28-29 Ekim 2006
Fotoğraflarını ilk gördüğümde Yedigöller’e mutlaka gitmeliyim diye düşünmüştüm. En güzel mevsimi Sonbaharmış. Tam bir renk cümbüşü oluyormuş. Tabi ben kısmi renk körü olduğumdan bazı renkleri göremiyorum ama görebildiğim kadarıyla bile muhteşem bir yerdi.
Ekip ben ve Onat’tan oluşuyordu. Gezide bize demir atlarımız Bukefalos ve Gölge Yele eşlik edecekti. Bolu’nun kuzeyinde yer alan Yedigöller Milli Parkı’nın bir kaç tane alternatif rotası varmış. İstanbul’dan giderken Düzce-Yığılca üzerinden ya da Bolu üzerinden ulaşabiliyorsunuz. Ankara’dan gelirken Yeniçağa-Mengen üzerinden Yedigöller’e gidebiliyorsunuz. Kışın Bolu karlı olduğundan Yeniçağa-Mengen yolu daha çok tercih ediliyormuş. Biz kış hariç en çok kullanılan yol olan Bolu yolunu kullanacaktık. Bolu’nun içindeki Arçelik Fabrikası’nın önündeki kavşaktan sola dönüp hemen ilk sağdan Yedigöller yoluna bağlanacaktık.
Cuma günü Adrenalin’den bir uyku tulumu ve mat aldım. Uyku tulumunu hafif olsun diye biraz ince aldım. Akşam malzemelerimi sosis çantalara doldurdum. Bunlar silindirik su geçirmeyen sağlam çantalar. Uzun yol yapan motosikletçiler için olmazsa olmaz ekipman. Cumartesi sabahı erkenden kalktım. Saat sekizde Ataşehir Shell’de Onat ile buluşacaktım. Önce soğuk sandviçlerimi hazırladım. Bir kaç tane de kek attım çantaya. Sonra motorun yanına inip ekipmanı motora bağlamaya başladım. Bir gün önceden motorun brandasını çıkarıp benzin almıştım. Yine lastik havalarını ve diğer bakılması gereken yerlerini kontrol etmiştim. Motoru güzelce yükleyip yola koyuldum.
Onat’ı Shell’de beklerken telefon çaldı. Eşyalarını sığdıramamış. Evlerine gidip sığdıramadığı uyku tulumunu benim sosis çantaların üzerine bağladım. Artık yola çıkmaya hazırdık. Saat dokuz olmuştu.

Otobana çıkıp 130-140km/sa civarı yol almaya başladık. Bu hız altıncı viteste 4000 d/d ya denk geliyordu ki GS için torkun en kuvvetli geldiği nokta olur kendileri. Hava bir açıp bir kapıyordu. İzmit’ten sonra trafik yoğunluğu azaldı. Güneş buluta girdiğinde hafiften ellerim üşümeye başlamıştı. Hemen Bukefalos’a seslendim. Aç dedim elcik ısıtmalarımızı. Elcik ısıtmanın keyfi başka oluyor.
Akyazı’yı geçince hem fotoğraf çekmek hem de Onat’ın arkaya bağladığım uyku tulumunu kontrol etmek için sağa çektim. Onat da üşümüş, fırsattan istifade kazağını giydi. Bir kaç kare fotoğraf çekip yola devam ettik.


Bolu’ya yaklaştıkça hava iyice kapadı. Sis de başlamıştı. Bazı yerlerde sis, yoğunluğunu arttırıp bizi yavaşlatıyordu. Otobandan çıkarken sis dağılmıştı. Dağın sisli olmaması beni sevindirdi. Berceste’de mola verdik. Kalabalık bir motor grubu bizden önce gelmişler. Biz de atlarımızı onların yanına çektik ki biz yokken canları sıkılmasın.

