat bahçesine de gitmediyse ancak televizyondan ve kitaplardan tanıyor hayvanları. Köyde olanlar yine daha şanslı. En azından onlar kuzu kucaklamanın keyfine varabiliyorlar. Ben ancak 16 yaşımda, anneannemin köyüne gittiğimde kuzu kucaklayabilmiştim.
Havuçları bitirince arabaya geri dönüp, turumuza devam ettik. Şimdi parka ismini veren Serengeti bölgesindeyiz. Yani ormanlar kralının topraklarındayız. Bu bölüme girerken camlarınızın sıkı sıkı kapalı olması gerekiyor. Kesinlikle arabadan inilmemesi isteniyor. Zaten sıkıysa inin. Çitaların neden kafeste olduğuna şaşırmıştım. Çünkü aslanların kafesi yok. Evet sizinle bu en meşhur avcıyı ayıran sadece 4 mm kalınlığındaki araba camınız. Yolun hemen kenarındaki dişi aslanın yanında durduk. Aramızda yarım metre bile yoktu. Yemeğini yemiş, kedilere özgü, yalanarak temizliğini yapıyordu. Bir süre bu muhteşem hayvanı seyrettik. Bir ara ayaklandı, arabanın çevresinde bir tur attı. Lastikleri kokladı. Ceylan kokusu mu aldı acaba? İnsan heyecanlanıyor tabi. Keşke camı objektifin çapı kadar açabilseydim. Az ilerde de koca kafası ve yeleleriyle kralı gördük. Haremi terasta güneşlenirken o mağrur mağrur çevreyi seyrediyordu. Kafası, patileri dişi aslanların iki katı büyüklüğünde. Gözlerinin içine bakınca insan tedirgin oluyor.
Aslanlardan sonra girdiğimiz bölümde en büyük kedi olan kaplanlar bulunmaktaydı. Yine kafes yok. Tabi aslandan sonra kaplan çok güzel geliyor. Kürkünün güzelliği dillere destan. İnsan o güzel tüyleri okşamak istiyor. Hani ısırmayacağını tırmalamayacağını bilsem güreş yapmak isterdim. Ama sonuçta istediği kadar eğitilsin vahşi hayvan. Bir çoğunuz ünlü bir ilizyonistin beyaz kaplanıyla olan Vegas’taki şovunu duymuştur. Sonra kaplan bunu ensesinden tutup silkelemişti. İlizyonist ölümden dönmüş ama açıklamalarında kaplanının bir suçu olmadığını, kendisinin yere düştüğünü sanıp onu korumak istediğini söylemişti. Düşünceli hayvanmış. Tabi bu olaydan sonra ölmeye yüz tutan şov tavan yapmış o da ayrı.
Kaplanlardan sonraki durağımız doğada son derece nadir olan beyaz aslanlar. Öyleki şu an belki de sadece hayvanat bahçelerinde görebilirsiniz. 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre doğal ortamında 30 adet kaldıkları sanılıyormuş. Sanılanın aksine beyaz aslanlar albino değil. Bunlar chinchilla mutasyonuna uğramışlar ve renkleri beyaz, sarı hatta kırmızı olabiliyor. Haliyle bu renge sahip bir aslan doğal ortamda kamufle olamıyor ve avlanma şansı düşüyor. Bu gen aynı zamanda yazının ilerleyen bölümlerinde görebileceğiniz beyaz kaplanlarda da var.
Ve sırada karada yaşayan en büyük memeli olan filler var. Arabayı parkedip fillerin bulunduğu alana geliyoruz. Burada fillerle bizi iki sıra çit ayırıyor ama çitler bizim filleri elma ile sevindirmemize engel olamıyor. Hep anlatırlar ya filin hortumunda şu kadar kas var, her işini hortumuyla görüyor diye işte burada hortumun nasıl çalıştığını bizzat test ettik. Öyle bir vakum gücü var ki elmayı elinizden çekerken hissetmemek imkansız. Hatta biraz uzaktan da tutsanız vakumlayıp alıveriyor dilimleri.