Berceste’de kahvaltı etmeyi çok severim. Açık büfede onlarca peynir çeşidi, sahanda yumurta, kaymak, manda tereyağı, reçeller, ballar, kuru yemişler emrinize amade sizi bekler. Önce sıcak bir çorba aldım. Soğuk havalarda yapılan motor seyahatlerinde sıcak bir şeyler içmek lazım. İçten üşürseniz o yol bitmez. Bunu en iyi 18 Mart Çanakkale turumda görmüştüm.
Bu arada ufak bir problemle karşılaştım. Silikon kulaklıklarımı bir türlü çıkaramıyordum. Kulağımın içine kaçmışlar. Solu bin bir güçlükle çıkardım ama sağ epey uğraştıracak gibiydi. Onat kürdanla operasyona girişti ama başarılı olamadı. Ben güçlükle çıkarabildim. Yeniden çevredeki sesleri stereo olarak duymaya başladım. Artık dikkatimi bal kaymağıma verebilirdim.

Kahvaltıdan sonra tekrara yola koyulduk. Kısa sürede Bolu’ya ulaşmıştık. Yedigöller sapağına doğru yavaş yavaş yol almaya başladık. Benzin aldıktan sonra Yedigöller yoluna saptık. Bir müddet asfalt devam etti. Daha sonra dağların eteğinde toprak orman yoluna girdik, bir süre sonra da ormana… Manzara muhteşemdi. Dağlar, sonbaharın renklerine bürünmüştü. Yolun iki tarafı da ormandı. Bukefalos sakin sakin yol alıyordu. Sık sık durup fotoğraf çekiyorduk. Yaklaşık 35 km bu şekilde yol alacaktık.


Ormanın derinliklerine doğru yol aldıkça yol da bozulmaya başlamıştı. Bu arada nem de artıyordu. Bir tepeyi daha aşmıştık ki parkın dış kapısı göründü. Dış kapı diyorum çünkü bundan sonra iki girişten daha geçtik. Muhtemelen milli kampın sınırları buradan başlıyor. Bir sonraki tepede ise bizi aşağıdaki manzara karşıladı. Motorları kenara çekip bir müddet burada durduk. Onat daha çok durdu çünkü ben geri dönüp düşürdüğüm su şişesini aldım. Aslında gerek de yokmuş ama o anda bilemedik.
Yol giderek daralıyordu. Karşıdan tek tük otomobiller geliyordu. Yolun yüzeyi daha da fazla bozulmaya başlamıştı. Yavaş yavaş kaydığımı hissediyordum. Kayarsam gazı açar devam ederim diye düşünüyordum. İlk defa bu kadar uzun toprak sürüşü yapıyordum. Yavaş yavaş sakat olan sol omuzum da beni rahatsız etmeye başlamıştı.







Sonunda parkın girişine ulaştık. Biraz daha yol alıp son kapıya geldik. Burada ziyaretçilere bilet kesiyorlardı. Daha doğrusu otomobillere. Motosiklet tarifesi 2,50 YTL idi ama bizden para almadılar. Hemen girişte misafir evleri vardı. Ama hepsi doluymuş. Biz zaten çadır kurmayı planlamıştık. Gerçi boş ev olsa hemen tutardık ama bulamayınca çok da üzülmedik. Önceden Orman Bakanlığını (Ankara) arayıp yer ayırtmak lazımmış. Biz sağa devam edip aşağıya doğru iniyoruz. Deringöl’ün kenarındaki kamp alanında duruyoruz.


Öncelikle Yedigöller’le ilgili internetten edindiğim bilgileri paylaşmak istiyorum:
Yedigöller Milli Parkı (Kuruluş: 1963-1965, Büyüklüğü: 2019hektar)
Batı Karadeniz Bölgesi’nin oldukça engebeli bir yöresinde bulunan milli parkta irili ufaklı göller, orman denizini andıran zengin bitki örtüsü, göllerde yaşayan alabalıklar ve bu değerlerin yarattığı rekreasyonel kullanım potansiyeli ana kaynak değerleri oluştururlar. Genellikle sahanın jeolojik yapısı serpantinlerden ve volkanik kayaçlardan oluşmuştur. Bölgedeki göller; yer hareketleri sonucu kayan kitlelerin vadilerin önlerini kapaması sonucu suların arkada birikmesi ile oluşmuş heyelan gölleridir. Bunlardan bazıları dip kaçakları ile birbirine bağlantılıdır.
Milli parkta hakim bitki örtüsü kayın ağaçlarıdır. Ayrıca meşe, gürgen, kızılağaç, karaçam, sarıçam, köknar, karaağaç, ıhlamur ve porsuk gibi değişik tür ağaçlar da görülmektedir.
Etkili koruma ile milli parkın içerisinde ve yakın çevresindeki sahalarda sayıları artan geyik, karaca, ayı, domuz, kurt, tilki ve sincap gibi yaban hayvanı türleri bulunmaktadır.
Ülkemizde ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969 yılında bu milli parkta kurulmuş olup, ülkemizde yayılmasında örnek teşkil etmiştir. Dolayısıyla rekreasyonel açıdan olta balıkçılığına kaynak olmuştur. Ayrıca kampçılık, günübirlik piknik, trekking gibi uğraşların yanında, fotoğrafçılık için de ziyaretçilerine zengin peyzaj güzellikleri sunar.
Kaynak: Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü


Uygun çadır alanı bulmak için kamp alanını dolaşmaya başladık. Üç dört kere fikir değiştirip en sonunda kartal yuvası gibi bir yer seçtik. Çadırın alt tarafını çabucak kurduk. Üst brandası bizi biraz uğraştırdıysa da onu da hallettik. Eşyaları içine yerleştirip motorların yanına gittik. Onları da güzelce park edip orta sehpalarına aldık. Artık gönül rahatlığıyla çevreyi keşfe çıkabilirdik. Bu arada cep telefonlarının çekmediğini fark ettik. Selocanlar neredesiniz? Konuştursananıza bizi sevdiklerimizle. Diğer şebekeleri bilemiyorum ama bu bölgede Turkcell yok.

Güneş çoktan dağların arkasına gizlenmiş, hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Ben üç ayağımı ve Canon 350D makinemi yanıma almıştım. Makinenin üzerinde 17-40mm F4 L objektifim vardı. Parkın, çadır kurduğumuz alt tarafını gezmeye başladık. Her yerden su fışkırıyordu. Zaten çadırın hemen yanında da bir çeşme vardı. Şişe için boşuna geri dönmüşüm. Gerçi konsantre portakal suyu yaparken çok işimize yaradı.







Deklanşöre büyük bir iştahla ardı ardına basıyordum. Onat fotoğraf çektirmeyi sevmiyor. Yine de beni kırmayıp bir kaç poz verdi. Ayrıca gerektiği yerde malzememi de taşıdı sağ olsun.

Küçük bir şelale gördük. Ben hemen bir kaç açıdan fotoğrafını çektim. Daha sonra derenin içine girip tam karşıdan çekmek istedim. Su bileklerime ancak geliyordu ama benim ayaklarımı ıslatmaya hiç niyetim yoktu. Derenin tam ortasında taşlar vardı. Onların üzerine sıçrayıp üç ayağı ve makineyi Onat’tan aldım. İstediğim fotoğrafı çektim. Dönüşte ise zıplarken altımdaki taş kaydı ve sol ayağım suya girdi. Memleket o kadar nemli ki ayakkabım sabaha kadar kurumayacaktı.






Yukarıdaki köprünün olağanüstü bir manzarası var. Aşağıdaki fotoğrafları köprünün üzerinden çektim. Göle iri taşlar atarak suyu dalgalandırmayı ve fotoğrafa hareket katmayı denedik. Ama taşları istediğimiz kadar uzağa atamadık. Farkında olmadan burada epey bir vakit geçirmişiz.




Artık hava iyice kararmaya başlamıştı. Yukarıdaki pozu çektikten sonra makinenin pili bitti. Herhalde tam şarj etmemişim diye düşündüm. 80 karede bitmemesi lazımdı. Neyse ki yedek bataryam çantamdaydı. Yavaş yavaş geri dönmeye başladık.