Fillerle beraber parkın safari kısmı sona erdi. Ama daha dolaşacak çok yer var. Arabayı parkedip parkın diğer kısımlarını dolaşmaya başlıyoruz. Öncelikle beyaz kaplanların olduğu yeri ziyaret ettik. Bunlar da beyaz aslanlar gibi doğada çok nadir bulunan hayvanlar. Daha sonra maymun dünyasının içinden geçtik. Didem açıkta dolaşan maymunları görünce biraz korktu. Küçükken yaramaz bir maymun saçlarını çektiğinden daha bir mesafeliydi. Ama maymun işte illa maymunluğunu yapacak. Biri ağaçtan Didem’in önüne atlayıp neredeyse sürtünerek diğer ağaca gitti. Didem için maymun ülkesinin sonu gelmişti :).
Maymunları arkamızda bırakıp ip üzerinde Serengeti Park’ı gezeceğimiz istasyonu aramaya başladık. Bulduk ama Volkan’ın dediği gibi değilmiş. Daha çok dağcılık hatta tarzancılık eğitimiymiş. Kısa bir bilgilendirmeden sonra iki katlı olan ip geçişlerini gerçekleştirdik. Üstelik 40 dakikalık parkuru 20 dakikada tamamladık. Parkurun son etabı süperdi. Zipline ile en tepeden yere iniyorsunuz. İlgili videoyu aşağıda bulabilirsiniz.
Daha sonra parktaki diğer eğlence araçlarını denedik. En son gittiğimiz su dünyasındaki kütüklerde çok eğlendik. İyi ki de en son gitmişiz çünkü yukarıdan suyun içine düşen kütüğün içinde sırıl sıklam oluyorsunuz. Didem oldukça eğlendi. Kağan ise böyle tehlikeli şeylere bindiği için babasına küstü :).
9 -10 Haziran, Çarşamba – Perşembe
Bu iki gün alışveriş ile geçti. Bremen’de bulunan outletlere gittik: Nike, Adidas, Puma, Esprit… Ama fiyatlar outlet olmasına rağmen yüksek geldi. Şort bakıyorum 25 Euro. Aynısını 3 ay önce Amerika’dan 15 dolara almışım. Didem’e de “Para biriktir Amerika’da yaparsın alışverişini” diye öğüt verdim. Stadler (kocaman bir bisikletçi), Real, Saturn (elektronik mağazası), Bremen’in en yeni alışveriş merkezi Waterfront (ah Cape Town), Media Markt, Karstadt, Weserpark… Yazarken yoruldum bir de gezdiğinizi düşünün. Berlin yalan oldu tabi. Artık bir başka bahara…
Bu arada sporu da ihmal etmedik. Hem Çarşamba sabahı hem de Perşembe sabahı klasik sabah koşumuzu (5k) Weyhe’de gerçekleştirdik. Hatta Perşembe günü Didem’i daha önce bisiklet ile geçtiğim orman yolunda koşturdum. Çok hoşuna gitti. Benim de Belgrad günlerim aklıma geldi. Kaç yıl oldu gitmedim ormana koşmaya.
Perşembe günü Kağan için önemli bir gündü. Volkanlar evden, biz Waterfront’tan gelip Stadler’de buluştuk. Kağan’a yeni bisiklet alınacaktı. Eskisi artık küçük geliyordu. Boyuna uygun bir kaç model seçtik. Modellerden bir tanesi de dirt bike dediğimiz hoplama zıplama bisikletiydi. Ya da BMX diyeyim belki daha iyi anlarsınız. Öyle sağlam bir gövdesi vardı ki Kağan bunu 20 sene kullansa eskitemezdi. Aslında boyu oldu ama küçük adamın küçük elleri fren kollarını kavrayamadı. Haliyle durma problemi yaşıyordu. Bunları nasıl mı anladık, Stadler’in içinde kocaman bir test parkuru var. Üstelik ortasında hoplama zıplama yeri de var. İşte burada test ederek Kağan’ın bisikletini seçtik. Kontra pedal, çamurluklu, ön göbekten dinamolu, arka göbekten 3 vitesli, 20″ jantlı güzel bir şehir bisikleti. Kağan havalarda uçuyordu.