Çadırımıza ulaşınca içini biraz daha düzenledik. Onat çok yorgun ve uykusuz olduğundan biraz kestirmek istedi. Ben de bir müddet çadırın içinde oturdum ama daha sonra sıkılıp dışarı çıktım. Karnım da acıkmıştı. Elimizde sadece benim sabah hazırladığım soğuk sandviçler ve kekler vardı. Su şişesine su koyup tang yaptım. Akşam yemeğimi çadırın yanındaki masada yedim. Sekize doğru Onat da kalktı. O da bir şeyler atıştırdı. Hava o kadar karanlıktı ki bir metreden kendi parmağımı göremiyordum. Evden getirdiğim akülü lamba ve dalış fenerim çok işimize yaradı. Bu arada diğer kampçıların yaktıkları ateşlere imrenerek bakıyorduk. “Şimdi sıcak bir ateşin karşısında çorbamı yudumluyor olmak isterdim” dedi Onat. Ben de ona içli içli kafamı salladım.
Hava iyice serinlemişti. Çadırımıza girip biraz lafladık, biraz da kağıt oynadık. Saat on bire doğru uyku tulumlarının içine girip lambamızı kapattık. Uyku tulumuna sığmadığımı fark ettim. Bana boyu kısa geldi. Bu arada çadırın boyu da kısa gelmişti. Onat benden de uzun, ona hepten kısa geldi.
Çadırın ve uyku tulumunun içinde son derece rahatsızdım. Acaba kapalı alan korkum var da ben mi bilmiyorum diye düşündüm. Gece üşüyünce büzüşüp ufacık oldum. Uyku tulumunu ince aldığımı biliyordum ama bu kadar çok üşüyebileceğimi tahmin etmemiştim.
29 Ekim
Gece kaç kere uyandım bilmiyorum. Sürekli bir yerlere çarpıyorum. Soğuk da çok rahatsız ediyordu. Bir de nemden çadırın sağı solu yaş olmuştu. Saat altıyı biraz geçe tekrar uyandım ve bir daha uyumadım. Çok zorda kalmazsam bir daha çadır olayına girmem diye düşündüm. Belki sıcak yaz gecelerinde olabilir. Yazın yıldızlara bakarak uyumak keyiflidir. (2025 Kayı’nın notu: Soğuk hava yoktur, eksik ekipman vardır.)
Onat’ın uyanacağı yoktu. Ben de çadırdan çıkıp arka tarafa doğru yürümeye başladım. Bizim gece ayı gelecek diye geyik yaptığımız tepenin arkasında jandarma karakolu varmış.
Geri dönüp Onat’ı uyandırıyorum. Kahvaltıda yine soğuk sandviç, kek, tang üçlüsüne mahkumuz. Kahvaltıdan sonra ekipmanı hazırlayıp üst tarafı keşfe çıkıyoruz.







Fotoğraf çeke çeke ilerliyorduk. Yavaş yavaş şelalenin sesini duymaya başlamıştık. Küçük köprülerin üzerinden geçerek şelaleye ulaştık. Üç farklı noktadan şelaleyi fotoğrafladım. Yine bazı fotoğraflarda uzun pozlama yaptım ama hava düne göre daha aydınlık olduğundan çok da uzun pozlayamıyordum. Aksi takdirde fotoğrafta ışık patlamaları olacaktı. Derken makinem yine pil uyarısı yaptı. Bu pil de bu kadar çabuk bitince ben soğuktan kuşkulandım. Makineyi üç ayaktan ayırıp pilini çıkarıp, cebime koydum.



Şelaleden sonraki durağımız Gülen Kayalar’dı. Oraya ulaşmak için epey merdiven çıktık. İri iri kayalar gördük ama fotoğraflayamadık. Bir de neden adlarının Gülen Kayalar olduğunu anlayamadık. Bilen varsa bana e-posta atsın zira ben internette araştırdım bulamadım. Derken patika kayboldu. Onat geri mi dönsek diyordu. Tabi hemen ayı, kurt muhabbetleri başladı. Biraz daha yürüyünce orman yoluna çıktık. Kendimizi Nazlıgöl’ün yanında bulduk. İlerde dün giriş yaptığımız kapı görünüyordu. Yolun karşısına geçip Sazlıgöl’e gittik. Bu gölün görünümü pek hoş değildi. Daha çok bir bataklığı andırıyordu. Yanındaki İncegöl’le alttan bağlantısı vardı. Su İncegöl’e doğru akıyordu. Tam suyun aktığı yere bir filtre koymuşlar. Böylece İncegöl’ün suyunun bulanması önlenmiş.
Bataryayı cebimden çıkarıp makineye taktım. Makine çalıştı, ben de çok sevindim. Sazlıgöl’ün solundaki patikadan ileriye doğru gittik. Amacımız geyik üretim çiftliğini görmekti. Ama o burada değilmiş. Patika bir yerden sonra bitti biz de geri döndük.
Yavaş yavaş çadırımızın yanına dönmeye başladık. Orman yolundan geri dönüyorduk. Şelale ve Gülen Kayalar üzerinden gelen patika oldukça kestirmeymiş ama biz tekrar o basamakları çıkmak istemedik.





Orman yolundan aşağıya inerken bir levha gözümüze çarpıyor: Pisagor Ağacı 50m. Neymiş bu Pisagor Ağacı diye sağdan patikaya giriyoruz. Fakat ağacı bulamıyoruz. Şu ağaç bu ağaç olabilir diye yorumlar yapıyoruz. Tekrar orman yoluna çıkmaktansa kestirmeden gidelim diye patikadan yürümeye devam ediyoruz. Yaklaşık 200-300 metre sonra Pisagor Ağacı’nı görüyoruz. Tek ağaç mı iki ağaç mı anlayamadık. Sanki ağacın dalı aşağı sarkıp toprağa ulaşmış ve orada kökleşmiş.

Pisagor Ağacı’nın yanından ayrılıyoruz. Daha aşağılara doğru gidiyoruz ama patika kayboluyor. Tekrar geri dönüp orman yoluna çıkıyoruz. Biraz yürüdükten sonra kamp alanımız gözüküyor. Çadırımıza dönüp yol hazırlıklarına başlıyoruz. Her şeyi toplamamız yaklaşık bir saatimizi alıyor. Motorları yükleyip yola koyuluyoruz.


Yaklaşık 5km kadar yol aldıktan sonra üzerinde Kapankaya Tepesi Seyir Terası yazan tabelanın yanında duruyoruz. Dün gelirken burayı görmüş fakat durmamıştık. Terasa oldukça dik merdivenlerden çıkmaya başlıyoruz. Oldukça fazla basamak varmış. Fakat yukarı çıktığınızda akıttığınız her damla terin karşılığını alıyorsunuz. Muhteşem bir manzara sizi bekliyor. Burada biraz oyalanıp fotoğraf çekiyoruz. Sonra tekrar motorlarımıza biniyoruz.






Orman yolu düne göre daha kaygandı. Ben bir kaç kere ufak kaymalar yaşadım. Yaklaşık 40-50 km/sa ile giderken ön tekerim kaymaya başladı. Motor sapıttı, bir sağa bir sola gidiyordu. Ben azgın bir aygırın üstündeki kovboy hesabı motoru zapt etmeye çalışıyordum. Bir an geldi ki tamam artık yerle öpüşeceğim diye düşündüm. Son anda sağ ayağımı yere basıp motoru doğrulttum ve yola devam ettim. Aslında o durumda gazı açmam lazımdı ama daha önce antrenmanını yapmadığım için cesaret edemedim. Allah’tan frene de basmadım. Honda eğitimlerindeki denge demiri ve kanal geçme antrenmanlarının da epey faydası oldu sanırım. Kalan yolu çok daha yavaş ve temkinli gittik. 40km toprak yolu 1.5 saatte aldık.
Asfalta çıkınca rahatladık. Gazı açıp hızlandık. Bu arada karşıdan iki tane motor grubu geldi. Onları selamlayarak ana yola çıktık. Dağda, Cafer’in Yeri’nde yemek molası verdik. Ben hemen tavuk suyu çorbası istedim. İki gündür sıcak yemeğe hasret kalmıştım. Sıcak sıcak ilaç gibi geldi. Üzerine klasik mangalda etimizi yedik.

İstanbul yolu sorunsuzdu. Adapazarı’ndan sonra trafik yoğunluğu arttıysa da bizi etkilemedi. Tatlı bir tempo ile İstanbul’a ulaştık. Onat ile vedalaşıp evime geldim. Bukefalos’un her yeri çamur olmuştu. Ama çamur GS’lerin aksesuarı gibidir. Yakışıyor bu motorlara çamur. Eşyaları eve çıkarıp hemen kedimi sıcak suyun altına attım. Bir uzun yol hikayesi daha duşun altında bitmiş oldu :).
Not: Yol fotoğraflarını Sony N1 ile diğer fotoğrafları Canon 350D ile çektim.
2009 Kayı’nın Notu: Bir sonraki Yedigöller gezisi için buraya tıklayın.