Bisiklet kutusundan çıkarılıp montajı yapılacaktı. Biz de şehre indik ve Weser Nehri kıyısında yürüyüş yapıp dondurma yedik. Ama ben sevmiyorum bu Roma dondurmalarını. Krema gibi geliyor. Nerede bizim yoğun Maraş Dondurmasının tadı…
Akşam yine yetişeceğimiz bir dizimiz var: Aşk-ı Memnu. Yoldan çevirme tavuk alıp (Türk tavukçusu :)) eve döndük. Ben günlüğüme bir şeyler karalarken ev halkı da Bihter ile Behlül’ün maceralarını seyre daldılar.
11 Haziran, Cuma
Bugün Essen yolcusuyuz. Yaklaşık iki buçuk saat uzaklıktaki Movie Park’a gidiyoruz. Haliyle Didem uyuyor. Kağan yanındaki Didem’e bakıp “Bu kız yine uyudu” diyor. Volkan “Didem Abla” diye düzeltiyor. Bu yazıyı hazırlarken aldığım duyumlara göre artık ismini ezberlemiş Didem’in.
Movie Park, Universal Studio’nun çocuk versiyonu. Muhtemelen Amerika menşeili bir zincir. Avrupa’da bir kaç yerde daha varmış. İçinde ünlü filmlerin (çoğu çocuk filmi) setleri, filmlerle ilgili hatıra/hediye dükkanları, hız trenleri, dönme dolaplar var.
Parkı gezmeye dublörlerin gösterileri ile başladık. Kocaman bir tribüne oturup önünüzdeki sette canlandırılan şovu seyrediyorsunuz. Adete dev bir açık hava tiyatrosundasınız. Aksiyon filmlerinde yer alan kovalama, çatıdan düşme, patlama, yanan insanlar gibi dublörlerin canlandırdığı karakterleri eğlenceli bir senaryo içinde izliyorsunuz. Bence buradaki en güzel gösteri buydu. Onun dışında Didem, Vahşi Batı gösterisini de beğendi. Bu sefer büyük bir kovboy barına gidip masalara oturuyorsunuz. Kızlar o yılların dansını yapıp şarkı söylüyorlar. Müzikal tadında bir şov.
Gelelim eğlenceli oyuncaklara. Didem ile ilk önce tahta hız trenine bindik. Heide Park’takinin tırnağı olamaz ama idare ettik. Zaten Didem’e çok bile geldi. Bağıra çağıra parkuru tamamladı. Bu arada aklınızda olsun. Roller Coasterlarda avazınız çıktığı kadar bağırın. Heyecandan nefesinizi tutarsanız başınız dönebilir. Eller havada, atabildiğiniz kadar çığlık atın. Bünyeye de iyi geliyor bağırmak, insan stres atıyor 🙂
İkinci olarak 60 metreden serbest düşüş yaptıran bir makineye bindik. Didem binmeden önce “Bu kolaymış ben bunu rahat yaparım” dediğinde ben bıyık altından gülmüştüm. Acaba tepede neler hissedecekti. Bence buradaki zorluk derecesi en yüksek olan iki üç cihazdan biriydi. Nitekim yukarı doğru çıkınca durumun ciddiyetini anlayan Didem bağırmaya bana “Senden nefret ediyorum” demeye başladı. En çok “Ben geri zekalıyım neden buraya çıktım” demesine güldüm. Aşağı indiğimizde, düzelteyim düştüğümüzde, biraz rengi kaçmıştı ama düşüşten keyif almış. Bir daha dedim, olmazmış :). Bu arada ben Heide Park’ta bunun 130 metrelik versiyonuna binmiştim ki tepede dönerken ben de kendi kendime nereden bindim buna diye söyleniyordum.
Parkta saat altıda kapanana kadar vakit geçirdik. Daha sonra acıkan karınlarımız için civarda bulunan CentrO isimli alışveriş merkezine gittik. Burası Almanya’da gezdiğim en büyük alışveriş merkeziydi. Bu kadar büyük bir AVM için yemek katı vasattı. Yiyecek dişe dokunur bir şey bulamayınca istemeye istemeye de olsa Mc Donalds’a talim ettik. Burayı da saat sekizde kapatıp Bremen yoluna koyulduk.
Kağan Didem’e dönüp: “Benimle Nintendo oynar mısın? İstersen oyna istersen oynama ama benimle Nintendo oynar mısın?” dedi. Zaten bu kalıbı çok kullanıyor. Ses tonunu da güzel ayarlıyor kerata. Baktı Didem pek oralı değil “Yine uyuyacak mısın peki? İstersen uyu istersen uyuma ama istersen Nintendo oynayalım mı? :).
12 Haziran, Cumartesi
Bugün artık İstanbul’a dönüyoruz. Uçak Hamburg’tan kalkacağı için burayı da ziyaret edeceğiz. Almanya’daki evimin önünde son hatıra fotolarını çekilip yola koyulduk. Yol yapım çalışmaları olduğundan bir saatlik yolu iki saatte alabildik. Bremen’de güneşli olan hava burada yerini kara kara bulutlara bıraktı. Hamburg’a son geldiğimde yine kapalıydı hava. Almanya’nın Venediği’ni hiç aydınlık haliyle fotoğraflayamayacak mıyım?
İlk durağımız Hamburg BMW. Burası şimdiye kadar gördüğüm en büyük BMW Motorrad. Tabi daha Berlin’dekini göremedim. Bana eldiven, Didem’e çizme baktık. Tıpkı Bremen BMW’de olduğu gibi burada da istediğimiz bedenleri bulamadık.
BMW’den sonra navigasyona Rathaus’u girdik. Bütün Alman şehirlerinin merkezi aynı zaten: Rathaus, az ilerde merkez tren istasyonu, yakınında Karstadt, karşısında Galeria Kaufhof :). Vaktimiz az olduğundan hızlı bir şekilde şehir merkezini dolaştık. Didem şehri çok beğendi. Keşke buraya tam bir gün ayırsaydık diye de sitem etti. Bu arada otoparka doğru yürürken son model bir Mercedes SL gördüm. Şimdi diyeceksiniz ki Hamburg gibi Avrupa’nın en zengin şehirlerinden birinde (en çok euro milyonerinin bulunduğu şehir) SL görmüşsün çok mu? Ama Alman bayrağı şeklinde kaplanmış bir SL hiç görmemiştim. Evet Dünya Kupası dün başlamıştı. Tam bir futbol ülkesi Almanya. Arabaların hemen hemen yarısında bayrak var. Ama tabi bu abi olayı aşmış. Direkt arabayı bayrak yapmış.
Ve Hamburg Havalimanı’ndayız. Bir haftalık Kuzey Almanya seyahatimizin sonuna geldik. Valizdi, Tax Free’ydi derken güvenliğe ulaştık. Artık veda zamanı. Bizi Almanya’da en iyi şekilde ağırlayan Birben ailesi ile vedalaşıyoruz. Onlara buradan bir kere daha teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız. Didemim ile pasaporttan geçip uçağımızı beklemeye başlıyoruz. İkimizin de gözlerinin içi gülüyor. Biriktirdiğimiz harika anılarla, güzel bir geziyi daha arkamızda bırakmıştık.